Altan Öymen: Anlattığı Tehlike Bugün Sınırlarımızda
Ahmet Taner Kışlalı’yı ölümünün 15. yıldönümünde saygı ve özlemle anıyoruz. Anlattığı Tehlike Bugün Sınırlarımızda.
O günü bir kâbus gibi hatırlarım. CHP’de genel başkanlık görevinde bulunduğum dönemdeydi, Ankara’daydım. Sabah evde partiye gitmek için hazırlanıyordum. Televizyon açıktı. Bir son dakika haberi verildi. Konusu bir suikasttı. Hedef Ahmet Taner Kışlalı’ydı. Uğur Mumcu’ya yapılana benzer bir şekilde düzenlenmişti. Evden çıkıp bineceği arabasına, daha önceden bir patlayıcı yerleştirilmişti. Kışlalı’nın arabasına geldiği sırada patlamıştı. Kışlalı yaralıydı, ambulansla hastaneye götürülmüştü.
Hemen çıkıp Kışlalı’nın evine yöneldim. Haberlerin gerisini arabanın radyosundan dinledim. Kışlalı’nın bir kolu kopmuştu. Ama hastaneye yetiştirilmişti. Bunlar art arda verilen son dakika haberleriyle anlatılıyordu. Hastaneye yetiştirilmesi umut verici bir haberdi. Ama arkası gelmedi. Daha doğrusu acı bir haber halinde geldi. Kışlalı’yı kaybetmiştik.
Evine vardım. Orası artık bir cenaze eviydi. Ailesi, yakınları, arkadaşları, komşuları, okurları, tanıyanları, tanımayanları... Gelenlerin bir kısmı evin içindeydi, bir kısmı kapının dışında...
Gazetecilik, siyaset ve yazarlık
Anlatılanlardan çıkan sonuç şuydu: Suikastın, Mumcu’ya yapılan suikasttan farkı, patlayıcının arabanın değil, camın üzerindeki sileceğin altına, küçük bir paket içinde yerleştirilmiş olmasıydı. Kışlalı, sileceğin altındaki paketi görmüştü. Çıkarıp atmak istemişti. Patlama o sırada olmuştu. İstenen sonuç alınmıştı. Evde, eşi, ailenin o zaman en küçük kızı ile birlikteydi. O sabahki programlarına göre, onlar da evden Ahmet Taner Kışlalı’yla birlikte çıkacaklarmış. Kışlalı onlara, “Siz biraz durun da ben arabayı bir ısıtayım. Çocuk üşümesin” demiş. Öyle yapmasaymış, felaket, daha da büyük olacakmış. Bunlar, o gün yaşadıklarımdan hatırımda kalanlar... O günün sonrasından da aklımda, gene büyük üzüntüyle hatırladığım sahneler var. Ankara’da on binlerce insanın katıldığı çok heyecanlı törenler...
Kışlalı’nın milletvekilliği yaptığı Meclis binasının önünde, öğretim üyesi olduğu İletişim Fakültesi’nde, bakanlığını yaptığı Kültür Bakanlığı’nın Büyük Tiyatro Salonu’nda, yazarı bulunduğu Cumhuriyet gazetesinin Ankara Bürosu’nun önünde... Sonra Kocatepe Camii’ndeki cenaze töreni ve Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verilişi... Bunların hepsine çok büyük topluluklar katıldı. Konuşmalar yapıldı. Cinayeti işleyenlere ve bunlara karşı yeterli tedbir almayan görevlilere tepkiler dile getirildi. Yapılan konuşmalarda, Kışlalı’nın ülkemize, basın, bilim ve siyaset hayatına yaptığı hizmetler anlatıldı.
Cenaze günü programında yer alan anma törenlerinin çokluğu da onu gösteriyordu: Kışlalı, o alçakça suikast gününe kadar 60 yıl sürmüş olan yaşamına, birçok alanda, birçok çalışma ve eser sığdırmıştı.
