Oktay Akbal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Oktay Akbal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Oktay Akbal: Cumhuriyet çınarı Mustafa Balbay

28 Ağıstos .2015

Oktay Akbal’ı da sonsuzluğa uğurluyoruz. Cumhuriyet tarihinin en önemli edebiyatçılarından, köşe yazarlarından, aydınlanmacılarından biri olan Oktay Akbal, daha yaşamında ölümsüzlüğe ulaşmış, toplumun bütün katmanlarında yer edinmişti.
Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan Akbal, Cumhuriyet ile bağını sadece bu yaşdaşlıkla sınırlı tutmadı. Adeta Cumhuriyet’in bütün temel değerleri ile birlikte yaşadı.
Oktay Akbal gibi Atatürk dönemini, Cumhuriyetin kuruluşunu, Cumhuriyet devrimlerini yaşamış olan kuşak sonraki kuşaklara buruk bakar. Onlar Cumhuriyet heyecanını iliklerine kadar yaşadıkları için sonraki kuşakların bu heyecandan mahrum kalmasından duydukları üzüntüyü sürekli dillendirirler. Berin Nadi de son nefesine dek bizlere hep şunu söylerdi:
“Ah zavallı sizin kuşaklar! Cumhuriyet heyecanını yaşayamadınız. Yıkım yıllarına denk geldiniz...”
Oktay Akbal da öyleydi. O, Türkiye Cumhuriyeti’nin canlı tanığı olarak, aydınlanma devrimini hem yaşadı hem yazdı.
***
Yazarların kendi aralarında şöyle bir ikilem vardır; yazmak için mi yaşanır, yaşamak için mi yazılır...
Oktay Akbal yazarlık - gazetecilik uğruna yükseköğrenimini bile yarıda bırakmış bir kişi olarak, yazmayı yaşamının ayrılmaz bir parçası saydı.
Ama nasıl yazmaz?
O Türkiye Cumhuriyeti’nin inişli çıkışlı, darbeli ara dönemli yıllarında her şeyi göze alarak gerçekleri gazeteci çıplaklığında, edebiyatçı zenginliğinde, mücadeleci militanlığında yazdı.
Bu ilkeleri benimsemiş pek çok yazar gibi yaşam standardı hep belli bir düzeyde kaldı. Tanıdığı yabancı yazarlar ona takılırmış... Türkiye’de telif hakları daha çok telef hakları olduğu için yazarların ürettikleri öteden beri gerçek karşılığını bulmamıştır. Oktay Akbal da bundan payını alan ustalardan biriydi.
Oktay Akbal’ın bir kaygısı yazmaksa öteki iki kaygısı da iki Cumhuriyet’ti. Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyet gazetesi. Bir dostuyla sohbetinin, hal hatırdan sonraki ilk cümlesi ya Türkiye Cumhuriyeti olurdu ya Cumhuriyet gazetesi. Her ikisi ile ilgili duyduğu derin kaygıların acısını son yıllarda vücudunu saran onca yastalıktan daha çok hissederdi.
Zaten her iki kurum da kendisine böylesi aşkla ve kaygıyla bağlı insanların üzerinde duruyor.
***
Oktay Akbal son yıllarını yeryüzündeki cennet Akyaka’da geçirdi. Kendisi ile burada zaman sınırı olmayan güzel sohbetlerimiz oldu. O Azmakbaşı’nda Nail Çakırhan ile birlikte otururken iki yanımızdan şırıl şırıl akan sulara, az ötedeki sazlıklara bakıp seslenmeden edememiştim; “Oktay Abi burası Azmakbaşı değil, yazmakbaşı...İnsan burada neler yazar.” O güzel kahkahasını atıp “O zaman sen de buralı ol”derdi.
Çağın insanlığın bütün değerlerini, en içli sözcüklerle haykıran Oktay Akbal, yazılarını daktilo ile yazmaktan parmakları şişinceye kadar vazgeçmedi. Ona geçen yıl Ali Abalı ile birlikte bir daktilo bulup ulaştırmak hepimize iyi gelmişti. Öyle ya dağarcığındaki her sözcüğü kâğıda dökerken, bizim de mürekkebimiz olacaktı.
Oktay Akbal’ı güzel ülkemizin en güzel köşelerinden birinde yarın sonsuzluğa uğurlayacağız. Cumhuriyet aydınlanmasının, Atatürk devrimcilerinin, güzel Türkçemizin başı sağ olsun.
30.ağustos 2015

