kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2013 Pazartesi

AHMET TANER KIŞLALI

 21 Ekim 1999 14 yıldır özlemle arıyoruz ,anıyoruz...SAYGI İLE...
İki "insan"ın yaşamöyküsü....
Nilgün Kışlalı "Türk" dedi...
Ahmet Taner Kışlalı "Atatürk" dedi.
Bir Türk'ün ölümü...
İki Türk'ün ölümü...
Türklerin ölümü....
Ölüyorlar, öldürüyorlar, "Türk" dedikçe, "Atatürk" dedikçe...
Ve "Ölen ölür, kalan sağlar bizdendir" diyenler ürüyor...
Olsun...
Bu kitap, Kışlalı'ların geride bıraktıkları sevginin, doğallığın, insanlığın ve umudun izlerini yansıtıyor.
SITKI ULUÇ (Ahmet Taner Kışlalı'nın damadı)

Not: Bu kitap :Çıktığını duyduktan sonra beş yıl heryerde ardadığım bir kitap.Umudumu yitirmek üzere iken hiç ummadığım bir yerde ;İzmir Ankara karayolu üzerinde bir dinlenme tesislerindeki bir sergide buldum.En değerli kitaplarım arasındadır ,hayranım" İki Türk"'e...
Arzu Sarıyer

14 Temmuz 2013 Pazar

Ağlama Smyrna

Ağlama Smyrna
Smyrna ve Efes adının ilk çağlarda,( Hititler döneminde), Ordu yöresinde yaşayan kadınlardan oluşan Amazon devleti kraliçelerinin adları olduğu söylenir. Yani Ordu yöresinden gelerek bu kentleri onlar kurmuşlar ve kendi adlarını vermişler. Örneğin Penthesileia da Amazon kraliçesidir. Troya Savaşı’nda Anadolu’nun birliği için, çift ağızlı baltasıyla savaş alanına bir hışım gibi dalar…
Ne var ki yarı tanrıça olan, bedenine ok işlemeyen Akhilleus’la saatlerce, kahramanca dövüşmesine karşın aldığı bir mızrak darbesiyle ölür ama bu yiğitçe soylu davranışıyla ölümsüzlüğe ulaşır. Afrodisyas’daki (Karacasu- Geyre köyü) müzeyi gezerseniz orada, olağanüstü bir güzelliğe sahip Anadolu’nun kurtuluşu için savaşırken aldığı mızrak ve kılıç darbeşiyle yaralanan, yaralanan sağ memesinin altı kırmızı boya ile gösterilen çok güzel bir Amazonlu Penthesileia heykeli görürsünüz. O denli güzel işlenmiştir ki mermer, damar damar; sevinci, üzüntüyü mermere nasıl nakşedildiğine şaşar kalırsınız. Aşkın ve sevginin, aşkla heykelleştirildiği bir yerdir orası…
Ağlama Smyrna Döneceğim de Gülseren Engin’in, Kurtuluş Savaşı öncesi Kösten Adası’nda balıkçılık yapan Bedros’un acılı yaşam öyküsünü anlatırken Anadolu’nun o günkü durumuna da bir ayna tutar. 13 Şubat 1914’te Kösten Adası’ndan başlayarak 14 Mayıs 1919’da İzmir’e Yunanalıların işgaline değin iç içe düğüm olmuş Anadolu gerçeğini anlatıyor.
Karısı Anna’yla sevişerek evlenen Bedros, boylu poslu, kumral kıvırcık saçlı, mavi gözlü, yakışıklı bir adamdır. Bu evlilikten iki erkek, bir de kız çocuğu olur. Erkek çocuklar büyüyünce baba mesleği balıkçılığı istemezler. Büyük oğlu Stavros okumak için İzmir’e gidip yerleşir. Diğer oğlu Yorgos ise bir fabrikada iş bulmak için Atina’ya gider.
Kösten Adası’nda balıkçılık yaparak yaşayan Bedros, karısı ve Smyrna (İzmir) adını koydukları güzeller güzeli kızlarıyla köyün biraz uzağında eski Pazar kalıntıları yakınındaki küçük koyda yaşamaktadırlar. Bir gün İngiliz savaş gemileri gelir adaya. Ahmet Çavuş’la arkadaş olan Bedros gördüklerini ve kuşkularını anlatır ona. Karaburun ve Foça’nın karşısında yer alan savaş gemileri İzmir işgaline hazırlanmaktadırlar.
Evleri bombalandıktan sonra Bedros, karısı Anna’ya “gidiyoruz” dedi. On üç  yaşında, sarışın, mavi gözlü, çok güzel kızı Smyrna’yı da alarak İzmir’e gideler. Smyrna’nın yaşam öyküsü gibi devam eden roman  tam bir Anadolu gerçeğine tuz basar. Anadolu’nun düşmanı Anadolu’da yaşayan halklar değildir. Anadolu’yu sömürmeye çalışan sömürgeci güçlerdir. Halklar arasına düşmanlık tohumları atarak, yıllardır ekmeğini, aşını, suyunu paylaşan bu sevecen insanların arasına ayrılık tohumları, kin ve nefreti atarlar. İşbirlikçileri aracılığıyla da bunun gelişip boy atmasını sağlarlar. Amaç bulanık suda balık avlamaktır.
Yurtsever Bedros ve eşi Anna ne denli dirense de kızları Smyrna’yı kirletip onunla evlenerek başka erkeklere satan Yunan ajanı Nikos tarafından öldürülürler. Biricik kızları Smyrna’yı da geneleve satar. Nikos, Türkleri katlettiği için Yunan komutanlarınca ödüllendirilir. Atina’ya giden oğlu Yorgos savaşta insanların ne denli acımasız olduklarını yaşayarak öğrenir ve savaş karşıtı olur. İzmir’de  yaşayan Stavros, kiliselerdeki propagandanın etkisinde kalarak Helen düşüncesinin  yönderi olur.
Aklıalmaz olaylar yaşayan Smyrna, Çakır Osman’a sevdalıdır ama çok az birlikte olurlar. Yurda giren düşmanlarla savaşan Çakır Osman, düşmanı yurttan atar atmaz Smyrna ile evlenecektir ama Smyrna bir kör kurşuna kurban gider. Maşatlık’ta çoban ateşleri yanmaya devam edecektir. 15 Mayıs’ta İzmir’e çıkan Yunanlılara ilk kurşunu Hasan Tahsin sıkacak, özgürlük meşalesini yakarken Yunan askerlerince katledilecektir. İkinci direniş Ödemiş’te olacak ama düşman ilerleyişi sürecektir. Aydın-Sultanhisar- Malgaç’ta Yörük Ali Efe ve 59 arkadaşının yaptığı baskında yunan karakolu yok edilecek ve halkımız moral bulacaktır.
Üç yıl üç ay süren şanlı bir direnişin sonunda 9 Eylül 1922’de Yunan askerleri çıktıkları yerde İzmir denizine dökülecektir. Anadolu gerçeğini ve üstünde oynanan oyunları doğru kavrayabilmek için Remzi Kitabevi’nce basılan “Ağlama Smyrna Döneceğim” Gülseren Engin’in kitabının okunmasının çok yararlı olacağını düşünüyorum.
Etem ORUÇ
10 Temmuz 2013

