13 Ekim 2014 Pazartesi

FAKİR BAYKURT


FAKİR BAYKURT’U ANIYORUZ!
27 Eylül 2014 Cumartesi günü Talip Apaydın amcamızı yitirmiştik. 19 Eylül 2003 babam Dursun Akçam’ın, 11 Ekim 1999 Fakir Baykurt’un ölüm tarihleridir. Sonbahar yapraklarını izler gibi, birbirine yakın güz günlerinde, birbiri ardı sıra toprağa düştüler. Toprağın çocuklarıydı onlar; toprağa döndüler.
Onlar, bugün aramızda olan ve varlıklarıyla onur duyduğumuz diğer yoldaşları, Mahmut Makal ve Mehmet Başaran gibi, 11 Nisan 1980 günü küçük kızının gözünün önünde bedenine on altı kurşun birden sıkılarak öldürülen türkü derleyicisi, Köroğlu Kolları’nın Yelatan dağlarının tutkulusu Ümit Kaftancıoğlu gibi Köy Enstitüsü ocağında közlenmiş apaydın kimliklerdi. Onları birer birer uğurladıkça sonsuzluğa, biz yoksullaşıyor ve yalnızlaşıyoruz. Karanlıklar, kavgalar çoğalıyor, onların boşalttığı o insanlık kokan, sevgi kokan havayı dünyanın egemenlerinin kışkırttığı kardeş kavgası ve kan kokusu dolduruyor.
Bugün on beşinci ölüm yıldönümünde onun izindeki aydınlığı konuşacağımız Fakir Baykurt da, adını andığım diğer enstitülü mücadele insanları da birer yoksul köylü çocuğu iken, hem bir öğretmen, hem bir öğretmen önderi, hem halk için politika yapan bir aydın, hem de ayağını kendi kültürüne basmış özgün birer yazar olmuşlardı. Birlikte oldukları sürece de birbirlerine can yoldaşlığı yaptılar.
Fakir Baykurt amcamla, Ardahan’da altı yedi yaşlarındayken bir tür sürgün olduğu Şavşat’tan geçerken mutlaka uğradığı, konuk olduğu, şimdi yerine iğrenç apartman bozuntuları dikilmiş, her taşında bin çekiç izi, el emeği bulunan koca taşlarla örenmiş evimizde tanışmıştım.
Köy Enstitülü yazarlar, içinde doğup yetiştikleri halk kültürünün çoğaltan ve yenileştiren seküler gücüyle düşünmüş ve davranmış, yapıtlarında o kültürün yenidendoğuşuna kapı açmışlar, yerel olanla evrensel bilgi ve estetiği harman etmeyi, insancıl bir bakış açısı kurmayı başarmış, Rabelais romanının Batı’da başlattığı Rönesans’a Anadolu’da eşlik etme yoluna çıkmışlardı. Esin aldıkları, içinde doğup büyüdükleri grotesk halk kültürüyle, korkunun yerine gülmeyi yeğlemiş, karanlığın yerine aydınlığı kurmuşlardı. Onların kitaplarıyla donanmış öğretmen ve aydın hareketi Anadolu’nun dağlarına, köylerine ışık tutmuştu. 12 Mart faşizme onların tuttuğu o güzel ışığı köreltmeye yetmeyince, 12 Eylül Amerikancı faşizmiyle bindiler ülkenin üstüne.
Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği olarak o güzel insanların anısında, ülkeyi kardeşçe yaşanacak iyilikler, güzellikler ülkesi yapmak için işlemiş, güne her sabah el ele, kol kola tutulan halay ve horonlarla başlamış Köy Enstitüsü ocağını kentleri de kapsayacak biçimde yeniden yakmak, imececi Anadolu kültürünü geleceğimizin de harcı yapmak için çaba gösteriyoruz. Özellikle de genç kardeşlerimizi aramıza bekliyoruz. Bu ateş, bu meşale yere düşmemeli…
Bugün edebiyat dünyasında kültür endüstrisinin pompaladığı, kendi güncel gerçekliğimiz yerine egemen politikaların kurguladığı, inanç ve kültür ayrılıklarını kışkırtan yapıtlar el üstünde tutuluyor. Araştırmanın, sorgulamanın yerine kulaktan dolma bilgiler, televizyon ekranlarından söylenen palavralar ve internet sayfalarından pompalanan yalanlar öne çıkarılıyor.