Ahmet Taner Kışlalı, 1939’da Tokat’ın Zile ilçesinde doğmuştu. Babası Ziraat Bankası memuru Hüsnü Kışlalı’ydı. Annesi Lütfiye Hanım, öğretmendi. Liseyi İstanbul’da Kabataş Lisesi’nde bitirdi. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Fakültede okurken gazetecilikle de ilgilendi. Ankara’da çıkan Yeni Gün gazetesinde yazıişleri müdürlüğü yaptı. Yankı dergisinde yazılar yazdı.
Fakülteyi bitirdikten sonra öğretim görevlisi oldu. Paris’te hukuk fakültesinde doktorasını verdi. 1977’de CHP’den milletvekili seçildi. Ecevit hükümetinde Kültür Bakanlığı yaptı. Bakanlığın gerek yayın, gerek tiyatro-opera- bale alanındaki çalışmalarını çağdaşlaştıran atılımlar başlattı. Milletvekilliği 1980 darbesiyle sona erdikten sonra, Cumhuriyet gazetesinde yazarlığa başladı. Bir yandan da Ankara’da İletişim Fakültesi’nde profesör oldu. Siyaset bilimi dersleri verdi. Atatürkçü Düşünce Derneği’nde genel başkan yardımcılığı görevini üstlendi. Cumhuriyetin ilkeleri ve tarihi gelişimi üzerine yurdun birçok yerinde konferanslar verdi. Panellere katıldı.
Dayanılmaz hafiflik
Kışlalı’nın eserleri arasında, “Çağdaş Türkiye’deki Siyasi Güçler” konusundaki doktora tezinin yanında, İmge Yayınevi’nden yayımlanan “Siyaset Bilimi” ve “Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi” adlı kitapları var. “Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği” de, adından da anlaşıldığı gibi, Cumhuriyetin kurucusuyla ilgili haksız yayınlara karşı eleştirilerini içeren eseriydi. Büyük ilgi gördü. Birçok baskı yaptı. Kışlalı o eserinde de görüldüğü gibi, laiklik de dahil Cumhuriyetimizin değerlerine, hem yüreğiyle, hem de aklıyla bağlı olan bir düşünce adamıydı. Görüşlerini anlatırken, başka düşüncede olanları mantık yoluyla ikna etmeye çalışırdı. İleri sürdüğü görüşlerin gerekçelerini, belgelere dayanarak anlatırdı.
Tabii, Atatürk, Cumhuriyet, demokrasi gibi konularda aşırı derecede önyargılı bir karşı duruş içinde olanların, Kışlalı’nın anlatımlarıyla ikna edilebilmeleri kolay değildi. Ama o önyargılı kesimlerin dışında kalanlar, herhalde şunun farkındadır: Ülkemizin içinde ve dışında şu sıralarda yaşanan sorunlar izlendikçe, Kışlalı’nın özellikle bazı konulardaki duyarlılığında ne kadar haklı olduğu, daha iyi anlaşılıyor.
Kışlalı’nın haklılığı
Bir de, “laikçilik” diye isim konularak alay konusu yapılmak istenen laiklik ilkesinin ne işe yaradığını soranlar vardır. Acaba onlar şimdi ne düşünüyor? O ilkenin ne işe yaradığı, sınırlarımızın
dibine kadar gelmiş, hatta içine de girmiş olan şiddet örgütünün yaptıkları görüldükçe
anlaşılmıyor mu?..
dibine kadar gelmiş, hatta içine de girmiş olan şiddet örgütünün yaptıkları görüldükçe
anlaşılmıyor mu?..
“Ben hilafet devleti kurdum. Her şeyi şeriata göre düzenliyorum. İnsanları sadece dinlerine göre değil, mezheplerine göre de birbirinden ayırıyorum. Sadece benim mezhebimden olanları Müslüman sayıyorum. Gerisini kâfir ilan ediyorum. Başka dinlerden olanlar veya ateist olanlar zaten kâfirdir. Dediğimi yapmazlarsa idamları caizdir.” İdamları “caiz”... O cezaların kafa kesmek yoluyla infaz edilmesi de “caiz”... Bunların video çekimleriyle tüm dünyaya gösterilerek dehşet salınması da...