28 Şubat 2013 Perşembe

KİTAP


 Günbegün  kitap sansür haberleri ile karşılaşıyoruz. Dünyaca ünlü şair ve yazarlarımızın kitapları ,şiirleri sansür denilen kıyımdan geçiriliyor .Bahaneler hazır "müstencen" miş...Kurt suyun başını tutmuş aşağıdaki kuzuyu tehtit ediyor "suyumu bulandırırsan seni yerim" kuzu aşağıda kurt yukarıda ,nasıl bulandıracakmış kuzucuk suyu!...Ama kurt kafaya koymuş ; kuzuyu yiyecek bahane rastgele...Ülkeyi yöneten yetkili ve etkli makamlar doksan yıldır ne varsa silip süpürmeye kararlılar; bugün kitap olur yarın resim ,öbürgün müzik ...Sansürle sansürle ve yok etsinler... !


 Yakılma ,sansür, yasak ,suç unsuru gibi nedenlerle kitap okuyanımız son otuz yılda giderek azalırken yakın tarihimizdeki iki olayı anımsıyor ve önemsiyorum...Olaylar 1940 lı yıllarda "Türk Rönesansı" olarak adlandırılan  "Köy Enstitüleri "döneminde yaşanmıştı. Anadolu köylerinde yakılan aydınlanma ışığı kitap okumalarla ışıl ışıl parlıyordu. Gerçekten karanlıklar aralanıp kurtuluş gerçekleşecekti ama yakılan ışıklar palazlanamadan söndürüldü.