Anadolu topraklarını işgale gelmiş emperyalistlerle iktidarda kalmak için onlara işbirlikçiliği yapmış hilafet ve saltanat makamlarına karşı insanlık onurunu ve yurdunu savunmak için çıplak elle bir var olma kavgası olan, Kurtuluş Savaşı’yla ilgili yazılmış en güzel romanlar Talip Apaydın’ın Toz Duman İçinde, Vatan Dediler ve Köylüler üçlemesidir. Onunla ilgili bir yazı için göz attığım internet sayfalarında dolaşırken şöyle bir not çıkmıştı karşıma.
“Eserlerinin hemen hemen hepsinde vaktiyle Köy Enstitüleri’nde benimsetilmiş köy anlayışına uygun klişe anlayışı işler. Bu kitaplarda köy daima sefil ve sömürülmüştür. Köylü câhildir, hurafelere inanır. Müsbet hiçbir davranışları yoktur. Bu toplumda tek iyi insan köy öğretmenidir. Öğretmen, köylüyü eğiterek modern ve laık hâle getirmeye uğraşır. Eserlerinde Yaşar Kemâl, Kemâl Tahirve Orhan Kemâl’in etkisi görülür.”
Bu çarpık bakış açısının, bugün Cumhuriyet değerlerini savunduğunu, Mustafa Kemal’e sahip çıktığını iddia eden bazı kurum ve kişiler tarafından da paylaşılıyor olması ise, üzücü bir gerçekliktir.
Bu çarpık bakış açısına verilebilecek en güzel yanıtlardan birisi de, kendi adıma Fakir Baykurt’un başyapıtı saydığım ve Köy Enstitülü yazarların Anadolu Rönesansı’nda hangi öğeleri öne çıkardıklarının anlaşılabilmesi için tümüne birden örnek sayılabilecek Kaplumbağalar romanında başkahramanın eğitmen Rıza değil, köyün delisi Kır Abbas olmasıdır.
Değerli dostlar…
Fakir Baykurt,yazarlık damarının özünde, kendisini “bacaklarını gerip güne karşı işeyen” bir kişi olarak tanımlaması yatar. Baykurt, yine kendi deyimiyle, “İnsan hayatını karartan “beylerle, paşalarla” uğraşır… Baykurt’un yazın dünyasında, anası Elif’in evinde karşılaştığı, o sıra kafasındaki roman olan Kaplumbağalar’dan söz ettiğinde, “sivrelt kalemini halam, sivrelt de yaz” diye bağıran köylüsü Haçça Akdoğan’ın sesi hep duyulur. “”İstemeyenlerin ağzına tüküreyim!” demiştir Akçaköylü Haçça. Sonra da devam etmişti… “Dünyada insanın sıkıntısı bir çanak bulgurla, bir lokma kuru ekmeğe mi? Topal eşeğime yükler, ben iletirim senin çocuklarına! Sivrelt kalemini, durmadan yaz.”
Durmadan yazmıştır Baykurt… İçinde doğup büyüdüğü halk kültüründen aldığı çoğul ve yenileştirici güçle, önce o kültürün evrensel kültürle buluşması için öncülük etmiş, sonra da bir ayağını attığı Avrupa’dan yenileşmiş bir biçemle ses vermiştir.
Anadolu’nun Don Kişot’u Kır Abbas’ın yaratıcısıdır o! Ağalara, beylere karşı elde sopa ergişilerin önüne çıkmış, insanlık adına kavgaya durmuş, hak aramış, adalet istemiş Ulguş’un, Iraz ananın ele avuca sığmaz kavgacı, yaratıcı çocuğudur.
12 Eylül 1980'dan sonra, Batılı Şarkiyatçı bakış açısının ürünü olan sözde aydınlarımız enstitülü yazarlardan boşaltılan kültürel alanı farklı söylemlerle doldurdular. Onlara göre, halk ya da gelenek demek, “din” demekti! Tarikatlar ve din cemaatlerini halkla devlet arasında arabulucu kurumlar olarak gören (Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta), doksanlı yıllardan sonra günlük yaşamın dinselleştirilmesini “Kültürel yapı(nın) devletin tercihini aşacak biçimde coğrafya ve yerellikle bütünleşmesi” (H. B. Kahraman, Doğu Batı) diye yorumlayan, yazdığı için öğretmenlik görevi bile elinden alınan, ödül kazandı diye sürüm sürüm süründürülen Fakir Baykurt’u “devlet destekli” bulan (O. Koçak, Defter) nice “demokrasi açılımcısı” düşünürler, yazarlar çıktı ortaya…