Laikliğin, başka birçok meziyetinin yanında, bu gibi gaddarlıkların ülkemize yaklaşmasına
fırsat vermemek gibi bir işlevi vardı. Bugünün Türkiyesi’nde, o ilke itilip kakıldıkça, o işlevin
yerine gelmesi de mümkün olmuyor.
Laikliğin, başka birçok meziyetinin yanında, bu gibi gaddarlıkların ülkemize yaklaşmasına
fırsat vermemek gibi bir işlevi vardı. Bugünün Türkiyesi’nde, o ilke itilip kakıldıkça, o işlevin
yerine gelmesi de mümkün olmuyor.
Ahmet Taner Kışlalı, bu tehlikenin boyutlarını çok öncesinden beri hatırlatmaya çalışan bir bilim, siyaset ve düşünce adamımızdı. Dilerim, aramızdan ayrılışının bu yıldönümü, yazıp söylediklerinin yeniden hatırlanmasına ve ne kadar haklı olduğunun, daha iyi anlaşılmasına “vesile” olur...
Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın alçakça düzenlenmiş bir terör saldırısı sonucu aramızdan koparılışının 15. yılındayız. Kışlalı’nın düşüncelerini, günlük olaylar karşısındaki yorumlarını, bugünkü güncel gelişmelerle birlikte gözümün önüne getirince şunu söylemeden edemiyorum:
“Ahmet Taner Hoca Türkiye için, bizler için ne büyük kayıp. Ahmet Taner Hoca’nın düşünceleri ne kadar güncel...
” 21 Ekim 1999 Perşembe sabahı Ankara büromuzda olağan gündem toplantısının bitiminin hemen ardından odama geçtiğimde, saat 9.45 sıralarında acı bir telefon geldi. Kışlalı, aracına binerken ön camına bir kutu içine konan bombanın patlaması sonucu ağır yaralanmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Bütün umudumuz yaşıyor olmasıydı. Hastanenin giriş katındaki görevliler tek cümle söyleyip bıraktılar, “Başınız sağ olsun.”
Bugün genç kızlığa yürüyen kızı Nilhan Nur henüz 1 aylıktı. Doktorların bir kaygısı da minik bebek ve annesiydi.
Hastaneden gazeteye dönerken ne yapacağımızı biliyor olmanın çaresizliği içindeydik. “Susturamazlar”, “Yılmayacağız” gibi kararlı bir başlıkla 8 sütuna manşet atacaktık, tepkileri hemen altında verecektik, gazetenin önüne gelen, Anadolu’nun değişik kentlerinde meydanlarda buluşan hüzünlü insanların fotoğrafları ve tepkileriyle devam edecektik.
Daha önce katledilen Prof. Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Doç. Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun’un ardından bir Cumhuriyet aydınını daha teröre kurban vermiştik.
Kışlalı’yı katledenler, sonraki yıllarda her şeye rağmen güçlenen tam bağımsızlıkçı, yurtsever, Atatürkçü düşünceleri benzer yöntemlerle bitiremeyeceklerini anladılar. Bedenleri ortadan kaldırılan aydınların her şeye karşın ruhları yaşamaya devam ediyordu.
Çareyi bedenlerden önce ruhları öldürmekte aradılar.
Bu nasıl olacaktı?
Yurtseverler, Atatürkçüler bir bir tutuklanacak, ucu belirsiz davalarda yargılanacak, cezaevi yaşamına dayanamayacaklar, çok geçmeden ruhen ve bedenen iflas edecekler, pişmanlıklarını dile getirecekler, operasyonları gerçekleştirenler topluma da şunu söyleyecekler:
“Bakın işte sizin bu ülke için her şeyi yapar dedikleriniz bir yıl bile dayanamadı, ruhunu teslim etti. İşte fikirler de bu kadar güçlüymüş...”
Ama bunu da başaramadılar. Türkiye bu karanlık gidişi Anadolu’nun gücüyle sayıları az da kalsa yurtsever aydınların gücüyle aşacak.
Bu karanlık dönemi aşacağımıza olan inancımızın yanında bugünkü tabloyu da tüm çıplaklığıyla aktarma sorumluluğumuz var. Aydın tariflerinden biri şudur: “Gerçek aydın ülkesinin geleceğine harç taşıyan kişidir.”