File:Lytras nikiforos antigone polynices.jpeg

""1941 Yılında İkinci Dünya savaşının en şiddetli yaşandığı bir süreçte Ege Bölgesinde 
Balıkesir yakınlarında denetlemelerde bulunan dönemin Cumhur Başkanı İsmet İnönü 
dönüş yolunda karşılaştığı fakir bir köylü çocuğunu durdurur.Çocuğun kıyafeti ve ayağındaki
 çarık onun ekonomik durumunu zaten yeterince göstermektedir.Çocuğun yanında
 resmi arabanın durması arabadan inip ona doğru yaklaşması çocuğu heyecanlandır.
 İsmet İnönü çocuğa yaklaşır ve elinde taşıdığı azık torbasında ne olduğunu sorar
Çocuk torbasını açar ve gösterir. Torbadan çıkanlar bir parça köy peyniri, bayatlamaya
yüz tutmuş ekmek ,soğan ve zeytinin yanında Milli Eğitim Bakanlığı Klasiklerinden olan
Sophocles'in Antigone'udur. Çocuğun babası yol parası olarak verdiği parayı kitaba yatırmış ve 12 km lik yolu yürümeyi tercih etmiştir Bunun üzerine İnönü yanındaki
Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman'a dönerek"ekmeğin yanında kitap .ne zaman yurttaşımız ekmekle kitabı tutabilecek bir düzeye
ulaşırsa Türkiye o zaman gerçekten kurtulacaktır." "



"Bedri Rahmi Eyüpoğlu 1940 yıllarında Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsün'de karşı-
laştığı bir olayda okuma alışkanlığının her her şart altında nasıl yaşandığını gözler önüne serer Gecenin bir yarısı ahırlardan bir ışık geldiğini görür.Merak eder ve yaklaşır
 okulun kocabaş hayvanlarının barındığı ahırda bir çocuk görür.Gece nöbetinde ,elinde bir kitap vardır. Shakespeare okuyordu .Okuduklarını da ertesi gün oynadıkları
 piyeste gördük 13-15 yaşında fakir bir köylü çocuğunun bu kadar olumsuz şartlarda 
Dünya Tragedyasının usta yazarı Shakespeare okuması inanılır gibi değil ama gerçek..."

Ekmeği ,kitabı ,sanatı bir türlü yanyana aynı düzeye getiremedik; demek ki kurtulamadık karanlıktan. Her gecenin sabahı olur ,her karanlığın aydınlığı  bekliyelim umutla...Belki yarın ,belki yarınlarda...


Arzu Sarıyer

31 Mart 2012 Cumartesi

Ortalık Barbara Cartland’lardan Geçilmiyor / ÜLKÜ TAMER

Ortalık Barbara Cartland’lardan Geçilmiyor

31 Mart 2012 - Cumhuriyet
Bir zamanlar ülkemizde best seller türünün simge adı Barbara Cartlanddı. Romanları Altın Kitaplar tarafından dilimize aktarılır, yayımlanırdı. Yayınevinin yöneticisi dostum Dr. Turhan Bozkurt hiçbirini okumazdı o kitapların. Yazarı küçümserdi. Adını bile Türkçe yazıldığı biçimde, Cyi C olarak, Cartı çatlatarak Cartland diye söylerdi.
Ne yapayım derdi. Cartlandları yayımlamasak klasikleri de yayımlayamayız herhalde. Doğru dürüst kitaplarımızın giderlerini onun romanları karşılıyor.
***
Best seller denilince sadece pembe kitaplar ve kadın yazarlar gelmesin akla. Bu türün ülkemizde en ünlüsü Kerime Nadirdi elbette. Ama bir Esat Mahmut Karakurt, bir Abdullah Ziya Kozanoğlu da kendi alanlarında önderdiler.
Satış açısından ilk sıradaydılar hep. Ama sanat-edebiyat ya da kalıcılıkterazisine vurulunca bugün baktığımız yerdeydiler.
Yanlış anlaşılmasın, best sellerları küçümsemiyorum. Pembe diziler olmasa bile, gerilim türünde anılabilecek nicelerini okudum. Okudum ve unuttum. Okurken bana verdikleri keyifle yetindim. Ama bir Çehovu, bir Hemingwayi yaşamımın bir yanına yerleştirdim.
***
Best seller okuru ya zamanla okumayı bütün bütüne bırakır, eviyle, işiyle, televizyonla, bilgisayarla yetinir ya da pembe dizi tiryakiliğini sürdürür
Ya da onları bir basamak olarak kullanıp nitelikli edebiyat yapıtlarına geçer.
Bunun birinci dereceden tanık olduğum örneği annemdi. Kerime Nadirlerle,Muazzez Tahsinlerle başlayan okuma tiryakiliği, onu önce Reşat Nuri Güntekinlere, sonra Dostoyevskilere sürüklemişti. Hıçkırıkla başlayıpRüzgâr Gibi Geçtiyle, Şahikayla süren okuma serüveni Suç ve Cezayla noktalanmıştı.
***
Bugün bakıyorum da ortalık Barbara Cartlandlardan geçilmiyor.
Olabilir. Neden olmasın? Onlar da belirli bir okuma gereksinimini karşılıyor.
Benim takıldığım bir nokta var:
Yazarların kendilerini Virginia Woolf ya da James Joyce saymaları.
Yazdıklarını has edebiyat örnekleri sanmaları.
Kerime Nadir bugün yaşasaydı herhalde Hıçkırıkta demir atmayacaktı. Gözyaşlarını sevdiğinin mendiline silip verem olan kızlar yerine, daha karmaşık aşklar yaşayan gençleri anlatacak, arada entelektüel yorumlar döktürecekti.
Bilgisayar çağına ayak uyduracaktı.
Bugünün birçok yazarını Kerime Nadirin uzantısı olarak görüyorum. Ama kendileri, kendilerini öyle görmüyorlar. Dergilerde, gazetelerde, televizyonlarda has edebiyat temsilcileri olarak boy gösteriyorlar.
En büyük dayanakları, yapıtlarının çok satması.
***
Çok geriye gitmeyelim. Üç yıl öncesinin best seller listelerine bakalım. O listelerde başı çeken kitapların bugün hangileri okunuyor, hangileri hatırlanıyor?
Batıda öyle değil mi? ABDde, İngilterede, Fransada bir süre önce ortalığı kasıp kavuran kitaplar unutulmuş. Aşk Hikâyesinin Erich Segali nerede? Ama Ernest Hemingway kitapçı raflarındaki yerini koruyor.
Çok satan bütün kitapların edebiyat değerlerinin olmadığını söylemiyorum. Sözgelimi, Murathan Munganın yapıtları hem satış hem sanat değeri olarak üst düzeyde
Ama ortalığı kasıp kavuran yazarların çoğu yarın hatırlanmayacak diye düşünüyorum.
Kimler mi?
Üstüne alınmak isteyen varsa buyursun alınsın.