“UMUT ÜZÜMLERİ” İLE ORTAÇAĞ ZEBANİLERİ!...
Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar adlı yapıtını Tunç Okan Umut Üzümleri adıyla filme aktarmıştı. Tunç Okan 25 yıl önce, 1978’de sansüre takılmış Kaplumbağalar’ı “Umut Üzümleri” adıyla yeniden çekti; film, gösterime çıktı… Tunç Okan’ın bu inadı nedendi acaba? 1978 yılının sansürcüleri belki de çoktan toprak olup gitti.
İzleme olanağı bulduk. Ne yazık ki, Umut Üzümleri, Kaplumbağalar’daki imgelem ve kültür zenginliğini kapsayamıyor…
Tunç Okan’ın Kaplumbağalar’ı “Umut Üzümleri” adıyla yayına hazırladığını ekinde haber veren gazetenin o günkü sayfalarında Irak’taki, Suriye’deki mezhep savaşları ile ilgili başka haberler de vardı. Emperyalizmin kışkırttığı ve kasıklarını tutarak güle güle izlediği Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Yakın Asya’ya etrafımızı kan gölüne çeviren ve aradan altı ay bile geçmeden ülkemize de sıçrayan kültür, dil, din ve mezhep savaşlarında insan kanı dökülüyor, okullar, heykeller, bayraklar yakılıyor. Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta döktürdüğü kan yetmemiştir emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin… Ulusal bayramların yerini dini törenler aldıkça, etnik kimlikler üzerinden yapılan kavga toplumsal mücadelenin, üretim, üleşim, insanca yaşam mücadelesinin yerine geçtikçe, insan kanı dökenler neredeyse ilahi bir haz duymaya başladılar.
Bizim demokrasi açılımcısı “kültür adamlarımız”dan, ekranlarımızdan ayrılmayan “edebiyatçılarımız”dan ise bu konularla ilgili bir tek tık çıkmıyor.
Tunç Okan 28 Nisan Pazar günü, Cumhuriyet Pazar Eki’nde kendisiyle yapılan söyleşide, arada, “Bu film koyu bir köy edebiyatı değil” demiş Tunç Okan. O kadar çok saldırı, o kadar çok yakıştırma yapıldı ki, “köy edebiyatı”na, adını ağzına alanın dili yanar oldu.
Oysa ki, Umut Üzümleri’ni filme alan Tunç Okan’ın günah çıkarırcasına söylediğinin tersine, köy çocuğu Fakir Baykurt’un başyapıtlarından olan Kaplumbağalar, “köy edebiyatı”nın tam da koyusudur. Tozak Köyü’nün Kır Abbası, Mihail Bahtin’in “Rabelais ve Dünyası”nda halk yaşamıyla ilişkilerini görünür kıldığı Rabelais’in Gargantuası, Pantakruel’i gibi direnir Ortaçağ karanlığına. Kır Abbas, eğitmen Rıza’dan da yardım alarak, toprağı elleriyle yararak Tozak kırına üzüm bağı kurar. Yalnız üzümün değil, ondan yapacağı şarabın da ardında, arzusundadır. Tozak köyünün bağ bozum şenliği, Rönesans kültürüne öncülük etmiş olan Rabelais romanına hak ettiği değeri vermiş Bahtin’in “Rönesans” ve “çoksesli roman” karnavalına çıkan bir yol gibidir. Ne Baykurt okumuştu Bahtin’i, ne Akçam, ne Apaydın, ne de türküler, destanlar, masallar derleyicisi Kaftancıoğlu… Onların kalemleri, halk kültürünü üstkültür ve evrensel estetikle buluştururken, Bahtin’in yapıtları Batı dillerine bile çevrilmemişti henüz. Ama onlar, içinde doğup büyüdükleri halk kültürü içindeki grotesk imgeleri tekil dilli iktidar kültürüne karşı yeniden kurup korku karşısında gülmecenin, şenlikçi bir geleneğin savaşçıları olmuştu…