Bugünkü baskın aydın yapısı ise ne yazık ki geleceğin Türkiyesi’ne harç taşımak yerine iktidarın haracını yemeyi tercih ediyor. Topluma ve ülkeyi yönetenlere gerçekleri söylemekle sorumlu kişiler iktidarın kucağında iktidarın düşüncelerini topluma kabul ettirme işlevini üstlenmiş durumdalar.
Bu yapıyı en iyi deşifre edebilecek ve karşısında bir sıradağ gibi durabilecek aydınların başında Kışlalı geliyordu.
Bedeninin aramızdan ayrılışının 15. yılında Kışlalı’nın anısı önünde eğiliyoruz, dimdik duran fikirleriyle geleceğe yürüyoruz.
“Ahmet Taner Hoca Türkiye için, bizler için ne büyük kayıp. Ahmet Taner Hoca’nın düşünceleri ne kadar güncel...
” 21 Ekim 1999 Perşembe sabahı Ankara büromuzda olağan gündem toplantısının bitiminin hemen ardından odama geçtiğimde, saat 9.45 sıralarında acı bir telefon geldi. Kışlalı, aracına binerken ön camına bir kutu içine konan bombanın patlaması sonucu ağır yaralanmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Bütün umudumuz yaşıyor olmasıydı. Hastanenin giriş katındaki görevliler tek cümle söyleyip bıraktılar, “Başınız sağ olsun.”
Bugün genç kızlığa yürüyen kızı Nilhan Nur henüz 1 aylıktı. Doktorların bir kaygısı da minik bebek ve annesiydi.
Hastaneden gazeteye dönerken ne yapacağımızı biliyor olmanın çaresizliği içindeydik. “Susturamazlar”, “Yılmayacağız” gibi kararlı bir başlıkla 8 sütuna manşet atacaktık, tepkileri hemen altında verecektik, gazetenin önüne gelen, Anadolu’nun değişik kentlerinde meydanlarda buluşan hüzünlü insanların fotoğrafları ve tepkileriyle devam edecektik.
Daha önce katledilen Prof. Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Doç. Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun’un ardından bir Cumhuriyet aydınını daha teröre kurban vermiştik.
***
Kışlalı’nın o gün bedeni yaşamdan koparılmıştı. Ama ruhu yaşamaya devam ediyordu. Bir bakıma onu katledenler hedeflerine tam olarak ulaşamamışlardı. Kışlalı, gerek öğrencileriyle, gerek fikirleriyle, gerekse bıraktığı eserlerle her şeye karşın karanlık gidişin önünde sönmeyen bir meşale gibi yanmaya devam etti. Kışlalı’yı katledenler, sonraki yıllarda her şeye rağmen güçlenen tam bağımsızlıkçı, yurtsever, Atatürkçü düşünceleri benzer yöntemlerle bitiremeyeceklerini anladılar. Bedenleri ortadan kaldırılan aydınların her şeye karşın ruhları yaşamaya devam ediyordu.
Çareyi bedenlerden önce ruhları öldürmekte aradılar.
Bu nasıl olacaktı?
Yurtseverler, Atatürkçüler bir bir tutuklanacak, ucu belirsiz davalarda yargılanacak, cezaevi yaşamına dayanamayacaklar, çok geçmeden ruhen ve bedenen iflas edecekler, pişmanlıklarını dile getirecekler, operasyonları gerçekleştirenler topluma da şunu söyleyecekler:
“Bakın işte sizin bu ülke için her şeyi yapar dedikleriniz bir yıl bile dayanamadı, ruhunu teslim etti. İşte fikirler de bu kadar güçlüymüş...”
Ama bunu da başaramadılar. Türkiye bu karanlık gidişi Anadolu’nun gücüyle sayıları az da kalsa yurtsever aydınların gücüyle aşacak.