11 Aralık 2011 Pazar

GÜZEL OKUMALARA... OKTAY AKBAL

 
 

GÜZEL OKUMALARA...

Muzaffer İzgü’nün 143. kitabını okuyorum.

Bütün yaşamını yazmakla geçirmiş bir yazar az bulunur!

Mizahçı mı mizahçı! Aziz Nesin’i kıskandıracak kadar!..

Yok, o da severdi. Türk edebiyatında mizah dalında Muzaffer İzgü’nün değerini bilirdi.

“Padişahım Çok Yaşa”da birbirinden güzel, anlamlı öyküler var. Hepsi düşündürücü! Hem gülümsetiyor hem de sizi başka yerlere götürüyor... Ben de geçenlerde yazmıştım aynı adı kullanarak! O zaman çıkmamıştı İzgü’nün kitabı...

“Padişahım Çok Yaşa” güncelliğiyle yeniden yaşatmış o eski deyimi! Bir zamanların padişahlarını göz önüne getirmiş...

Artık padişahlık yok, diyoruz, ama ondan da beteri var. “Tek adam” yönetimi! Kendi eliyle seçtiği yüzlerce insanı yöneten, daha doğrusu tüm toplumu yönetmeye kalkışan bir tek adam...

Muzaffer İzgü’nün 143 kitabı var. Ama o, daha çok kitap yazacak. Milyonlarca okuru bekliyor.

***

“Gün Işığı” Kitaplığı birbirinden çekici yapıtlarla genç okurlara sesleniyor. Hemen hepsi ilkgençlik günlerinin öyküleri. Bu arada benim de “Kırmızı Yoyo” kitabım yer aldı bu dizide. Öykülerimden seçilmiş çocukluk anıları. Hepsini ben mi yaşadım, belki! Biraz da yaşamak istediklerim...

Fakir Baykurt’un da “Yandım Ali”si çıktı bu yakınlarda. Baykurt, köyü, köylüyü yakından tanıyan, seven, anlatan bir yazarımız. Genç yaşta yitirdik. Ama onlarca yapıtı yaşıyor. “Yandım Ali” de Baykurt’un ilkgençliğinin anıları gibi...

Fakir Baykurt dedem Tepeyran’ın “Küçük Paşa”sını çok severdi. Köy enstitülerinde Mustafa Nihat Özön’ün sevdirdiği bir roman, edebiyatımızda köy gerçeğini gözler önüne seren bir kitap. Yüzyıl önce yazılmış, yayımlanmış. Fakir de çok beğenirdi. Bir gün “Ben o romanı ele alıp yeniden yazmak istiyorum” demişti. Baykurt gibi sağlam bir yazar, kitaplarıyla ölümsüzdür.

***

Öyle çok kitap var ki okumaya, yazmaya değen. Benim gibi yaşlanmış, ama okumaya yazmaya doyamamış biri, hepsini değerlendiremediği için üzülüyor.