http://www.cumhuriyet.com.tr/arama/oktay+akbal

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/356743/Oktay_Akbal_i_ugurladik.html



Işıl Özgentürk
31 Ağustos 2015 Pazartesi
Böyle bir yaz görmemiştim, sevdiğim insanlar birbiri ardına başka bir dünyaya gidiveriyor, bana ise sadece onların dizeleri, resimleri ve anıları kalıyor. Oktay Akbalda bizi terk etti. O insanı yüreğinden vuran hikâyeler artık yazılmayacak. Onu çok sevdiğim bir yazısıyla uğurlamak istiyorum. Bütün şiirler bugün onun için…
Şubat günlerinde Erenköy!.. Yaşlı insanların güneşe kavuştuklarında duydukları sevincini bilir misiniz?
Yaşayanlar, yaşayacak olanlar er geç anlar! Bahçeye açılışı pencerelerin, bahçede doluşan kedilerin, ürkek tavukların, horozların getirdiği bambaşka bir güz...
Ben her zaman şiiri ararım. Hemen her şeyin bir şiiri vardır. Orhan Velinin ‘rakı şişesinde balık olsam’ şiirindeki gibi..
Değişik bir yaşam arayanlara git işte sokağa bak, çevreye bak, derim ben. Sokakta her şey vardır. Kış günlerindeki kapatılmışlığın ardından gelen güzellikler ya da çirkinlikler. İyinin de kötünün de güzelin de çirkinin de şiirleri olduğu gibi.İlk şiir defterimi bir bulsam... Ne yapsam da o günlere azıcık geri dönsem!İşte 1940 yılının bir mayıs günü.Milli’ye gittim. Arkamdaki sıralarda o vardı. Yanında üç arkadaşı. Beyaz bir rob giymiş, çok güzeldi. Yanında da dört kız arkadaşı. Onunla bir konuşma yapmak içimden geldi. Hiç değilse ona, çocukluk günlerimizdeki bahçe oyunlarını hatırlatsam. Küçük yaşlarda yaşanan küçük olaylar vardır ya, bir türlü içimizden çıkmaz. İşte bir tanesi:
O müsvette defteri, saklar hatıraları koynunda. Istırap dolu günleri. Ve sonsuz acıların yarattığı saçmalıkları. Defterin her sayfasında bir isim büyük harflerle yazılmıştır. Etrafı çiçeklerle süslü. Bazen ben gönderilmeyen mektuplar yazmışımdır sana. Gözyaşlarım o sayfaları doldurmuştur.
Yıllar akarsuya kapılmış yapraklar gibi ağır ağır akacak. Ve ben bir gün aynada tanıyamayacağım kendimi. O zaman ne bir ümit ne de bir amacım olacak. Yıllar sonra bu defteri okurken düşen bir damla yaş dediklerimi kanıtlamıyor mu? En iyisi geçmiş yıllarımın anılarını yeniden yaşatmak...
Seni bir bekleyen var. Gözetliyor yıldızlara bakıp bekliyor beklediği insanı. Arıyor beklediği insanı. Sokakları ve yolları. Seni bir bekleyen var. Bekliyor sabrının son noktasına kadar. Ayaklarının takırtısını hayallerinin perdesine yansıtmak için. Evet seni bir bekleyen var. Yalnız sesini duymak için. Nerede çocukluğumu saklayan bahçe, dallarından sapan yaptığını erik ağacı, mırıldandığım senin sevdiğin şarkı? İstersen arayalım. Ve komşu bahçeden aşırdığımız gülleri. Onları bulamıyorum. Nereye gittiler, sen de bulamadın mı?
 Şiirlerdir seni, beni yaşatan. Bir gün daha. En az bir gün...”
* Bu yazı 23 Şubat 2014 tarihinde Oktay Akbal’ın köşesinde yayımlanmıştır.