***
Girişte Kışlalı’nın ne kadar güncel olduğunu vurgulamıştık. Bugün Mustafa Kemal’e, Kurtuluş Savaşı’na, Cumhuriyet devrimlerine saldıranlar işlerini kolay yapsın diye Kışlalı’ları katlettiler. Bu karanlık dönemi aşacağımıza olan inancımızın yanında bugünkü tabloyu da tüm çıplaklığıyla aktarma sorumluluğumuz var. Aydın tariflerinden biri şudur: “Gerçek aydın ülkesinin geleceğine harç taşıyan kişidir.”
Bugünkü baskın aydın yapısı ise ne yazık ki geleceğin Türkiyesi’ne harç taşımak yerine iktidarın haracını yemeyi tercih ediyor. Topluma ve ülkeyi yönetenlere gerçekleri söylemekle sorumlu kişiler iktidarın kucağında iktidarın düşüncelerini topluma kabul ettirme işlevini üstlenmiş durumdalar.
Bu yapıyı en iyi deşifre edebilecek ve karşısında bir sıradağ gibi durabilecek aydınların başında Kışlalı geliyordu.
Bedeninin aramızdan ayrılışının 15. yılında Kışlalı’nın anısı önünde eğiliyoruz, dimdik duran fikirleriyle geleceğe yürüyoruz.
Evet, kimdir Türk?
Türk olmanın ölçütü nedir?
11. yy. ile 13. yy. arasında Anadolu’ya gelen Türklerin sayısı 800 bin ile 1 milyon 300 bin arasında. Ama o sırada Anadolu’da yaşayan insanlar bunun tam on katı.
Türkler o insanlarla yalnız kan olarak değil, kültür olarak da karışmışlar. “Türk ulusu” dediğimiz şey de, ırkın değil, o ortak kültürün biraraya getirdiği toplumun adıdır.
Ege Tıp Fakültesi’nin altı yıl sürdürdüğü araştırmanın, “Anadolu Türk tipi” diye birşeyin olmadığı sonucunu vermesinin hayret edecek ne yanı var?
Kırgız da, Kazak da, Azeri de “soydaş” tır, ama bu ulusun bir parçası değildir.
Tıpkı Cezayirli ile ‘Iraklı’nın soydaş olmalarına karşın, aynı ulustan olmamaları gibi… Tıpkı Tuareg ve Berberi’lerin de, Arap olmalarına karşın, Magrip uluslarının bir parçası olmaları gibi…
İnsanları ne olduklarından çok, kendilerini ne hissettikleri önemlidir.
Özbek mi daha “biz”dendir, yoksa Güneydoğu’nun Türkçe bile bilmeyen köylü kadını mı? İstanbullu bir Ermeni’ye, Anadolu insanı mı daha yakındır, Ermenistan’daki soydaşı mı?
Tekirdağlı Yahudi, Amerika’da Türk ana-babadan doğan çocuktan daha “Türk” değil midir?
Buyurun! “Kürt milliyetçileri”ne yanıtlamaları için bir dizi soru…''
Ahmet Taner KIŞLALI
NEDEN KEMALİSTİZ
Atatürkçülük yerine "Kemalizm" sözcüğünü kullananlar artıyor.
Aslında aralarında bir ayrım olmaması gerekir. Ama ben Kemalizm demeyi niçin tercih ettiğimi her fırsatta açıklıyorum.
Birinci neden, Kemalizmin - tıpkı Leninizm gibi - evrensel bir kavram olması... İkinci neden, Atatürkçülük sözcüğünü, Marmaris'teki adam ve arkadaşlarının yıpratmış olması...
Önümde Almanya'dan yollanmış iki bildiri duruyor. Birincisini Sosyaldemokrat Halk Dernekleri Federasyonu, ötekisini de Türkiye Sosyaldemokratları Derneği yollamış... İkisinin de başlığı aynı:
"Neden Kemalistiz?"
Aslında aralarında bir ayrım olmaması gerekir. Ama ben Kemalizm demeyi niçin tercih ettiğimi her fırsatta açıklıyorum.
Birinci neden, Kemalizmin - tıpkı Leninizm gibi - evrensel bir kavram olması... İkinci neden, Atatürkçülük sözcüğünü, Marmaris'teki adam ve arkadaşlarının yıpratmış olması...