Enstitülü yazarların metinleri, yaşamla olağanüstü iç içe öğeler barındırırlar; aynı zamanda, kendi anlatımları ve söylemleri içinde biriciklik taşırlar.
Fakir Baykurt da diğer Köy Enstitülü yazarlar da Rabelais romanında olduğu gibi yoğun bir takma ad, lakap kullanımı ile biçemini işlerler. Kır Abbas, Kel Bektaş, Çil Keziban, Pat Ali, Kaymak Muharrem, kahraman ve karakterlerin adlarıdır. Bu adlar zaman zaman grotesk öğelerle, dışkı ve sidiğin kullanıldığı tamlamalarla başka bir boyuta geçer: “osuruğu cinli”, “kır domuz”, “sidikli Senem”, “boklu Cennet”, “Güssün kancık”. Kimi zaman da halk kültürünün özgün biçimlerinden olan parodik manilere dönüşür: “Gıı Hörü/ yorgan yandı yörü”, “Hişt, adı Musa/ boyu kısa”
Roman başkişisi Kır Abbas, Kaplumbağa’lara “tekneli dayı” diye ad koymuştur. Kaplumbağalar ile Tozak köylülerinin yaşamı birbirine koşut yürür. Kır Abbas’ın gözleri kaplumbağa gözleri gibidir (s 46). Baykurt bu insan-hayvan-nesne alegorisi ile, diğer Köy Enstitülü yazarlar gibi Rabelais romanının özelliklerini Anadolu’ya taşımaktadır.
Kır Abbas, Kel Bektaş’ın karısına “Güssün kancık” diye seslenmektedir. Adamın evinde ve yanında da “Ulan Güssün, ulan Güssün sen huylu has bir avrattın da neden bana düşmedin ha?” diye bağırır (s 302).
Tozak köylüleri, kıraç ve taşlık bir alanı imeceyle bele kadar kazarak Rıza eğitmenin gösterdiği şekilde “krizma” yapmış, bu alanı bağa dönüştürmüştür. Beş yıl sonra ürün veren bağdaki bağ bozumu şenlikleri tam bir karnaval havası içinde geçmiştir.
Köyün delisi Kır Abbas at binmiştir, diğer herkes yayadır. Dokuz delikanlı posta bürünüp boynuz takmış, koç kılığına girmiştir. Bağın girişinde kapıyı tutarlar ve geçiş hakkı olarak dokuz güzel kız isterler köyden. Oğlanlarla kızlar eşleşirler, atlı Kır Abbas’a yolu açarlar.
Köylünün imeceyle kazıp ortak bağ durumuna getirdiği taşlık alan köye ölçüm için gelen ve günlerce köylüden olmadık şeyler isteyerek yiyip içen kadastrocular tarafından köylünün hazine arazisine el koyması olarak yorumlanmış, Tozak köylüleri suçlu duruma düşmüştür.
Romanın sonunda köylü devlet bürokrasisiyle baş edemeyeceğini anlayınca yoktan var ettiği bağı hayvanlarına yedirip dümdüz eder. Bağda yıllar içinde mutlu bir yaşam sürmüş, üreyip çoğalmış “tekneli dayılar” da dört bir yana dağılarak köyden uzaklaşır.
Sonsuzluğa göç edişinin on beşinci yılında Fakir Baykurt amcamı anarken uzak bir yayla anısıyla sözlerimi noktalamak istiyorum. Bir yayla düğününde, köylümüz Vıji Alişan’ın oğlu, arkadaşım Kurban’ın düğününde geniş bir yayla damında el ele kol kola oynuyorduk. Birden yayla damının güneşe açılan kapısında kravatlı karartılar belirdi. Davul zurna sustu, oyun durdu. Köyümüzden yetişmiş ve oldukça büyük makamlara gelmiş bir politikacı içeri girmişti. Herkes saygıyla onlara bakıyordu. Gelen kişi kalabalığı süzdü gözleriyle, düğün sahibi Alişan’a döndü. “Alişan” dedi, “nedir bu rezillik, burası Müslüman evi değil mi? Neden kadını kızı, erkeği bir araya doldurmuşsunuz?” O politikacı da o köyde, o güzel gelenekler içinde yetişmişti oysa. Alişan buz gibi olmuştu. Sarardı, sendeledi. Sonra ağırdan konuştu: “Beyim” dedi; “bizim aramızda fesat yok, sen istersen dışarı çık!”
Hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum, Fakir aydınlıkları diliyorum.
13 Ekim 2014, Alper AKÇAM


Karikatür: Köksal Çiftçi

YOKSUL ANADOLU'NUN
ZENGİN GÖNLÜ FAKİR BAYKURT
Yazı: Ali Rıza Özkan 
Karikatür: Köksal Çiftçi

Dumanı bitmeyen Madran dağını solunuza, yiğidi ve söğüdü bol Bozdoğan’ı da arkanıza aldığınızda, Nazilli’ye doğru uzanan inciri, üzümü, armudu, tütünü, buğdayı ile sanki hiç bitmeyecek bir bereketin fışkırdığı koca bir ovanın ortasına düştüğünüzü anlarsınız. Menderes nehrine ulaşmak için aceleyle akan Akçay size eşlik ederken koca koca ayıların insanlara dostluk kurduğu Madran dağı dünyanın en eski ve en verimli ovalarından birisini yüzlerce yıldır izlediği noktadan ismini duyduğunuz anda sizi Asya’nın ateşi ile buluşturacak bir köyü gösterir: Alamut köyü.



Türkmen Yörüklerinin 20. yüzyılın başında yerleşik hayata geçmeye karar verdiklerinde Rum ağalardan peşin parayla satın aldıkları ve alır almaz ilk iş olarak ismini değiştirdikleri işte bu köyde tanıdım Fakir Baykurt’u.



Sıcak bir yaz günü, tatil sessizliğini sadece benim gibi öğretmen çocuklarının bozabildiği okul bahçesinde oynarken Hasan Özkan’ı sorduğunda aklıma ilk gelen kasabadan “büyük” bir adamın gelmiş olabileceği idi. Hoş, Fakir Baykurt da, ilköğretim müfettişi olarak onlardan daha az yetkili değildi. Ancak, Alamut’a geliş sebebi bu değildi. Türkiye Öğretmenler Sendikası genel başkanı olarak, Ege öğretmenlerinin örgütlenmesinde babama daha fazla iş düşüyordu. Kısa bir konuşmadan sonra görevi kabul eden babamla bu bıyıksız, tuhaf görünüşlü ama oldukça sevimli “amca”nın geçmişe dair sohbetleri sanırım dünya, ülkemiz, düşmanlarımız ve görevlerimiz hakkında duyduğum ilk cümlelerdi.



Fakir Baykurt gittikten sonra, babamın bize büyük bir disiplin içerisinde okuttuğu kitaplardan bazılarının yazarı olduğunu da öğrendik. Efkar Tepesi, Amerikan Sargısı, Irazcanın Dirliği, Onuncu Köy… Her akşam yemekten sonra kardeşlerimle babamın çevresine toplanıp yüksek sesle okuduğumuz ve her 5-10 sayfadan sonra babamın mutlaka özet geçip dikkatimizi sınava tabi tuttuğu kitaplar!



Bizim dünyamızın kalemi, Baykurt



Ülkemizde yaşayan ve bize emirler verebilen yabancılar, yoksul ama onurlu insanlar, bizim gibi görünen ama küçücük bir çıkar uğruna en yakınlarını satan kalleşler… “dünya ahvali” Fakir Baykurt’un kalemiyle gözlerimizin önünde canlanıyordu. Irazca anayı hafızamda kendi anam gibi capcanlı hatırlarım, hâlâ.



Fakir Baykurt konuşurken de, yazarken de kuşkuya yer vermeyecek netlikte ifadeler bulur, öylesine renkli sözcükler çıkarırdı ki, domatesi tüm kırmızılığı ile, patlıcanı tüm tombulluğu ve morluğu ile gözlerinizin önünde canlandırabilirdiniz. Çocukluğumu Fakir Baykurt gibi bir yazar eşliğinde yaşamış olmam nedeniyle çok şanslı olduğumu söyleyebilirim.



Uzun süren bir yolculuk sonrasında, bir tarlanın ortasında arabadan indiğinizde üstünüze gelen tazeliktir, Fakir Baykurt. Siz ne kadar büyük kentlerin doğaya aykırı çoğalan kütlesinin parçası olsanız da, Baykurt’un kaleminden çıkmış sözcüklerle karşılaşır karşılaşmaz, köklü ve derin bir bağın aranızda olduğunu hemen fark edersiniz. Türkçe’dir o! Sanki, yüzlerce yıldır birlikteymişiz gibi, gelir gönlümüzün en güzel köşesine kıvrılıverir. Çünkü, bizim gibi hisseder. Bizim gibi kızar. Bizim gibi sever. Bizim gibi düşünür.

Köylü romanı olur mu?

Fakir Baykurt ile beraber Talip Apaydın, Mahmut Makal, Dursun Akçam gibi yazarlara “köylü yazar” dediler. Bu “köylü”lük aslında onları kente kabul etmeyen, hatta yazarlıklarına da itiraz eden bir “kulp” görevi üstleniyordu. Daha sonra bu daha da yaygınlaştı. İbrahim Balaban köylü ressam, Süreyya Duru köylü yönetmen gibi…

Köyü anlattığı için bir sanat eserinin üslup, içerik vs. hiçbir benzeşik yanı olmasa da diğer eserlere aynı başlık altında değerlendirilmesi, her şeyden önce sanatın sınıflandırılması ile uyumsuz. Zaten burada amaç, sanatsal bir kategori yaratmak değil, tersine “köylü” damgası ile bu eserleri ve yaratıcılarını “yüksek sanat” çevresinin dışında tutmaktı. Belki, kendi aralarına almadılar ama, Fakir Baykurt’la kendi hayatına, varlığına ayna tutan, sorgulayan benim gibi milyonlarca kişi bu sanatçılarımıza evlerinin de yüreklerinin de en güzel köşesini ayırdı.

Kendilerini “kentsoylu” olarak sınıflandırıp yeteri kadar komikleşen küçük burjuva eleştirmenlerin yaftalamalarının aksine, Fakir Baykurt köyü anlatmaz. 19. Yüzyıl Avrupa’sının romantik bir köy/doğa yazarlığının çok uzağındadır, o. Baykurt köy ile kent ayrımı da yapmaz. O’nun öyküleri dönüşen sınıf ilişkilerini, proleterleşen köylüleri, ülkemizi örümcek gibi saran emperyalizmi ve bir tarlanın bir ucunda, bir arığın başında başlayan direnişi, kavgayı, “ateşi ve ihaneti” anlatır. Bu haliyle, Baykurt’un öyküleri evrenseldir. Dünyanın herhangi bir yerinde karşılaşabileceğiniz hikayelerdir hepsi. Bir yanında Cengiz Aytmatov varsa, diğer yanında Miguel Ángel Asturias vardır.

Genel Öğretmen Boykotu

Türkiye’nin o güne kadar gördüğü en büyük emekçi hareketlerinden birisi olarak tarihe yazılan “Genel Öğretmen Boykotu”, Fakir Baykurt’un Gaziantep-Fevzipaşa’da sürgün-memur statüsünde tutulmasına rağmen, el birliği ile örgütlendi. Öğretmenler sadece kendi özlük hakları için greve gitmiyorlardı. Hatta, daha da fazlası olarak, öğretmenler aslında milli bir eğitim için greve gidiyorlardı!

TÖS Genel Yönetim Kurulunun kararı şöyledir :

“Bugüne kadar yapılan her uyarı ve düzeltici her uygulamayı, türlü - çeşitli iftira ve bühtanlarla boğan iç ve dış çıkarcılar, bu bakımsız ve perişan devlet eğitimini halkın çocuklarına bırakıp kendi öz çocukları için özel okullar açmışlar ve açtırmışlardır. Yöneticilerimiz, kendi öz çocuklarını çoğunlukla dış ülkelerde okutmakla, oradan diploma aldırmaktadırlar. Sömürgeci ülkelerin yolladığı uzman, barış gönüllüsü ve üretim artığı bayat süt tozlarıyla ve bugünkü genel işleyiş ve görünüşleriyle böyle bir eğitim, «millî» bir eğitim olma niteliğini yitirmiştir.



Bundan sonra öğretmenlerimize düşen, başlarını kaldırmak, tarihin ve Türk milletinin önünde son sözünü söylemektir.

Çünkü :

Öğretmen yalvarmaz,

Öğretmen boyun eğmez,

Öğretmen el açmaz.

Öğretmen Almanya'ya, Hollanda'ya işçi çöpçü gitmez.

Öğretmen dövülmez,

Öğretmen yakılmaz,

Öğretmen kıyılmaz,

Öğretmen sürülmez,

Öğretmen DERS verir.

Öğretmen eline teslim edilen çocukları ve milletin kendisini EĞİTİR.

Öğretmen horlanmaz, öğretmene SAYGI duyulur...”

15-19 Aralık 1969’da bütün yurtta öğretmenlerin genel greve gitmesi 15-16 Haziran 1970’de İstanbul’da patlayacak işçi direnişinin de habercisidir, sanki. Ülke çapında 109 bin öğretmen greve katılır. Bunlardan 50 binine adli kovuşturma açılır. 45.200 öğretmene “maaş kesim cezası” uygulanır.

Daha 5 ay önce, Kayseri’de yapılan TÖS Genel Kongresi gericiler tarafından yakılmak istenmişti. Dönemin Milli Eğitim Bakanı’nın sadece seyretmekle yetindiği saldırı, kongrenin düzenlendiği sinema salonunu kuşatan gericilerin “komünist öldüren cennetlik olur” kışkırtmasıyla kundaklanmış, ancak erken farkına varılmasıyla can kaybı olmamıştı. Yıllar sonra Sivas’ta Pir Sultan Şenlikleri sırasında da aynı tezgah tekrar piyasaya sürülecek ve bu kez ülkemizin en kıymetli aydınları bir otelde katledileceklerdi.

Fakir Baykurt roman, öykü, şiir yanında toplum ve eğitim yazıları da kaleme aldı. Yılanların Öcü, Irazca’nın Dirliği, Kaplumbağalar’ın da aralarında olduğu 13 romanı, Çilli, Efendilik Savaşı, Onbinlerce Kağnı, Sınırdaki Ölü gibi 14 öykü kitabı, 2 şiir, Yandım Ali, Sakarca, Saka Kuşları gibi 6 çocuk kitabı ve Efkar Tepesi, Kale Kale gibi 5 toplum ve eğitim hakkındaki görüş ve yorumlarını içeren kitabı yayınlandı. Gürcüce’den Çince’ye kadar dünyanın pek çok diline eserleri çevirildi. Yabancı ülkelerde yayınlanan kitapları oralarda ödüller aldı. Ülkemizde ise, Yunus Nadi, Orhan Kemal, TDK gibi yazarın edebi yetenekleri yanında toplumsal olayları yansıtma derinliğine de önem veren kurumlardan aldığı pek çok ödülü vardır. Ayrıca 7 ciltlik hayatını anlattığı “özyaşam” dizisi, 11 Ekim 1999’da pankreas kanserine yenik düşmesi ile yarım kaldı.

2 yorum:

bücürükveben dedi ki...

Annemin çok sevdiği bir yazardı, mekanı cennet olsun:(

Arzu Sarıyer dedi ki...

Müjde 'ciğim ben de mekanı cennet olan o güzel anneni saygı ile anıyorum...Sevgiler ,teşekkürler...