11 Temmuz 2013 Perşembe

NASIL BİR DÜNYA OKTAY AKBAL


'Nasıl Bir Dünya'
Böyle demiş Sait Faik bir öyküsünün sonunda.
Sık sık yaşıyorum ben de böyle durumları... Yazsam mı, yazmasam mı diye bir an durup...
Daktilo hemen başlıyor yazmaya! Beklemeden beni... Hızla, hemen, acele yetiştirmek istiyor... Millet okusun, uyansın, anlasın...
Yarım yüzyıl geçmiş! Gazetelerde çıkan ilk yazım haber almak üzerineydi. O günden beri hep aynı çizgide duruyorum. Haber almak, vermek, nedenini niçinini çözmeye kalkmak...
Yaşamın bir anlamı var mı?
Çok kez bu soruyu sormuşumdur kendime! Benim, senin, onun yaşamı ne getiriyor, ne kazandırıyor topluma. İnsanlara, bir eylem yaratıyor mu? Yoksa boş gevezelik mi? Hem seni hem başkalarını aldatarak...
Sait Faik yazmış; iş arıyor, bir gazete patronuna gidip konuşmaya kalkıyor... Merhaba der demez patron soruyor:
Sık sık yaşıyorum ben de böyle durumları... Yazsam mı, yazmasam mı diye bir an durup...
Daktilo hemen başlıyor yazmaya! Beklemeden beni... Hızla, hemen, acele yetiştirmek istiyor... Millet okusun, uyansın, anlasın...
Yarım yüzyıl geçmiş! Gazetelerde çıkan ilk yazım haber almak üzerineydi. O günden beri hep aynı çizgide duruyorum. Haber almak, vermek, nedenini niçinini çözmeye kalkmak...
Yaşamın bir anlamı var mı?
Çok kez bu soruyu sormuşumdur kendime! Benim, senin, onun yaşamı ne getiriyor, ne kazandırıyor topluma. İnsanlara, bir eylem yaratıyor mu? Yoksa boş gevezelik mi? Hem seni hem başkalarını aldatarak...
Sait Faik yazmış; iş arıyor, bir gazete patronuna gidip konuşmaya kalkıyor... Merhaba der demez patron soruyor: “Nasıl bir dünya arzuluyorsunuz?”
İşi kapmak, hiç değilse bir gazeteden geçimini sağlamak için... Ama patronun sorduğu soru önemli. Ne dese:“Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya... İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya... Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüzlerin bol bol bulunmadığı. Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya...”
Gazeteciliği kolay geçim yolu kabul edenler öyle çoktur ki. Hele bu meslekte... Alın siz de piyasadaki gazeteleri ve yazar geçinenlerin yazdıklarını bir okuyun da görün? Haksızlıklara yeni haksızlıkların, hırsızlıklara yeni haksızlıkların eklendiği bir dünya. Sait Faik devam eder: “Sokaklarda sefillerin bulunmadığı bir dünya... Kafanın, kolun çalışabildiği zaman insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya... İçinde iyi şeyler söylemeye, doğru söylemeye salahiyetler kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya...”
Sait Faik eli boş döner o patronun yanından. Yine avareliğinde özel yazılarında, haksızlıklarla, yalanlarla, aldatmacalarla bir şair, bir öykücü gücüyle savaşmayı sürdürecektir. O dünyada, bu dünyada. Doğrular, güzellikler ve iyilikler için düşmanlıklarla savaşmaya...
“Yazmasam deli olacaktım”...
11 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

20 Haziran 2013 Perşembe

Çapulcu Olmak Olmamak?OKTAY AKBAL

Çapulcu Olmak Olmamak?