Önümde Almanya'dan yollanmış iki bildiri duruyor. Birincisini Sosyaldemokrat Halk Dernekleri Federasyonu, ötekisini de Türkiye Sosyaldemokratları Derneği yollamış... İkisinin de başlığı aynı:
"Neden Kemalistiz?"
10 Kasım 1995 günü, Hürriyet gazetesinde "Gerdan Atatürkçülüğü" diye bir yazı çıkmıştı:
Yazarın, bindiği uçaktaki dört hostesten ikisinin yakasında Atatürk rozeti bulunmaktan rahatsız olduğu anlaşılıyordu. Bundan "Gerdan Atatürkçülüğü"nün "avamlaştığı" sonucunu çıkarmıştı... Kendisi de "açık kart" oynadığını ve "Atatürkçü veya Kemalist olmadığını" açıklıyordu.
Çok hızlı, yetenekleri ve birikimi de çok sınırlı bir "numaracı cumhuriyetçi"nin, "Kemalist olmadığı" gibi müthiş bir açıklama (!) yapması, Aziz Nesin'in bile düş gücünü aşan bir olaydı. Nedense güldürü ustaları - kıskançlıktan olacak - "es" geçtiler. Ben de güldüm geçtim.
Ama yazıdaki ilkelliğe yönelik - yurtiçi ve yurtdışı - tepkilerden, benim telefonum, faksım ve posta kutum da "fazlasıyla" payını aldı.. Ve o yazı - PTT'nin yanı sıra - en çok da Atatürk rozeti satanlara yaradı.
Her geçen gün, THY çalışanlarının daha çoğunun yakasında Atatürk rozeti görüyorum!
Yazarın, bindiği uçaktaki dört hostesten ikisinin yakasında Atatürk rozeti bulunmaktan rahatsız olduğu anlaşılıyordu. Bundan "Gerdan Atatürkçülüğü"nün "avamlaştığı" sonucunu çıkarmıştı... Kendisi de "açık kart" oynadığını ve "Atatürkçü veya Kemalist olmadığını" açıklıyordu.
Çok hızlı, yetenekleri ve birikimi de çok sınırlı bir "numaracı cumhuriyetçi"nin, "Kemalist olmadığı" gibi müthiş bir açıklama (!) yapması, Aziz Nesin'in bile düş gücünü aşan bir olaydı. Nedense güldürü ustaları - kıskançlıktan olacak - "es" geçtiler. Ben de güldüm geçtim.
Ama yazıdaki ilkelliğe yönelik - yurtiçi ve yurtdışı - tepkilerden, benim telefonum, faksım ve posta kutum da "fazlasıyla" payını aldı.. Ve o yazı - PTT'nin yanı sıra - en çok da Atatürk rozeti satanlara yaradı.
Her geçen gün, THY çalışanlarının daha çoğunun yakasında Atatürk rozeti görüyorum!
Makedon, Hırvat, Bulgar, Rus, Alman, Yunan, İngiliz ve Romen bilim adamlarının oluşturduğu bir "Balkan Bilim Derneği" var. Birkaç ay önce yapılan genel kurulunu, Bulgar başkan şu sözlerle açmıştı:
"Atatürk'ü 20. yüzyılın en büyük dahisi kabul ediyoruz!.. Amacımız, Atatürk'ü hem kendi ülkelerimizde hem de bütün dünyada tanıtmaktır."
Dernek, "Atatürkü Düşümde Gördüm" isimli bir film yaptıracaktı. "Atatürk ve Balkanlar" kitabı hazırlanıyordu. Harf devriminin 70. yılının, 1998'de bütün dünyada kutlanması sağlanacaktı. Balkan ülkelerinde "Atatürk'ü Nasıl Tanıyorsunu?" konulu yarışmalar düzenlenecekti... Ve çeşitli Avrupa ülkelerinde şubeleri olan bir Atatürk Üniversite kurulacaktı...