Yılmaz Gruda “Bektaşi Fıkraları”nı şiirleştirmiş. Hepsi birbirinden güzel, anlamlı. Kolaylıkla ezberlenebilecek şiirler. İrem Uşar’ın “Kuuzu ve Lunapark Ailesi” de Günışığı Kitaplığı’ndan çıkmış. O da hepimizin yaşadığı ama unutamadığı çocukluk düşlerine götürüyor.

Doğan Kuban, Cumhuriyet okurlarının çok sevdiği bir yazar. Her yazısı, bilimle sanatın bir çeşit sentezi. “Gelecek” adlı kitabında “geleceği sorgulayan toplumların geleceği”ni anlatmış bize...

***

Perihan Akçam’ın “Onca Çileden Sonra”sı bir annenin değişik düşüncelere kendini kaptırmış oğulları yüzünden çektiği acıların kitabı. Akçam’lar, hepsi belli görüşlerin, düşüncelerin insanları. Babadan oğula!..

***

İrfan Yalçın’ın “İlkyaz Ölümleri” bir roman, bir öykü değil, ama hepsi var. Zonguldaklı şairler Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu ve Kemal Uluser’i, yaşamları ve ölümlerini bir dost bakışıyla anlatıyor. İlkyaz ölümlerini tatmış, şiirleriyle yaşamış ve yaşatmış dört arkadaş; “Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip, Kemal Uluser! Geldiler, çok az kaldılar, gittiler.” Ama gitmediler, şairler kolay yok olmaz.

***

Ali Selçuk’un “Altın Denemeler”i de deneme alanında ün yapmış yazarlardan bir seçme... Hepsi önemle, ilgiyle okunmaya değer parçalar. Ali Selçuk “Deneme okumak, ‘insan’ı ve ‘dil’i okumaktır” diyor. Güzel okumalara.

Okunmayı bekleyen işte birkaç değerli kitap... Güzel okumalar dileğiyle...

Cumhuriyet 11.12.2011
EVET/HAYIR
Oktay Akbal

28 Kasım 2011 Pazartesi

HAYMATLOS KEMAL YALÇIN


 

 

Haymatlos

Dünya Bizim Vatanımız


Haymatlos- Dünya Bizim Vatanımız adlı kitabım, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından, 10 Haziran 2011’de, İstanbul’da yayınlandı.
Bu kitabımda 1933-1945 yıllarında, Nazi rejiminden kaçarak Türkiye’ye sığınmış mülteci Almanların, bilim insanlarının yaşam öykülerini anlattım. Türkiye’ye sığınmış 1400 kadar mülteci Almandan çoğu artık yaşamıyor. Ben onlardan sadece Cornelius Bischoff’u 2009 yılında Hamburg’da bulabildim.
Cornelius Bischoff, henüz on bir yaşında iken, annesi ve kız kardeşi ile birlikte, 1939’da, korkunç kaçış yollarından geçerek Gestapo’nun elinden kurtulmuş, Paris, Marsilya üzerinden İstanbul’a ulaşabilmişti. Cornelius’un babası Eduard Bischoff dülgerdi, Sosyal Demokrat Partili (SPD) bir sendikacıydı, Nazilere karşı mücadelede yer almıştı. Halası Berta Kröger, Hamburg Parlamentosunda SPD milletvekili idi. Annesi Berta Abronoviç Bischoff ise, İstanbullu bir Yahudi idi. Bischoff ailesi toplama kampına gitmekten son anda kurtulmuştu.
Türkiye ile Almanya arasındaki diplomatik ilişkiler 2 Ağustos 1944’de kesildi. Daha sonra da Türkiye, Nazi Almanyasına karşı savaş ilan etti.
5 Ağustos 1944’de Türk Hükümeti, tüm Alman vatandaşlarının bir hafta içinde Türkiye’yi terketmesini istedi. Bu karar üzerine 672 Alman Türkiye’den ayrıldı. 626 Alman vatandaşı ise geri dönmeyi kabul etmedi ve böylece Alman vatandaşlık hakkını kaybederek Haymatlos durumuna düştüler. Türk Hükümeti, Türkiye’de kalan Almanlara “Haymatloz” kimliği verdi. “Haymatloz”lar, 23 Ağustos 1944 sabahı evlerinden toplanarak Ankara yakınlarındaki Çorum, Kırşehir, Yozgat şehirlerine enterne edildiler.
Cornelius Bischoff, annesi Berta, babası Eduard ve kız kardeşi Edith ile birlikte Çorum’a enterne edilmişti. Çorum’da 300 kadar Enterne Alman vardı.
Enterne Almanların şehir dışına çıkmaları, çalışmaları, siyasetle uğraşmaları yasaktı. Kızılay’ın deprem fonundan verilen 10 ya da 20 lira aylıkla yaşamak zorunda idiler. Haymatlos Enterne Almanlar 1944-1945 yıllarında, 18 ay kadar Çorum, Yozgat ve Kırşehir’de yaşamışlardı.
Çorum, Yozgat ve Kırşehir’de yaptığım araştırmalarda, Haymatlos Enterne Almanlardan kalan izleri, belgeleri en çok Çorum’da bulabildim.
Cornelius Bischoff, hayat hikayesini, Çorum’da ve İstanbul’da yaşadıklarını ayrıntılarıyla bana anlattı. Elindeki belgeleri, fotoğrafları, kaynakları verdi. Bu nedenle Haymatlos’ta esas olarak Cornelius Bischoff ve ailesinin hayat hikayesini işledim. Corenlius’un hayatında yer almış olan insanlara; özellikle Yaşar Kemal’e, Zülfü Livaneli’ye, Resam Orhan Peker’e geniş yer verdim. Ayrıca, Ankara’nın, Çankaya Köşkü’nün, TBMM Binasının başmimarı Prof. Clemens Holzmeister’in yaşam öyküsünü de anlattım.
Kitabın konusu ile bağlantılı olduğundan, Naziler tarafından 1933-1935 yıllarında işlerinden atılan, toplama kampına gönderilme tehlikesiyle yaşayan tiyatro ve opera yönetmeni Carl Ebert’e ve onun özel tercümanlığını yapan Yazar Sabahattin Ali’ye; büyük müzisyenler Paul Hindemith, Ernst Preatorius Prof. Eduard Zukmayer’e; SPD’li siyasetçi, şehir planlamacısı Prof. Ernst Reuter’e kitabımda yer verdim, yaşam öykülerini ve mücadelelerini anlattım.
Prof. Ernst Reuter, Ankara’da yaşamıştı. Alman Özgürlük Birliği adlı gizli bir örgütün kurucuları arasındaydı. 1946’da Berlin’e döndü ve Berlin’in ilk Belediye Başkanı seçildi. Ernst Reuter’in Türkiye’deki sürgün yıllarının öyküsü Haymatlos’ta genişçe yer alıyor.
1933-1945 döneminde 700 kadar Alman bilim insanı Türkiye’ye sığınmıştı. Türk Hükümeti, Nazilerin görevden attığı bilim insanlarından bir kısmına 1933 yılında kurulan Türkiye’nin ilk üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’nde kurucu öğretim üyesi olarak görev verdi.
Birçok Alman bilim insanı Türkiye’ye sığınarak ölümden kurtulmuş, İstanbul ve Ankara üniversitesinde bilimsel çalışmalarını sürdürme olanağı bulmuştu. Alman bilim insanlarından en tanınmışı, Frankfurt-Main Üniversitesi’nden Yahudi olduğu için atılan hukukçu Ordinaryüs Prof.Dr. Ernst Eduard Hirsch idi; 1933-1953 yıllarında Türkiye’de kaldı, İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültelerinin kurulup geliştirilmesine büyük emek verdi. Haymatlos’ta, Prof. Hirsch’in hayatına da geniş yer verdim.
Benim amacım, Cornelius Bischoff ve hayatta kalan diğer canlı tanıkların anlatımlarına dayanarak, Hitler faşizminden kaçarak Türkiye’ye sığınmış Almanların maceralı hayatlarını öyküleştirerek bugüne aktarabilmek; dostluk ve sevgiye dayanan insan ilişkilerini Alman ve Türk toplumunun belleğinde canlandırabilmek; özellikle bugünün Türkiye ve Almanya’sında yaşayan gençlere bu örnek davranışları gösterebilmek; aynı zamanda bu konu hakkında merak uyandırabilmektir.
İnsanlık, Nazi rejimi gibi barbarlıkları, ölüm kamplarını, gaz odalarını, insan yakma fırınlarını bir daha görmesin, yaşamasın!
Haymatlos, savaşlarla yakılıp yıkılmış,  kül olmuş bir hayatın yeniden yaratılmısının; insan sevgisinin, vefanın, dostluğun, kardeşliğin romanıdır.
Bu kitabımı,1933 sonrasında Türkiye’de yaşamış Haymatlos Almanlara, mülteci Alman bilim insanlarına ve onlara kucak açmış olan Çorum, Yozgat, Kırşehir’in asil ruhlu, yardımsever insanlarına sunuyorum.

Bochum, 10 Haziran 2011                               Kemal Yalçın

27 Ağustos 2011 Cumartesi

ÇOCUKLARIMIZA KİTAP ÖNERİLERİ ÜLKÜ TAMER

ÇOCUKLARIMIZA KİTAP ÖNERİLERİ

Bu soruyu soran çok kişi var. Geçen hafta bir okuru...m, “Tatil bitti bitecek,” dedi. “Çocuğuma hangi kitabı alayım?”

Okunması (ya da okutulması) gereken o kadar çok kitap var ki... En iyisi, sayıyı beşle sınırlamak, kendi önerilerimi iletmek...

***

İlköğretim düzeyi için ilk seçimim Andersen Masalları.

Masallar yoğun öykülerdir. Hızla akıp giden olaylardan örülmüşlerdir. Çocuk okurun dikkatini, ilgisini dağıtmazlar. Onu başka edebiyat türlerinin okuru olmaya hazırlarlar. Bu yüzden ilk seçimim bir masal kitabı oldu.

Peki ama, neden Grimm Kardeşler, Perrault, Dede Korkut ya da Keloğlan masalları değil de Andersen?

Hans Christian Andersen edebiyata en yakın masalcıdır da ondan.

Sözünü ettiğim öteki masallar derlemedir. Halk arasında anlatılan yaygın masallardır. Andersen ise özgün yapıtlar üretmiştir. Amacı bir öykü aktarmak değil, bir öykü yaratmaktır. Anlatımı da anlattıkları kadar özgün ve ilginçtir. Dede Korkut’u okuduktan yıllar sonra Deli Dumrul’un köprübaşını tutmasını hatırlarsınız; ama Andersen’in Kibritçi Kız’ını gençliğinize, olgunluk çağınıza sadece düşleriyle değil, yüreğinizin bir köşesine ilişmiş hüznüyle de taşırsınız.

***

Küçük Prens. İkinci seçimim Antoine de Saint-Exupéry’nin yapıtı.

Küçük Prens büyükler için yazılmıştı aslında. Ama her yaşta okurun ilgisini çekmiş, kısa sürede birçok dile çevrilmiş, çocukların da ellerinden düşürmedikleri bir kitap olarak ölümsüz yapıtlar arasında yerini almıştı.

Çocuklar için onu önermemin iki nedeni var.

Birincisi, yedek subay öğretmenliğim döneminde Küçük Prens’i okuyan öğrencilerimin daha sonra benden başka kitaplar istemeleriydi.

İkincisi, düşgüçlerinin harekete geçmesi, kendi küçük prensliklerini (ya da prensesliklerini) yaşamaya başlamalarıydı.

***

Odysseia. Ortaöğretim düzeyindeki çocuklara (ve ilkgençlik dönemlerini yaşayanlara) önereceğim birinci kitap Homeros’un destanı.

Homeros, şiirle öyküyü olağanüstü bir ustalıkla bağdaştıran sanatçıların başında gelir bence. Öyküyü izlerken büyük bir şiir tadı alırsınız.

Peki, neden İliada değil de Odysseia?

Odysseia serüven açısından daha zengindir. Kısa öykülerden örülmüştür sanki. İlginizi daha diri tutar. Homeros’u sevmenizi, klasiklere ısınmanızı sağlar.

***

İnce Memed. Bu kitabı seçmemin nedeni de üç aşağı beş yukarı aynı. Yaşar Kemal’in çok daha fazla sevdiğim romanları var. Ama günümüzün en güçlü yazarının yapıtlarına ve çağdaş Türk edebiyatına ilk adımı atacaksanız, bence bu kitapla başlamalısınız.

İnce Memed, hem konu, öykü, serüven zenginliği, hem anlatım bakımından hemen sarar okuru; yazarın öteki kitaplarını okuma ve başka yazarların yapıtlarına yönelme isteğini uyandırır onda.

***

Memet Fuat’ın Antolojisi. Okulda şiir okurluğuna Fuzuli’yle, Cenap Şahabettin’le, Mehmed Emin Yurdakul’la başlamak öğrenciyi edebiyattan da soğutur, canından da bezdirir. Arapça, Farsça sözcüklerle boğuşmak, aruz kalıplarını kestirmeye çabalamak, “Şair bu mısrayla ne demek istemiştir?” sorusunu yanıtlamaya çalışmak “zor zanaat”tir doğrusu.

Öğrenciye şiiri sevdirmek, onun şiir okuru olmasını sağlamak istiyorsanız, önce Cumhuriyet döneminin nitelikli sanatçılarını sunacaksınız ona.

Çağdaş Türk şiirini en iyi yansıtan yapıt Memet Fuat’ın derlemesidir bence. Yapıtın ölçütü “nitelikli edebiyat”tır. Ayrıca, şairler üstüne öğrencilerin büyük ölçüde yararlanabilecekleri bilgileri, değerlendirmeleri içermektedir.

ülkü tamer. selam olsun. cumhuriyet. 27.08.2011

12 Mart 2011 Cumartesi

GÜVERCİNLER BALBAY'A UÇUYOR

 Ben
Vatandan aldıklarımla değil
Vatana verdiklerimle doyarım.
Vatan ,onu sevenler kadar güçlüdür
Buna inanırım
Ben,
Malta sürgünlerinden
1940_1950 tutuklamalardan
1970_1980 kıymlarından
1990  katliamlarından
2000'lerin hukuk saldırılarından gelirim.
Ben,
Namık Kemal'lerden
Abdi İpekçi'lerden
Uğur Mumcu'lardan
İlhan Selcuk'lardan gelirim
Yalnız
Aile büyüklerimi
Ve aydınlık insanları
Selamlarken eğilirim.
Mustafa BALBAY
Kitabın arka kapağında böyle diyor Balbay. Bugüne nasıl geldiğimizin bir özeti bu satırlar.Halen bize neler oluyor diyorsak yanıtı bu kitapta fazlasıyla var. Bugünü anlamakta zorlanan gençlerimiz bu kitabı mutlaka okumalıdır derim.Vatanını Balbay gibi seven yurtseverler bu kitapla Balbay'a binlerce uçurulan güvercinlerden birini uçurmuş olacak...Binlerce özgürlük güvercini...Balbay ve diğer Yurtsever  Silivri tutsaklarına özgürlük...
Arzu

Aydınların Sokağı Ne Zaman Kapatılır

Hücremde kitap yazarken
Bir kalemin ömrü üç günde biterken
Karşımda 80 gözlü demir parmaklık
Ötesinde duvar, üzerinde tel örgü
Beni gözlerken…
Aşağıdaki anıma koyuldum….

1998’de Köln’de
Uğur Mumcu’yu anma toplantısı
Salon Anadolu’nun her yerinden
Eskişehirlisi, Sivaslısı, Yozgatlısı…
Türkiye’yle nefes alıp veren yürekler.
Toplantı bitti
Biliyorlar huyumu
Kenti dolaşmamak olur mu?
Bir mühendis arkadaşın aracına bindik
Önce katedral sonra Ren
Nasılsa ben değilim aracı süren.
Güzel bir sokağa girerken
Mühendis direksiyonu kırarken
‘’Hay Allah, nasıl da unuttum
Bu yol trafiğe kapalıydı’’ dedi.
Başka tarafa yöneldi.

Yol trafiğe neden kapanır?
Belki 20. kezdir kanalizasyon kazıp
Boruyu değiştiriyordur belediye.
Başka ne diye?
Haa kaldırımları değiştiriyor da olabilirler
Bir yılda beşinci kezdir.
Halkı canından bezdir.
Kimbilir, belki de küçük döşenen
Doğalgaz borusu genişletiliyordur.

Sordum soru olsun diye:
‘’Gerçi epey oldu
Başka yöne sapalı,
Kafama takıldı
O yol trafiğe niye kapalı?’’
Sıradan bir gerekçeymiş gibi
Anlattı mühendis:
Bir karar aldı belediye
Yazar kitabı bitirdim deyinceye kadar
Sokağı trafiğe kapatıldı.


O an,
O gün andığımız
Uğur Mumcu’nun sokağını düşündüm
O sokak da trafiğe kapatılmıştı,
Uğur Mumcu öldürülünce!
Abdi İpekçi’nin sokağı da trafiğe kapatıldı
Öldürülünce!
Çetin Emeç’in sokağı da trafiğe kapatıldı
Öldürülünce!
Ahmet Taner Kışlalı’nın sokağı da trafiğe kapatıldı
Öldürülünce!


El oğlu yazarının sokağını trafiğe kapatıyor
Kitap üretince,
Bizde yazarın sokağı trafiğe kapatılıyor
Evinin önünde katledilince.

Demokrasilerde
Bir yazarın anıldığı yer doğduğu evdir.
Bizde?
Öldürüldüğü yerdir!

Ergenekon operasyonlarında yaşadık
Aynı sahneyi
Evinde arama yapılan aydınların
Sokağı trafiğe kapatıldı.

El oğlu yazarının sokağını trafiğe kapatıyor
Kitap üretince,
Bizde yazarın sokağı trafiğe kapatılıyor
Hapishaneye götürülünce.

Demokrasilerde bir yazar için
‘’Aranıyor’’ deseler
Akla bir ödül ya da senaryo teklifi gelir…
Bizde bir yazar için
‘’Aranıyor’’ deseler
Akla polisle savcı gelir.

Mustafa BALBAY, ZULUMNAME Sayfa75-77