“Birkaç çapulcunun...”
Başbakan Erdoğan’ın son konuşmalarından birinde kullandığı bir söz: “Birkaç çapulcunun dediklerine bakarsanız...”
Baktım sözlüğe “çapul” diye bir şey yok. Yalnız “çapulcu” var... Çapulculuk ne yaptığını ettiğini bilmeyen, yalnız kendi çıkarını düşünen birisi demek...
Böyleleri bizde çok...
Vurdulu kırdılı çaldığı, aparttığı, yuttuğu, cebe attığı... Daha neler neler...
Bir Başbakan söylediği sözlere özen göstermeli, ağzına her geleni ortaya dökmemeli. Bir erdemi, bir haysiyeti, bir saygınlığı olmalı bir politika adamının, hele bir de Başbakanlık gibi bir üst düzeyde ise...
Beni aldı nerelere götürdü? Vaktiyle çapulculuk diye bir söz var mıydı bilmiyorum, ama çapulculuk her zaman vardı. Özellikle politika alanında. Kolayca seçilir miydi ne olduğu bellisiz kişiler. Kim sokardı onları listelere? Halk mı, seçmen mi?..
Bir partinin lideriydi adayları belirleyen. Kendi kafasına, mizacına, keyfine uygun olanları seçerdi o da. Sonra bir bakarsın Meclis onlarla dolmuş, büyük adam sayılan liderin emrinde bir kalabalık...
Ben yıllardan beri hep yazarım. Türk milleti adına milletvekili seçilecek kişileri önce gerçek bir sınavdan geçirmeli. Buna bir önseçim mi derler, ki vaktiyle vardı. Aday adayları arasından liderin istediği adaylar öne alınır, listelerin ön yerlerine yerleştirilirdi. Bense başka bir yöntem önerirdim; aday adayları önce eğitim, öğretim, bilgi, deney, görgü, saygı gibi özelliklerden incelenmeli, bir çeşit siyasi tecrübe kazandıktan sonra aday olmalı!
Önüne gelen, bir liderin eliyle baş köşelere aday olarak oturtuluyor hâlâ... Evet demokrasi dedik ama bu demokrasinin gerektirdiği ilkeleri uygulamakta zorlandık. Halk tarafından yönetim... Bir masal oldu. Belirli grupların, hiziplerin, çıkarcı toplulukların elinde bambaşka bir biçime girdi. Ama uygarlıkta belli bir düzeyi aşmış Batı ülkelerinde böyle bir tehlike yok. Ancak Doğu ülkeleri tek adamlı yönetimlere alışkın olduklarından, bizdeki gibi bocalama içindeler.
Yasalar baştan başa değişmeli. İngiltere’de, Fransa’da, Amerika’da seçimler hangi yasaya göre yapılıyorsa onu biz de kullanmalıyız. Her işimiz zaten yabancıları taklit değil mi? Varsın seçim yasası da Batı’dan alınsın.

Cumhuriyet 20.06.2013
EVET/HAYIR
Oktay Akbal

18 Aralık 2011 Pazar

HEPSİ BOŞA MI GİTMİŞ ! OKTAY AKBAL

Oktay Akbal
Hepsi Boşa mı Gitmiş!

Çekmeceyi çektim. Seller gibi kâğıtlar yere düştü.

Bunlar benim eski yazılarım! Kesip sakladığım gazete parçaları... Gençken yazıları toplamayı düşünmemişim, kesip bir yana atmışım. Üstlerinde tarih de yok! Ama işlediği konulardan, hangi zamanda yazıldıkları anlaşılıyor.

“Vatan” gazetesinde başlayan köşe yazıları... Önce “kısaca” başlıklı, derken “Düş ile Gerçek” olmuş, gide gide “Evet Hayır”...

“Babıâli’de Elli Yıl” kitabımda yazdığım gibi bir ömrü geçirmişim daktilo başında! 1939’da annemin aldığı, uzun süre işimi görmüş. Sonra Hermes Baby’yi almışım büyükbabama... Londra’dan getirttiği Underwood, elli yıllık bir serüvenden sonra, kullanılmaz olmuş! Dedem bir elli lira vermiş, gitmiş almışım o küçük daktiloyu...

***

Yırtık pırtık olmuş yazılara bakarken kendime acıdım. Boşa gitmiş şeyler! Bunları yazacağıma keşke öykülerimle, biraz da romanımla uğraşsaydım diye... Edebiyattı bütün derdim, sevgim! Okumak, yazmak, yayımlamak. Gazetelere gönderdiğim öyküler günün modasına uygun saçmalıklardı. Sonra Sabahattin Ali’leri, Sait Faik’leri keşfedince, neyi, nasıl yazmayı öğrendim. Tam işe yarar öyküler orda burda yayımlandığında, dostum Ecvet Güresin bir uyarıda bulunmaz mı?

“Sen hikâye yazmakla geçinebileceğini mi sanıyorsun?

Sen bakma eskilere, Yakup’lara, Yahya’lara, onlar devlet korumalarıyla yaşadılar. Kimi mebus, kimi elçi, kimi profesör!.. Sen gazeteci olacaksın, gazete yazarı. Ama şimdi muhabir....”

***

Yaşamımı kazanmam gerekti. Yirmi yaşında bir öykücü olarak kalmak daha iyiydi. Bir Sait Faik örneği vardı. O da muhabirlik yapmaya kalkmış, olmamış, ama babadan anadan olanaklı, pek gereğini duymamış para kazanmanın! Ama ben öyle miydim?

Hep yazmışımdır, yineleyeyim. Yeni Sabah’ta polis muhabirliğinin iki gün sürmesini, sonra kendiliğimden bu işin bana uygun olmamasını!..

Yerden topladım o eski yazıları. Demokrat Parti’yi eleştirmek, 12 Mart’ı, derken Demirel dönemini, ardından Ecevit, derken derken Evren Paşa, ardından Özal, ardından Tayyip...

***

Hep boşa mı gitmiş bütün yazılar? Ama öyküler yaşıyor yeterince, yaşama güçleri varsa daha da yaşayacaklar. İşte yenileri, bir çekmece dolusu bekliyor gün ışığına çıkmayı...

Bağışlayın, durup dururken kendimden söz ettim. Ne yapsan kendinden kaçamıyorsun!


18 aralık 2011 Pazar Cumhuriyet Gazetesi



11 Aralık 2011 Pazar

GÜZEL OKUMALARA... OKTAY AKBAL

 
 

GÜZEL OKUMALARA...

Muzaffer İzgü’nün 143. kitabını okuyorum.

Bütün yaşamını yazmakla geçirmiş bir yazar az bulunur!

Mizahçı mı mizahçı! Aziz Nesin’i kıskandıracak kadar!..

Yok, o da severdi. Türk edebiyatında mizah dalında Muzaffer İzgü’nün değerini bilirdi.

“Padişahım Çok Yaşa”da birbirinden güzel, anlamlı öyküler var. Hepsi düşündürücü! Hem gülümsetiyor hem de sizi başka yerlere götürüyor... Ben de geçenlerde yazmıştım aynı adı kullanarak! O zaman çıkmamıştı İzgü’nün kitabı...

“Padişahım Çok Yaşa” güncelliğiyle yeniden yaşatmış o eski deyimi! Bir zamanların padişahlarını göz önüne getirmiş...

Artık padişahlık yok, diyoruz, ama ondan da beteri var. “Tek adam” yönetimi! Kendi eliyle seçtiği yüzlerce insanı yöneten, daha doğrusu tüm toplumu yönetmeye kalkışan bir tek adam...

Muzaffer İzgü’nün 143 kitabı var. Ama o, daha çok kitap yazacak. Milyonlarca okuru bekliyor.

***

“Gün Işığı” Kitaplığı birbirinden çekici yapıtlarla genç okurlara sesleniyor. Hemen hepsi ilkgençlik günlerinin öyküleri. Bu arada benim de “Kırmızı Yoyo” kitabım yer aldı bu dizide. Öykülerimden seçilmiş çocukluk anıları. Hepsini ben mi yaşadım, belki! Biraz da yaşamak istediklerim...

Fakir Baykurt’un da “Yandım Ali”si çıktı bu yakınlarda. Baykurt, köyü, köylüyü yakından tanıyan, seven, anlatan bir yazarımız. Genç yaşta yitirdik. Ama onlarca yapıtı yaşıyor. “Yandım Ali” de Baykurt’un ilkgençliğinin anıları gibi...

Fakir Baykurt dedem Tepeyran’ın “Küçük Paşa”sını çok severdi. Köy enstitülerinde Mustafa Nihat Özön’ün sevdirdiği bir roman, edebiyatımızda köy gerçeğini gözler önüne seren bir kitap. Yüzyıl önce yazılmış, yayımlanmış. Fakir de çok beğenirdi. Bir gün “Ben o romanı ele alıp yeniden yazmak istiyorum” demişti. Baykurt gibi sağlam bir yazar, kitaplarıyla ölümsüzdür.

***

Öyle çok kitap var ki okumaya, yazmaya değen. Benim gibi yaşlanmış, ama okumaya yazmaya doyamamış biri, hepsini değerlendiremediği için üzülüyor.

Yılmaz Gruda “Bektaşi Fıkraları”nı şiirleştirmiş. Hepsi birbirinden güzel, anlamlı. Kolaylıkla ezberlenebilecek şiirler. İrem Uşar’ın “Kuuzu ve Lunapark Ailesi” de Günışığı Kitaplığı’ndan çıkmış. O da hepimizin yaşadığı ama unutamadığı çocukluk düşlerine götürüyor.

Doğan Kuban, Cumhuriyet okurlarının çok sevdiği bir yazar. Her yazısı, bilimle sanatın bir çeşit sentezi. “Gelecek” adlı kitabında “geleceği sorgulayan toplumların geleceği”ni anlatmış bize...

***

Perihan Akçam’ın “Onca Çileden Sonra”sı bir annenin değişik düşüncelere kendini kaptırmış oğulları yüzünden çektiği acıların kitabı. Akçam’lar, hepsi belli görüşlerin, düşüncelerin insanları. Babadan oğula!..

***

İrfan Yalçın’ın “İlkyaz Ölümleri” bir roman, bir öykü değil, ama hepsi var. Zonguldaklı şairler Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu ve Kemal Uluser’i, yaşamları ve ölümlerini bir dost bakışıyla anlatıyor. İlkyaz ölümlerini tatmış, şiirleriyle yaşamış ve yaşatmış dört arkadaş; “Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip, Kemal Uluser! Geldiler, çok az kaldılar, gittiler.” Ama gitmediler, şairler kolay yok olmaz.

***

Ali Selçuk’un “Altın Denemeler”i de deneme alanında ün yapmış yazarlardan bir seçme... Hepsi önemle, ilgiyle okunmaya değer parçalar. Ali Selçuk “Deneme okumak, ‘insan’ı ve ‘dil’i okumaktır” diyor. Güzel okumalara.

Okunmayı bekleyen işte birkaç değerli kitap... Güzel okumalar dileğiyle...

Cumhuriyet 11.12.2011
EVET/HAYIR
Oktay Akbal