Bir "32. Gün" izlencesinde, Vietnam'da bir ilkokul gösterilmişti. Karatahtada "Atatürk" yazılı idi. Ho Şi Min'in çocukları, Mustafa Kemal'in devrimini öğreniyorlardı... Ve son haber:
Kırgızıstan'da Başbakan Yardımcısı Prof. Osmanakun İbraimov yönetiminde "Uluslararası Atatürk Araştırma Vakfı" kuruldu. Azerbayacan'da - Bakü ve Nahcivan'da - bir "Atatürk Araştırmalar Vakfı" kurulması hazırlıkları içinde. Özbekistan'ın Stratejik Araştırmalar Vakfı ise, Kemalizmi öncelikle incelenecek konular arasına aldı.
"Atatürk'ü 20. yüzyılın en büyük dahisi kabul ediyoruz!.. Amacımız, Atatürk'ü hem kendi ülkelerimizde hem de bütün dünyada tanıtmaktır."
Dernek, "Atatürkü Düşümde Gördüm" isimli bir film yaptıracaktı. "Atatürk ve Balkanlar" kitabı hazırlanıyordu. Harf devriminin 70. yılının, 1998'de bütün dünyada kutlanması sağlanacaktı. Balkan ülkelerinde "Atatürk'ü Nasıl Tanıyorsunu?" konulu yarışmalar düzenlenecekti... Ve çeşitli Avrupa ülkelerinde şubeleri olan bir Atatürk Üniversite kurulacaktı...
Bir "32. Gün" izlencesinde, Vietnam'da bir ilkokul gösterilmişti. Karatahtada "Atatürk" yazılı idi. Ho Şi Min'in çocukları, Mustafa Kemal'in devrimini öğreniyorlardı... Ve son haber:
Kırgızıstan'da Başbakan Yardımcısı Prof. Osmanakun İbraimov yönetiminde "Uluslararası Atatürk Araştırma Vakfı" kuruldu. Azerbayacan'da - Bakü ve Nahcivan'da - bir "Atatürk Araştırmalar Vakfı" kurulması hazırlıkları içinde. Özbekistan'ın Stratejik Araştırmalar Vakfı ise, Kemalizmi öncelikle incelenecek konular arasına aldı.
Kuzey Kıbrıs'ta yapılan ve çok sayıda yabancı bilim adamının katıldığı "3. Uluslararası Atatürk Sempozyumu"nun sonuç bildirisinde şu satırlar bulunuyor:
"Atatürkçülük Türk milleti için bir öze dönüş hareketidir. Atatürkçü düşünce, sadece Atatürk dönemi Türkiyesi'nin zorluklarını çözmek ve bütün esir ve mazlum milletlere örnek olmakla kalmayan; akla, bilime ve fenne dayalı bir dünya görüşü olarak, gelecek yüzyıllara ışık tutacak bir sistemdir."
Bizim niçin Kemalist olduğumuz belli.
Türkiye'de bir din devleti, ya da etnik farklılıklara dayalı bir devlet kurmak peşinde olanların, neden Kemalizme karşı oldukları da belli.
İnanca dayalı olduğu ölçüde, her iki tutuma da saygı duymak gerekir... Ama "gerdan"dan yukarıya çıkamayan "yeni mandacılar"a saygı duyabilmek çok zor!..
"Atatürkçülük Türk milleti için bir öze dönüş hareketidir. Atatürkçü düşünce, sadece Atatürk dönemi Türkiyesi'nin zorluklarını çözmek ve bütün esir ve mazlum milletlere örnek olmakla kalmayan; akla, bilime ve fenne dayalı bir dünya görüşü olarak, gelecek yüzyıllara ışık tutacak bir sistemdir."
Bizim niçin Kemalist olduğumuz belli.
Türkiye'de bir din devleti, ya da etnik farklılıklara dayalı bir devlet kurmak peşinde olanların, neden Kemalizme karşı oldukları da belli.
İnanca dayalı olduğu ölçüde, her iki tutuma da saygı duymak gerekir... Ama "gerdan"dan yukarıya çıkamayan "yeni mandacılar"a saygı duyabilmek çok zor!..
24.12.1995
Ahmet Taner Kışlalı/Cumhuriyet
Ahmet Taner Kışlalı/Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder