29 Ekim 2014 Çarşamba

CUMHURİYET BAYRAMI NEDİR?

CUMHURİYET BAYRAMI NEDİR?
Cumhuriyet Bayramı, yoksul ve mazlum bir halkın dünyanın efendilerine kafa tutmasıdır,
Cumhuriyet Bayramı, bir avuç devrimcinin kendi halkının nabız vuruşlarında ölümü göze alarak rütbeyi, ünü, parayı hiçe sayıp yazgı diye önüne sürüleni yırtıp atmasıdır,
Cumhuriyet Bayramı, ortaçağ kafasının
, derebeyi baskısının yok etmeye çalıştığı Anadolu halk gerçeğinin, kadın cinsimizin üstündeki karanlık perdenin dağıtılması, aydınlık gelecekler için güçlü bir ışık tutulmasıdır,
Cumhuriyet Bayramı, Horasan ve Hazar boylarından akıp gelen akıncı gazilerin kurduğu, Bizans ve Muaviye zorbalığını yıkarak adalet dağıttığı, Anadolu ve Rumeli topraklarını DİRLİK DÜZENİ, “Beytülmami müslimin” kılarak kamunun ortak kullanımına açan Osmanlı Beyliği’nin, İmparatorluğa evrilmesi, “Gazi”liğin Tanrı elçisi “Halife ve Sultan”lığa dönüşmesi, KESİM DÜZENİ ile derebeylere ve mültenzimlere teslim olması sonucu yozlaşan, kendi kurucu boyunu, soyunu hor ve hâkir gören, saray debdebesinde şatafata boğulup ülkesini karanlıklara götüren SALTANAT VE HİLAFET makamlarına karşı başlatılmış soylu ve onurlu bir ayaklanmadır,
Cumhuriyet Bayramı, bin odalı saray saltanatlarında kutlanacak bir bayram olamaz!
Cumhuriyet Bayramı, halkından kendi dilini esirgemiş, Arap ve Fars medeniyetlerinin sınıf karmaşası içinde DİVAN duvarlarının arkasında şatafata karışmış çocuk ve kardeş katili despot tiranlara karşı Gazi Mustafa Kemal önderliğindeki göçebe demokrasisinin açtığı bir bayraktır,
Cumhuriyet Bayramı, halkının yüzde doksanının kullandığı ve konuştuğu, birbiriyle anlaştığı Türkçeyi, günün koşullarına uygun olarak devlet ve yazı dili de yapan, dil devrimciliği için koşulları hazırlayan, edebiyatı ve sanatı halka taşımayı amaçlayan devrimcilerin bayramıdır,
Cumhuriyet Bayramı, kendi dili yerine Arapçayı ve Batı taklitçisi bir dil anlayışını yeğleyenlerin bayramı olamaz!
Cumhuriyet bayramı, kendini dünyanın efendisi sayan, iki yüz yıldır, yeryüzünde dökülen tüm kanların sorumlusu olan kapitalizme ve emperyalizme, “Yedi Düvel”e karşı verilmiş bir halk savaşıdır,
Cumhuriyet Bayramı, kutlanışının onuncu yılında Ankara’da büyükelçiliği bulunan ve Kuvayımilliye iktidarı ile ilişki kurmuş olan SOVYETLER BİRLİĞİ ve AFGANİSTAN dışında, tüm dünyanın şaşkınlıkla izlediği bir yenidendoğuştur,
10. Yılda, Mustafa Kemal geceyarısı geldiği Ankara Halkevi'nde iki Sovyet mareşali ile birlikte Kazaska ve Zeybek oynayarak kutladığı bir bayramdır,
Cumhuriyet Bayramı, eğitilmemiş yığınların köle mantığıyla verdiği oylarla ve seçim oyunlarıyla çoğunluk gibi görünüyor olanlar tarafından kutlanamaz!
Cumhuriyet Bayramı, emperyalist metropollerden emir alan, topraklarını dünyanın egemeni ABD ve NATO askeri üsleriyle dolduran bir işbirlikçi anlayışın bayramı olamaz!
Cumhuriyet Bayramı, kutlanışının onuncu yılında kurucusu olmayı üstlenmiş partiye altı okunu armağan eden Tonguç Baba’nın kurup yaşattığı Köy Enstitüleri’nde Batı ve Doğu kültürlerini harman eden, kültürler, diller ayrımını savaş kışkırtıcılığı için kullanan Şarkiyatçı Batı saldırganlığına karşı halkların bir sorgulama, araştırma, çözümleme, barış ve İMECE harmanıdır,
Cumhuriyet Bayramı, komşu ülkelerde iç savaş çıkarmaya çalışanların, savaşları körükleyenlerin, meydanlarda dinsel işaretlerle inançlar üzerinden halkı birbirine karşı kırşkırtanların bayramı olamaz!
Cumhuriyet Bayramı, “Eğitim Birliği” yasası ve “karma eğitim” ile ortaçağın medreseci, belletmeci, taklitçi, cins ayrımcı eğitimine son veren ve eğitimde sorgulayıcı, araştırmacı kuşaklar yetiştirmeyi amaçlayanların bayramıdır,
Cumhuriyet Bayramı, kadını ikinci cins gören, kapatıp hizmetçi statüsüne sokan, alınıp satılacak mal sayan erkek egemen buyurganlığa karşı Anaşah insanlık tarihinin bugüne dokunması, cinsler arasındaki ayrımın kaldırılmasıdır,
Cumhuriyet Bayramı 4+4+4 ile “dindar ve kindar nesiller” yetiştirmek için yola çıkanların, küçücük kız çocuklarının başlarını örtüp mahalle baskısına, çocuk evliliklerine, kadınların sokak ortasında kurşunlanıp bıçaklanmasına kapı açanların bayramı olamaz!
Cumhuriyet Bayramı, halka kendi adıyla armağan bıraktığı orman dışında bir tek yonga parçası mülk edinmeden bu dünyadan göçüp gidenlerin bayramıdır,
Cumhuriyet Bayramı, altın kaçakçılarının, ormanları yakıp yıkanların, park ve orman alanlarını Cami masallarıyla, AVM soygunu için yok edenlerin, kömür, petrol ve maden patronları için halkını sorgusuz sualsiz ölüme gönderenlerin, gemiler, hanlar, hamamlar alanların, yatak odalarında para sayma makineleri ile para sayanların bayramı olamaz!
Cumhuriyet Bayramı, aynı zamanda, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” masalıyla, yoksul halkın dişiyle, tırnağıyla kurduğu bir Cumhuriyet’in devlet kasalarında palazlandırılıp piyasaya sürülen Finans Kapital’e yeniden teslim edilmesinin de sorgulandığı bir bayram olmalıdır;
Cumhuriyet Bayramı, yüzyıllardır birlikte yaşadığımız Kürt kardeşlerimize uzun yıllar boyunca en küçük kültürel haklarının, kendi öz dilleriyle konuşma olanağının, dillerini olsun öğrenme hakkının verilemediğinin, yok sayıldıklarının ve onların emperyalist oyunlar için hazır kuvvet durumuna getirildiklerinin de görülebildiği, ayrılıkların değil, birlikte yaşam olanakların araştırıldığı bir bayram olmalıdır;
Cumhuriyet Bayramı, binlerce yıldır Anadolu’yu soyup sömüren üreticinin kanını emen tefeci bezirgân zümresinin ve toprak ağalığının Cumhuriyet’in en devrimci olduğu dönemde bile neden yok edilmediği sorusuyla birlikte kutlanmalıdır;
Cumhuriyet Bayramı, kooperatifleşmeden, üretici örgütlenmesinden yana olanların, demokratik kitle örgütlerinin ve meslek odalarının günlük yaşamda etkin yer almasını isteyenlerin bayramı olmalıdır…
Cumhuriyet Bayramı, özgürlüklerin, güzelliklerin, iyiliklerin, barışın egemen olduğu bir dünya isteyenlerin bayramı olmalıdır…
YAŞASIN CUMHURİYET BAYRAMI!...
29 Ekim 2014, Alper AKÇAM

*************************************


Türkiye sosyalist hareketinin en önemli fikir adamlarından Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Cumhuriyet Bayramı Nedir” başlıklı makalesi
Kıvılcımlı bu makaleyi 1968 yılında Cumhuriyet’in Kuruluşunun 45.yılı nedeniyle yazmıştı.
İşte 45 yıl önce yazılan o makale:
CUMHURİYET BAYRAMI NEDİR
Bunu, bize en iyi özetleyen kişi, Cumhuriyet’in ölümsüz kurucusudur.
Mustafa Kemal, Türkiye’nin yüzyıllardan beri iki büyük kahredici gücü, iki büyük lanetleme gücü ezdiğini haykırdığı gün, Türkiye Büyük Millet Meclisinin gönderine ilk Cumhuriyet bayrağını çekmişti.
Bu iki kahredici, lanetleme, baş belası güç neydi?
Mustafa Kemal’e göre; birisi Emperyalizm, öteki Saltanat’tı.
EMPERYALİZM NEDİR
Batıda, serbest rekabetçi tasını tarağını toparlamış ve iç çatışmalarını, dünya ölçüsünde kangrenleştirmiş olan, tekelci kapitalizmdi.
SALTANAT NEDİR
Kadim Tefeci-Bezirgân Sermayenin, her türlü gelişimi taşlaştırıp dondura koymuş olan derebeylik biçimiydi.
Bu iki güç birbiriyle domuz topu olmuştu. Emperyalizmin yeryüzündeki egemenliğini sağlayan yerli avadanlık, geri ve sömürge ül­kelerde emperyalizmin teslim aldığı irili ufaklı saltanatlardı.
1919 yılı, yalın savaş kılıcıyla, Modern Çağ derebeyliği olan emperyalizmin, yüzde yüz emrine geçirilmişti. Onun için, Anadolu içlerinde, gâvura karşı kıpırdayan baş kaldırma karşısında, ilkin sözde Müslüman olan, Saltanatı buldu. Emperyalizmin Papaz Fru’ları, Saltanat’ın Molla Necmettin’lerini parayla tuttular. Ve Anadolu topraklarına sarıklı-cübbeli kılıklarla, casus ve baltalayıcı olarak gön­derdiler. Ege Cephesinde Millî Kurtuluş Cephesinin ilk kurşunu, Yunanlıdan önce, sözde Müslüman mütegallibe hacıağalarına karşı sıkılmak zorunda kalındı.
Onun için Türkiye’de Cumhuriyet demek, Türk Milletinin bağrına oturmuş olan emperyalizmle Saltanat’a karşı kurduğu bir savunma kalesi demektir. Bu sebepten Türkiye’nin devrimci Anayasasında, her madde üçte iki çoğunlukla değiştirilebilirdi. Ama hiçbir çoğunlukla, hiçbir zaman ve hiçbir kimsenin değiştiremeyeceği tek madde Türkiye Devletinin bir Cumhuriyet olduğu maddesiydi.
Cumhuriyet çağına dek Türkiye’de kurtuluş yolları çok arandı ve denendi. Dizginler Saltanat’ın elinde kaldığı sürece debelene debelene batıldı. Ya Lâle Devri gibi, halkın Saltanat’a karşı düşmanlığıyla devrilen, bir sefahat sofrası kuruldu, ya Tanzimat gibi emperyalizme şirin görünme muskası takınılarak Abdülhamit istibdadına karıldı. Ya da Meşrutiyette olduğu gibi Saltanat’ın da altı üstüne getirilip, sömürgeleşme uçurumuna yuvarlanıldı. O “kâr’ı kadim” Saltanat kazanı, emperyalizmin ateşi üstünde kızdırıldıkça, içindeki Türk Milleti diri diri kaynatılmaktan kurtulamazdı.
Cumhuriyet Saltanat kazanını devirip, emperyalizmin ateşini Türkiye’de söndürdüğü için, bir Millî Kurtuluş yarattı.
Cumhuriyet emperyalizme, yani Cihan Finans-Kapitalizmine ve Saltanat’a, yani Osmanlı Tefeci-Bezirgânlığına karşı savaşarak doğdu.
Türkiye’de Cumhuriyet’in anlamını yücelten ve kutsallaştıran, Mustafa Kemal’in hiç hayale kapılmaksızın pek açık belirttiği, o her iki irtica cephesinde, her iki gericilik cephesinde başardığı savaştır.
45 yıldır Türkiye’de neler olup bitti?
Her canlı ya da cansız varlık gibi, toplumumuz da zamanla bir sıra değişikliklere uğradı. Ana çizgisiyle, yani ekonomik temel ve sos­yal sınıf yapısı bakımından geçirdiğimiz değişikliklerin anlamı ve yönü ne oldu?
Soruya duruca karşılık bulmak için, kendi kendimize bir daha sorabiliriz: Türkiye’de Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in ilk olarak gördüğü ve gösterdiği hedefe vardı mı? Daha kabaca söyleyelim: Tür­kiye’de Cumhuriyet, Saltanatı kökünden devirip, emperyalizmi kökünden kazıdı mı?
Bu sorulara yuvarlacık bir EVET yahut HAYIR ile karşılık vermek kadar bozuk metafizik veya skolâstik bir düşünce ve davranış olamaz. Cumhuriyetimizin gerçekliğinde yatan diyalektik büsbütün beklenmedik, şaşırtıcı gelişmeler gösterdi.
1- SALTANAT’ın tepesi Padişahlık ve Hilafetti. Saltanatın tabanı derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgânlıktı. Cumhuriyet, tepedeki padişahlığı ve hilafeti kaldırdı.
Tabandaki Kadim Tefeci-Bezirgân Hacıağalık ne oldu?
Vaktiyle “irtica” denilen gericilik isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hatta ayrıcalandı. Yalnız ara sıra tefeciliğe karşı resmi savaşlar açıldı. Yüzde ondan “aşırı” faizler kanunla yasaklandı.
Oysa, politikanın etkileyemediği kanunlar vardı. Türkiye ekonomisinde Kadim Tefeci-Bezirgân Sermayenin kökünü ancak genlikli (prosper: Müreffeh) ve hızlı bir modern sanayileşme kazıyabilirdi. Geniş üretim alanımız, toprakta küçük ekici, sanayide esnaf eliyle yürütüldükçe kaçınılmaz sonuç belliydi. En ufak teşkilâtına göz yumulmayan, her kımıldanışı ağa ağırlığı ile boğulan, bin bir devlet vergisi ve banka mükellefiyetleri altında her gün biraz daha ezilen KÜÇÜK ÜRETMENLER Tefeci-Bezirgân torbasında kekliktiler.
O yüzden en iyi niyetli olsun veya olmasın, bütün resmî yasaklar ister istemez kitapta kaldı. Hayatta Kadim Tefeci-Bezirgân ilişkileri, şehir bankalarından güç alarak bütün hınçları ve uğursuzluklarıyla işlediler. Eski “saltanatlarını” (yeni egemenliklerini) yürüttüler ve gitgide büyülttüler.
2- EMPERYALİZM’in tepesi -o günler- Yunan Kralı ile Türk Padişahının gölgelerine çöreklenmiş: İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan vb… emperyalist silâhlı güçleriydi. Emperyalizmin Türkiye içindeki tabanı: yabancı komprador sermaye, yani bankalar ve şirketlerle onların acenteleriydi.
Mehmetçik, Yunan Ordusu’nu baskına uğratınca Yunan Kralını, maymun ısırdı, Türk Padişahının kavuğu devrildi. Emperyalist silahlı güçler paratonersiz kaldılar. Anayurtlarındaki grevlerde, halk hareketlerinde Sovyet İhtilâlini bastırmaya vakit bulamayan emperyalizmin silâhlı güçlerini de şeytan aldı götürdü. Tabandaki modern yabancı şirketlerle acenteler ne oldular?
Düyunu Umumîye alacaklıları “Şark İsyanlarını” ve şirketler “Gaziye suikastları” kışkırttıkça, yerli-yabancı firmalar devletleştirildi. Çoğunluğu Rum, Ermeni, Yahudi olan komprador burjuvazi “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla sindirildi. Sermayeci tıkırına baktıkça okşanmaktan da öteye şımartıldı ve varsa yoksa biricik devlet gözdesi yapıldı.
Bunun üzerine pek imrendiğimiz özel sermaye külahları silâhları değiştirip yerli millî şirketler kılığında “adanmış toprağına” kavuştu. Uluslararası Finans-Kapital bütünlüğü içinde bir öz ve özel parça oldu. Türk’ler “Medenî Kıyafet” takınıp “Avrupalılaştılar”. Batılı kodaman turistler ve vaktiyle Türk’e tepeden bakan kompradorlar da “Türkleştiler.”
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki “Cemiyeti Akvam” (Uluslar Derneği) adını alan kozmopolitlik eğilimi, İkinci Dünya Savaşı’ndaki “Birleşmiş Milletler” biçimine doğru gelmişti. NATO, CENTO, Pentagon kemerlerini cankurtaran simitleri gibi kuşandık.
Cumhuriyetinin başlıca “hikmeti vücudu”: Birincisi, saltanatı (Türkçesi: DOĞU GERİCİLİĞİNİ), İkincisi Emperyalizmi (Türkçesi: BATI GERİCİLİĞİNİ) yok etmekti.
1919–29 arası Türkiye’de, Kadim doğu gericiliğinin kavuğu olan saltanat devrildi. O kavuğun örttüğü asıl doğu gericiliğinin başı: Tefeci-Bezirgânlık dımdızlak parladı kaldı. O yüzden eski “irtica”, yeni “gericilik”: budanmış ağaç gibi, her zamankinden daha zor kötekli ve daha gürbüz olarak, dört bucağımıza dal budak saldı.
1919–29 arası, Türkiye’de modern Batı gericiliğinin şapkası olan emperyalizm, silâhlı kuvvet biçimiyle önce kapıdan kovuldu. O şapkayı taşıyan eskimiş ve iler tutar yeri kalmamış komprador burjuvazi saf dışı edildi. Emperyalizm şapkasını yerli millî şirketler başlarına geçirdiler. Kapıdan kovulan yabancı sermaye: “Batıcı Demokrasi” ve “dış yardım” adı verilen Truva’nın Atıyla yurdumuza bacadan girdi. Bir de baktık, 1923 yılı Finans-Kapital şeytanının alıp götürdüğü yabancı silâhlı güçleri, aynı şeytan satamayıp geri getirdi. Ve yüzlerce üs’te yuvalandırdı.
O nedenlerle, kırk yıllık ara geçmeden: Birinci Kuvayimilliyecilikten sonra bir İkinci Kuvayimilliyecilik gerekti.
1919–29 yılları Birinci Millî Demokratik Devrim sosyal bir kümeye: “komprador burjuvaziye” karşı gerçekleşti. Ancak, kompradorların yerine, Türkiye’de, genlikli ve ilerici bir sanayi burjuvazisi geçemedi. “Eşsiz Örneksiz” Devletçiliğimiz sayesinde: tebdil gezen en kodaman eski kompradorlar, en kodaman, kadim Tefeci-Bezirgânlar ve en kodaman büyük toprak emlâk ağaları bankalar kubbesi altında harman edildi; hepsinden, son sistem “her mahallede bir milyoner” parolalı yerli millî FİNANS-KAPİTAL OLİGARŞİSİ yaratıldı.
1959–69 yılları İkinci Millî Demokratik Devrim, 27 Mayıs’ın ışığı altında çim çiğ aydınlandı. Burada, nükleer başlıklı Amerikan üslerine sırtlarını dayamış bulunan Finans-Kapital Oligarşisi, Mustafa Kemal’in “EMPERYALİZM” dediği BATI GERİCİLİĞİ’dir. Burada köylerimizi inlete inlete sömürdükçe biti kanlanan tefeci hacıağalık Mustafa Kemal’in “Saltanat” dediği DOĞU GERİCİLİĞİ’dir. Her iki gericilik de, 48 yıl önce Kuvayimilliyeci atalarımızın savaş açtıkları aynı iki başlı ejderhanın bugünkü gelişimidir. İki kahredici, iki lanet olası büyük başbelâmızdır.
Birinci Kuvayimilliyecilik: SİLÂHLI, askercil, sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.
İkinci Kuvayimilliyecilikte, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birinci Kuvayimilliyeciliğin devrimci, kutsal Mustafa Kemal gelenekli CUMHURİYET BAYRAĞI başımızdadır.
HİKMET KIVILCIMLI
(29 Ekim 1968)”

21 Ekim 2014 Salı

AHMET TANER KIŞLALI





Altan Öymen: Anlattığı Tehlike Bugün Sınırlarımızda

Ahmet Taner Kışlalı’yı ölümünün 15. yıldönümünde saygı ve özlemle anıyoruz. Anlattığı Tehlike Bugün Sınırlarımızda.

O günü bir kâbus gibi hatırlarım. CHP’de genel başkanlık görevinde bulunduğum dönemdeydi, Ankara’daydım. Sabah evde partiye gitmek için hazırlanıyordum. Televizyon açıktı. Bir son dakika haberi verildi. Konusu bir suikasttı. Hedef Ahmet Taner Kışlalı’ydı. Uğur Mumcu’ya yapılana benzer bir şekilde düzenlenmişti. Evden çıkıp bineceği arabasına, daha önceden bir patlayıcı yerleştirilmişti.  Kışlalı’nın arabasına geldiği sırada patlamıştı. Kışlalı yaralıydı, ambulansla hastaneye götürülmüştü.

Hemen çıkıp Kışlalı’nın evine yöneldim. Haberlerin gerisini arabanın radyosundan dinledim. Kışlalı’nın  bir kolu kopmuştu. Ama hastaneye yetiştirilmişti. Bunlar art arda verilen son dakika haberleriyle anlatılıyordu. Hastaneye yetiştirilmesi umut verici bir haberdi. Ama arkası gelmedi. Daha doğrusu acı bir haber halinde geldi. Kışlalı’yı kaybetmiştik.
Evine vardım. Orası artık bir cenaze eviydi. Ailesi, yakınları, arkadaşları, komşuları, okurları, tanıyanları, tanımayanları... Gelenlerin bir kısmı evin içindeydi, bir kısmı kapının dışında...

Gazetecilik, siyaset ve yazarlık
Anlatılanlardan çıkan sonuç şuydu: Suikastın, Mumcu’ya yapılan suikasttan farkı, patlayıcının arabanın değil, camın üzerindeki sileceğin altına, küçük bir paket içinde yerleştirilmiş olmasıydı. Kışlalı, sileceğin altındaki paketi görmüştü. Çıkarıp atmak istemişti. Patlama o sırada olmuştu. İstenen sonuç alınmıştı. Evde, eşi, ailenin o zaman en küçük kızı ile birlikteydi. O sabahki programlarına göre, onlar da evden Ahmet Taner Kışlalı’yla birlikte çıkacaklarmış. Kışlalı onlara, “Siz biraz durun da ben arabayı bir ısıtayım. Çocuk üşümesin” demiş. Öyle yapmasaymış, felaket, daha da büyük olacakmış. Bunlar, o gün yaşadıklarımdan hatırımda kalanlar... O günün sonrasından da aklımda, gene büyük üzüntüyle hatırladığım sahneler var. Ankara’da on binlerce insanın katıldığı çok heyecanlı törenler...
Kışlalı’nın milletvekilliği yaptığı Meclis binasının önünde, öğretim üyesi olduğu İletişim Fakültesi’nde, bakanlığını yaptığı Kültür Bakanlığı’nın Büyük Tiyatro Salonu’nda, yazarı bulunduğu Cumhuriyet gazetesinin Ankara Bürosu’nun önünde... Sonra Kocatepe Camii’ndeki cenaze töreni ve Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verilişi... Bunların hepsine çok büyük topluluklar katıldı. Konuşmalar yapıldı. Cinayeti işleyenlere ve bunlara karşı yeterli tedbir almayan görevlilere tepkiler dile getirildi. Yapılan konuşmalarda, Kışlalı’nın ülkemize, basın, bilim ve siyaset hayatına yaptığı hizmetler anlatıldı.

Cenaze günü programında yer alan anma törenlerinin çokluğu da onu gösteriyordu: Kışlalı, o alçakça suikast gününe kadar 60 yıl sürmüş olan yaşamına, birçok alanda, birçok çalışma ve eser sığdırmıştı.
Ahmet Taner Kışlalı, 1939’da Tokat’ın Zile ilçesinde doğmuştu. Babası Ziraat Bankası memuru Hüsnü Kışlalı’ydı. Annesi Lütfiye Hanım, öğretmendi. Liseyi İstanbul’da Kabataş Lisesi’nde bitirdi. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Fakültede okurken gazetecilikle de ilgilendi. Ankara’da çıkan Yeni Gün gazetesinde yazıişleri müdürlüğü yaptı. Yankı dergisinde yazılar yazdı.
Fakülteyi bitirdikten sonra öğretim görevlisi oldu. Paris’te hukuk fakültesinde doktorasını verdi. 1977’de CHP’den milletvekili seçildi. Ecevit hükümetinde Kültür Bakanlığı yaptı. Bakanlığın gerek yayın, gerek tiyatro-opera- bale alanındaki çalışmalarını çağdaşlaştıran atılımlar başlattı. Milletvekilliği 1980 darbesiyle sona erdikten sonra, Cumhuriyet gazetesinde yazarlığa başladı. Bir yandan da Ankara’da İletişim Fakültesi’nde profesör oldu. Siyaset bilimi dersleri verdi. Atatürkçü Düşünce Derneği’nde genel başkan yardımcılığı görevini üstlendi. Cumhuriyetin ilkeleri ve tarihi gelişimi üzerine yurdun birçok yerinde konferanslar verdi. Panellere katıldı.
Dayanılmaz hafiflik
Kışlalı’nın eserleri arasında, “Çağdaş Türkiye’deki Siyasi Güçler” konusundaki doktora tezinin yanında, İmge Yayınevi’nden yayımlanan “Siyaset Bilimi” ve “Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi” adlı kitapları var. “Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği” de, adından da anlaşıldığı gibi, Cumhuriyetin kurucusuyla ilgili haksız yayınlara karşı eleştirilerini içeren eseriydi. Büyük ilgi gördü. Birçok baskı yaptı. Kışlalı o eserinde de görüldüğü gibi, laiklik de dahil Cumhuriyetimizin değerlerine, hem yüreğiyle, hem de aklıyla bağlı olan bir düşünce adamıydı. Görüşlerini anlatırken, başka düşüncede olanları mantık yoluyla ikna etmeye çalışırdı. İleri sürdüğü görüşlerin gerekçelerini, belgelere dayanarak anlatırdı.
Tabii, Atatürk, Cumhuriyet, demokrasi gibi konularda aşırı derecede önyargılı bir karşı duruş içinde olanların, Kışlalı’nın anlatımlarıyla ikna edilebilmeleri kolay değildi. Ama o önyargılı kesimlerin dışında kalanlar, herhalde şunun farkındadır: Ülkemizin içinde ve dışında şu sıralarda yaşanan sorunlar izlendikçe, Kışlalı’nın özellikle bazı konulardaki duyarlılığında ne kadar haklı olduğu, daha iyi anlaşılıyor.
Kışlalı’nın haklılığı
Bir de, “laikçilik” diye isim konularak alay konusu yapılmak istenen laiklik ilkesinin ne işe yaradığını soranlar vardır. Acaba onlar şimdi ne düşünüyor? O ilkenin ne işe yaradığı, sınırlarımızın
dibine kadar gelmiş, hatta içine de girmiş olan şiddet örgütünün yaptıkları görüldükçe
anlaşılmıyor mu?..
“Ben hilafet devleti kurdum. Her şeyi şeriata göre düzenliyorum. İnsanları sadece dinlerine göre değil, mezheplerine göre de birbirinden ayırıyorum. Sadece benim mezhebimden olanları Müslüman sayıyorum. Gerisini kâfir ilan ediyorum. Başka dinlerden olanlar veya ateist olanlar zaten kâfirdir. Dediğimi yapmazlarsa idamları caizdir.” İdamları “caiz”... O cezaların kafa kesmek yoluyla infaz edilmesi de “caiz”... Bunların video çekimleriyle tüm dünyaya gösterilerek dehşet salınması da...
Laikliğin, başka birçok meziyetinin yanında, bu gibi gaddarlıkların ülkemize yaklaşmasına
fırsat vermemek gibi bir işlevi vardı. Bugünün Türkiyesi’nde, o ilke itilip kakıldıkça, o işlevin
yerine gelmesi de mümkün olmuyor.
Ahmet Taner Kışlalı, bu tehlikenin boyutlarını çok öncesinden beri hatırlatmaya çalışan bir bilim, siyaset ve düşünce adamımızdı. Dilerim, aramızdan ayrılışının bu yıldönümü, yazıp söylediklerinin yeniden hatırlanmasına ve ne kadar haklı olduğunun, daha iyi anlaşılmasına “vesile” olur...

Ölümsüzlüğünün 15. Yılında Kışlalı...
Mustafa Balbay


Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın alçakça düzenlenmiş bir terör saldırısı sonucu aramızdan koparılışının 15. yılındayız. Kışlalı’nın düşüncelerini, günlük olaylar karşısındaki yorumlarını, bugünkü güncel gelişmelerle birlikte gözümün önüne getirince şunu söylemeden edemiyorum: 
“Ahmet Taner Hoca Türkiye için, bizler için ne büyük kayıp. Ahmet Taner Hoca’nın düşünceleri ne kadar güncel...
 21 Ekim 1999 Perşembe sabahı Ankara büromuzda olağan gündem toplantısının bitiminin hemen ardından odama geçtiğimde, saat 9.45 sıralarında acı bir telefon geldi. Kışlalı, aracına binerken ön camına bir kutu içine konan bombanın patlaması sonucu ağır yaralanmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Bütün umudumuz yaşıyor olmasıydı. Hastanenin giriş katındaki görevliler tek cümle söyleyip bıraktılar, “Başınız sağ olsun.”

Bugün genç kızlığa yürüyen kızı Nilhan Nur henüz 1 aylıktı. Doktorların bir kaygısı da minik bebek ve annesiydi. 
Hastaneden gazeteye dönerken ne yapacağımızı biliyor olmanın çaresizliği içindeydik. “Susturamazlar”, Yılmayacağız” gibi kararlı bir başlıkla 8 sütuna manşet atacaktık, tepkileri hemen altında verecektik, gazetenin önüne gelen, Anadolu’nun değişik kentlerinde meydanlarda buluşan hüzünlü insanların fotoğrafları ve tepkileriyle devam edecektik. 
Daha önce katledilen Prof. Muammer AksoyUğur Mumcu, Doç. Bahriye Üçok, Çetin EmeçTuran Dursun’un ardından bir Cumhuriyet aydınını daha teröre kurban vermiştik.
***
Kışlalı’nın o gün bedeni yaşamdan koparılmıştı. Ama ruhu yaşamaya devam ediyordu. Bir bakıma onu katledenler hedeflerine tam olarak ulaşamamışlardı. Kışlalı, gerek öğrencileriyle, gerek fikirleriyle, gerekse bıraktığı eserlerle her şeye karşın karanlık gidişin önünde sönmeyen bir meşale gibi yanmaya devam etti. 
Kışlalı’yı katledenler, sonraki yıllarda her şeye rağmen güçlenen tam bağımsızlıkçı, yurtsever, Atatürkçü düşünceleri benzer yöntemlerle bitiremeyeceklerini anladılar. Bedenleri ortadan kaldırılan aydınların her şeye karşın ruhları yaşamaya devam ediyordu. 
Çareyi bedenlerden önce ruhları öldürmekte aradılar. 
Bu nasıl olacaktı? 
Yurtseverler, Atatürkçüler bir bir tutuklanacak, ucu belirsiz davalarda yargılanacak, cezaevi yaşamına dayanamayacaklar, çok geçmeden ruhen ve bedenen iflas edecekler, pişmanlıklarını dile getirecekler, operasyonları gerçekleştirenler topluma da şunu söyleyecekler: 
“Bakın işte sizin bu ülke için her şeyi yapar dedikleriniz bir yıl bile dayanamadı, ruhunu teslim etti. İşte fikirler de bu kadar güçlüymüş...” 
Ama bunu da başaramadılar. Türkiye bu karanlık gidişi Anadolu’nun gücüyle sayıları az da kalsa yurtsever aydınların gücüyle aşacak.
***
Girişte Kışlalı’nın ne kadar güncel olduğunu vurgulamıştık. Bugün Mustafa Kemal’e, Kurtuluş Savaşı’na, Cumhuriyet devrimlerine saldıranlar işlerini kolay yapsın diye Kışlalı’ları katlettiler. 
Bu karanlık dönemi aşacağımıza olan inancımızın yanında bugünkü tabloyu da tüm çıplaklığıyla aktarma sorumluluğumuz var. Aydın tariflerinden biri şudur: “Gerçek aydın ülkesinin geleceğine harç taşıyan kişidir.” 
Bugünkü baskın aydın yapısı ise ne yazık ki geleceğin Türkiyesi’ne harç taşımak yerine iktidarın haracını yemeyi tercih ediyor. Topluma ve ülkeyi yönetenlere gerçekleri söylemekle sorumlu kişiler iktidarın kucağında iktidarın düşüncelerini topluma kabul ettirme işlevini üstlenmiş durumdalar. 
Bu yapıyı en iyi deşifre edebilecek ve karşısında bir sıradağ gibi durabilecek aydınların başında Kışlalı geliyordu. 
Bedeninin aramızdan ayrılışının 15. yılında Kışlalı’nın anısı önünde eğiliyoruz, dimdik duran fikirleriyle geleceğe yürüyoruz.  
Evet, kimdir Türk?
Türk olmanın ölçütü nedir?
11. yy. ile 13. yy. arasında Anadolu’ya gelen Türklerin sayısı 800 bin ile 1 milyon 300 bin arasında. Ama o sırada Anadolu’da yaşayan insanlar bunun tam on katı.
Türkler o insanlarla yalnız kan olarak değil, kültür olarak da karışmışlar. “Türk ulusu” dediğimiz şey de, ırkın değil, o ortak kültürün biraraya getirdiği toplumun adıdır.
Ege Tıp Fakültesi’nin altı yıl sürdürdüğü araştırmanın, “Anadolu Türk tipi” diye birşeyin olmadığı sonucunu vermesinin hayret edecek ne yanı var?
Kırgız da, Kazak da, Azeri de “soydaş” tır, ama bu ulusun bir parçası değildir.
Tıpkı Cezayirli ile ‘Iraklı’nın soydaş olmalarına karşın, aynı ulustan olmamaları gibi… Tıpkı Tuareg ve Berberi’lerin de, Arap olmalarına karşın, Magrip uluslarının bir parçası olmaları gibi…
İnsanları ne olduklarından çok, kendilerini ne hissettikleri önemlidir.
Özbek mi daha “biz”dendir, yoksa Güneydoğu’nun Türkçe bile bilmeyen köylü kadını mı? İstanbullu bir Ermeni’ye, Anadolu insanı mı daha yakındır, Ermenistan’daki soydaşı mı?
Tekirdağlı Yahudi, Amerika’da Türk ana-babadan doğan çocuktan daha “Türk” değil midir?
Buyurun! “Kürt milliyetçileri”ne yanıtlamaları için bir dizi soru…''
Ahmet Taner KIŞLALI
NEDEN KEMALİSTİZ
Atatürkçülük yerine "Kemalizm" sözcüğünü kullananlar artıyor.
Aslında aralarında bir ayrım olmaması gerekir. Ama ben Kemalizm demeyi niçin tercih ettiğimi her fırsatta açıklıyorum.
Birinci neden, Kemalizmin - tıpkı Leninizm gibi - evrensel bir kavram olması... İkinci neden, Atatürkçülük sözcüğünü, Marmaris'teki adam ve arkadaşlarının yıpratmış olması...
Önümde Almanya'dan yollanmış iki bildiri duruyor. Birincisini Sosyaldemokrat Halk Dernekleri Federasyonu, ötekisini de Türkiye Sosyaldemokratları Derneği yollamış... İkisinin de başlığı aynı:
"Neden Kemalistiz?"
10 Kasım 1995 günü, Hürriyet gazetesinde "Gerdan Atatürkçülüğü" diye bir yazı çıkmıştı:
Yazarın, bindiği uçaktaki dört hostesten ikisinin yakasında Atatürk rozeti bulunmaktan rahatsız olduğu anlaşılıyordu. Bundan "Gerdan Atatürkçülüğü"nün "avamlaştığı" sonucunu çıkarmıştı... Kendisi de "açık kart" oynadığını ve "Atatürkçü veya Kemalist olmadığını" açıklıyordu.
Çok hızlı, yetenekleri ve birikimi de çok sınırlı bir "numaracı cumhuriyetçi"nin, "Kemalist olmadığı" gibi müthiş bir açıklama (!) yapması, Aziz Nesin'in bile düş gücünü aşan bir olaydı. Nedense güldürü ustaları - kıskançlıktan olacak - "es" geçtiler. Ben de güldüm geçtim.
Ama yazıdaki ilkelliğe yönelik - yurtiçi ve yurtdışı - tepkilerden, benim telefonum, faksım ve posta kutum da "fazlasıyla" payını aldı.. Ve o yazı - PTT'nin yanı sıra - en çok da Atatürk rozeti satanlara yaradı.
Her geçen gün, THY çalışanlarının daha çoğunun yakasında Atatürk rozeti görüyorum!
Makedon, Hırvat, Bulgar, Rus, Alman, Yunan, İngiliz ve Romen bilim adamlarının oluşturduğu bir "Balkan Bilim Derneği" var. Birkaç ay önce yapılan genel kurulunu, Bulgar başkan şu sözlerle açmıştı:
"Atatürk'ü 20. yüzyılın en büyük dahisi kabul ediyoruz!.. Amacımız, Atatürk'ü hem kendi ülkelerimizde hem de bütün dünyada tanıtmaktır."
Dernek, "Atatürkü Düşümde Gördüm" isimli bir film yaptıracaktı. "Atatürk ve Balkanlar" kitabı hazırlanıyordu. Harf devriminin 70. yılının, 1998'de bütün dünyada kutlanması sağlanacaktı. Balkan ülkelerinde "Atatürk'ü Nasıl Tanıyorsunu?" konulu yarışmalar düzenlenecekti... Ve çeşitli Avrupa ülkelerinde şubeleri olan bir Atatürk Üniversite kurulacaktı...
Bir "32. Gün" izlencesinde, Vietnam'da bir ilkokul gösterilmişti. Karatahtada "Atatürk" yazılı idi. Ho Şi Min'in çocukları, Mustafa Kemal'in devrimini öğreniyorlardı... Ve son haber:
Kırgızıstan'da Başbakan Yardımcısı Prof. Osmanakun İbraimov yönetiminde "Uluslararası Atatürk Araştırma Vakfı" kuruldu. Azerbayacan'da - Bakü ve Nahcivan'da - bir "Atatürk Araştırmalar Vakfı" kurulması hazırlıkları içinde. Özbekistan'ın Stratejik Araştırmalar Vakfı ise, Kemalizmi öncelikle incelenecek konular arasına aldı.
Kuzey Kıbrıs'ta yapılan ve çok sayıda yabancı bilim adamının katıldığı "3. Uluslararası Atatürk Sempozyumu"nun sonuç bildirisinde şu satırlar bulunuyor:
"Atatürkçülük Türk milleti için bir öze dönüş hareketidir. Atatürkçü düşünce, sadece Atatürk dönemi Türkiyesi'nin zorluklarını çözmek ve bütün esir ve mazlum milletlere örnek olmakla kalmayan; akla, bilime ve fenne dayalı bir dünya görüşü olarak, gelecek yüzyıllara ışık tutacak bir sistemdir."
Bizim niçin Kemalist olduğumuz belli.
Türkiye'de bir din devleti, ya da etnik farklılıklara dayalı bir devlet kurmak peşinde olanların, neden Kemalizme karşı oldukları da belli.
İnanca dayalı olduğu ölçüde, her iki tutuma da saygı duymak gerekir... Ama "gerdan"dan yukarıya çıkamayan "yeni mandacılar"a saygı duyabilmek çok zor!..
24.12.1995
Ahmet Taner Kışlalı/Cumhuriyet

13 Ekim 2014 Pazartesi

FAKİR BAYKURT


FAKİR BAYKURT’U ANIYORUZ!
27 Eylül 2014 Cumartesi günü Talip Apaydın amcamızı yitirmiştik. 19 Eylül 2003 babam Dursun Akçam’ın, 11 Ekim 1999 Fakir Baykurt’un ölüm tarihleridir. Sonbahar yapraklarını izler gibi, birbirine yakın güz günlerinde, birbiri ardı sıra toprağa düştüler. Toprağın çocuklarıydı onlar; toprağa döndüler.
Onlar, bugün aramızda olan ve varlıklarıyla onur duyduğumuz diğer yoldaşları, Mahmut Makal ve Mehmet Başaran gibi, 11 Nisan 1980 günü küçük kızının gözünün önünde bedenine on altı kurşun birden sıkılarak öldürülen türkü derleyicisi, Köroğlu Kolları’nın Yelatan dağlarının tutkulusu Ümit Kaftancıoğlu gibi Köy Enstitüsü ocağında közlenmiş apaydın kimliklerdi. Onları birer birer uğurladıkça sonsuzluğa, biz yoksullaşıyor ve yalnızlaşıyoruz. Karanlıklar, kavgalar çoğalıyor, onların boşalttığı o insanlık kokan, sevgi kokan havayı dünyanın egemenlerinin kışkırttığı kardeş kavgası ve kan kokusu dolduruyor.
Bugün on beşinci ölüm yıldönümünde onun izindeki aydınlığı konuşacağımız Fakir Baykurt da, adını andığım diğer enstitülü mücadele insanları da birer yoksul köylü çocuğu iken, hem bir öğretmen, hem bir öğretmen önderi, hem halk için politika yapan bir aydın, hem de ayağını kendi kültürüne basmış özgün birer yazar olmuşlardı. Birlikte oldukları sürece de birbirlerine can yoldaşlığı yaptılar.
Fakir Baykurt amcamla, Ardahan’da altı yedi yaşlarındayken bir tür sürgün olduğu Şavşat’tan geçerken mutlaka uğradığı, konuk olduğu, şimdi yerine iğrenç apartman bozuntuları dikilmiş, her taşında bin çekiç izi, el emeği bulunan koca taşlarla örenmiş evimizde tanışmıştım.
Köy Enstitülü yazarlar, içinde doğup yetiştikleri halk kültürünün çoğaltan ve yenileştiren seküler gücüyle düşünmüş ve davranmış, yapıtlarında o kültürün yenidendoğuşuna kapı açmışlar, yerel olanla evrensel bilgi ve estetiği harman etmeyi, insancıl bir bakış açısı kurmayı başarmış, Rabelais romanının Batı’da başlattığı Rönesans’a Anadolu’da eşlik etme yoluna çıkmışlardı. Esin aldıkları, içinde doğup büyüdükleri grotesk halk kültürüyle, korkunun yerine gülmeyi yeğlemiş, karanlığın yerine aydınlığı kurmuşlardı. Onların kitaplarıyla donanmış öğretmen ve aydın hareketi Anadolu’nun dağlarına, köylerine ışık tutmuştu. 12 Mart faşizme onların tuttuğu o güzel ışığı köreltmeye yetmeyince, 12 Eylül Amerikancı faşizmiyle bindiler ülkenin üstüne.
Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği olarak o güzel insanların anısında, ülkeyi kardeşçe yaşanacak iyilikler, güzellikler ülkesi yapmak için işlemiş, güne her sabah el ele, kol kola tutulan halay ve horonlarla başlamış Köy Enstitüsü ocağını kentleri de kapsayacak biçimde yeniden yakmak, imececi Anadolu kültürünü geleceğimizin de harcı yapmak için çaba gösteriyoruz. Özellikle de genç kardeşlerimizi aramıza bekliyoruz. Bu ateş, bu meşale yere düşmemeli…
Bugün edebiyat dünyasında kültür endüstrisinin pompaladığı, kendi güncel gerçekliğimiz yerine egemen politikaların kurguladığı, inanç ve kültür ayrılıklarını kışkırtan yapıtlar el üstünde tutuluyor. Araştırmanın, sorgulamanın yerine kulaktan dolma bilgiler, televizyon ekranlarından söylenen palavralar ve internet sayfalarından pompalanan yalanlar öne çıkarılıyor.
Anadolu topraklarını işgale gelmiş emperyalistlerle iktidarda kalmak için onlara işbirlikçiliği yapmış hilafet ve saltanat makamlarına karşı insanlık onurunu ve yurdunu savunmak için çıplak elle bir var olma kavgası olan, Kurtuluş Savaşı’yla ilgili yazılmış en güzel romanlar Talip Apaydın’ın Toz Duman İçinde, Vatan Dediler ve Köylüler üçlemesidir. Onunla ilgili bir yazı için göz attığım internet sayfalarında dolaşırken şöyle bir not çıkmıştı karşıma.
“Eserlerinin hemen hemen hepsinde vaktiyle Köy Enstitüleri’nde benimsetilmiş köy anlayışına uygun klişe anlayışı işler. Bu kitaplarda köy daima sefil ve sömürülmüştür. Köylü câhildir, hurafelere inanır. Müsbet hiçbir davranışları yoktur. Bu toplumda tek iyi insan köy öğretmenidir. Öğretmen, köylüyü eğiterek modern ve laık hâle getirmeye uğraşır. Eserlerinde Yaşar Kemâl, Kemâl Tahirve Orhan Kemâl’in etkisi görülür.”
Bu çarpık bakış açısının, bugün Cumhuriyet değerlerini savunduğunu, Mustafa Kemal’e sahip çıktığını iddia eden bazı kurum ve kişiler tarafından da paylaşılıyor olması ise, üzücü bir gerçekliktir.
Bu çarpık bakış açısına verilebilecek en güzel yanıtlardan birisi de, kendi adıma Fakir Baykurt’un başyapıtı saydığım ve Köy Enstitülü yazarların Anadolu Rönesansı’nda hangi öğeleri öne çıkardıklarının anlaşılabilmesi için tümüne birden örnek sayılabilecek Kaplumbağalar romanında başkahramanın eğitmen Rıza değil, köyün delisi Kır Abbas olmasıdır.
Değerli dostlar…
Fakir Baykurt,yazarlık damarının özünde, kendisini “bacaklarını gerip güne karşı işeyen” bir kişi olarak tanımlaması yatar. Baykurt, yine kendi deyimiyle, “İnsan hayatını karartan “beylerle, paşalarla” uğraşır… Baykurt’un yazın dünyasında, anası Elif’in evinde karşılaştığı, o sıra kafasındaki roman olan Kaplumbağalar’dan söz ettiğinde, “sivrelt kalemini halam, sivrelt de yaz” diye bağıran köylüsü Haçça Akdoğan’ın sesi hep duyulur. “”İstemeyenlerin ağzına tüküreyim!” demiştir Akçaköylü Haçça. Sonra da devam etmişti… “Dünyada insanın sıkıntısı bir çanak bulgurla, bir lokma kuru ekmeğe mi? Topal eşeğime yükler, ben iletirim senin çocuklarına! Sivrelt kalemini, durmadan yaz.”
Durmadan yazmıştır Baykurt… İçinde doğup büyüdüğü halk kültüründen aldığı çoğul ve yenileştirici güçle, önce o kültürün evrensel kültürle buluşması için öncülük etmiş, sonra da bir ayağını attığı Avrupa’dan yenileşmiş bir biçemle ses vermiştir.
Anadolu’nun Don Kişot’u Kır Abbas’ın yaratıcısıdır o! Ağalara, beylere karşı elde sopa ergişilerin önüne çıkmış, insanlık adına kavgaya durmuş, hak aramış, adalet istemiş Ulguş’un, Iraz ananın ele avuca sığmaz kavgacı, yaratıcı çocuğudur.
12 Eylül 1980'dan sonra, Batılı Şarkiyatçı bakış açısının ürünü olan sözde aydınlarımız enstitülü yazarlardan boşaltılan kültürel alanı farklı söylemlerle doldurdular. Onlara göre, halk ya da gelenek demek, “din” demekti! Tarikatlar ve din cemaatlerini halkla devlet arasında arabulucu kurumlar olarak gören (Asım Karaömerlioğlu, Orada Bir Köy Var Uzakta), doksanlı yıllardan sonra günlük yaşamın dinselleştirilmesini “Kültürel yapı(nın) devletin tercihini aşacak biçimde coğrafya ve yerellikle bütünleşmesi” (H. B. Kahraman, Doğu Batı) diye yorumlayan, yazdığı için öğretmenlik görevi bile elinden alınan, ödül kazandı diye sürüm sürüm süründürülen Fakir Baykurt’u “devlet destekli” bulan (O. Koçak, Defter) nice “demokrasi açılımcısı” düşünürler, yazarlar çıktı ortaya…
“UMUT ÜZÜMLERİ” İLE ORTAÇAĞ ZEBANİLERİ!...
Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar adlı yapıtını Tunç Okan Umut Üzümleri adıyla filme aktarmıştı. Tunç Okan 25 yıl önce, 1978’de sansüre takılmış Kaplumbağalar’ı “Umut Üzümleri” adıyla yeniden çekti; film, gösterime çıktı… Tunç Okan’ın bu inadı nedendi acaba? 1978 yılının sansürcüleri belki de çoktan toprak olup gitti.
İzleme olanağı bulduk. Ne yazık ki, Umut Üzümleri, Kaplumbağalar’daki imgelem ve kültür zenginliğini kapsayamıyor…
Tunç Okan’ın Kaplumbağalar’ı “Umut Üzümleri” adıyla yayına hazırladığını ekinde haber veren gazetenin o günkü sayfalarında Irak’taki, Suriye’deki mezhep savaşları ile ilgili başka haberler de vardı. Emperyalizmin kışkırttığı ve kasıklarını tutarak güle güle izlediği Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Yakın Asya’ya etrafımızı kan gölüne çeviren ve aradan altı ay bile geçmeden ülkemize de sıçrayan kültür, dil, din ve mezhep savaşlarında insan kanı dökülüyor, okullar, heykeller, bayraklar yakılıyor. Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta döktürdüğü kan yetmemiştir emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin… Ulusal bayramların yerini dini törenler aldıkça, etnik kimlikler üzerinden yapılan kavga toplumsal mücadelenin, üretim, üleşim, insanca yaşam mücadelesinin yerine geçtikçe, insan kanı dökenler neredeyse ilahi bir haz duymaya başladılar.
Bizim demokrasi açılımcısı “kültür adamlarımız”dan, ekranlarımızdan ayrılmayan “edebiyatçılarımız”dan ise bu konularla ilgili bir tek tık çıkmıyor.
Tunç Okan 28 Nisan Pazar günü, Cumhuriyet Pazar Eki’nde kendisiyle yapılan söyleşide, arada, “Bu film koyu bir köy edebiyatı değil” demiş Tunç Okan. O kadar çok saldırı, o kadar çok yakıştırma yapıldı ki, “köy edebiyatı”na, adını ağzına alanın dili yanar oldu.
Oysa ki, Umut Üzümleri’ni filme alan Tunç Okan’ın günah çıkarırcasına söylediğinin tersine, köy çocuğu Fakir Baykurt’un başyapıtlarından olan Kaplumbağalar, “köy edebiyatı”nın tam da koyusudur. Tozak Köyü’nün Kır Abbası, Mihail Bahtin’in “Rabelais ve Dünyası”nda halk yaşamıyla ilişkilerini görünür kıldığı Rabelais’in Gargantuası, Pantakruel’i gibi direnir Ortaçağ karanlığına. Kır Abbas, eğitmen Rıza’dan da yardım alarak, toprağı elleriyle yararak Tozak kırına üzüm bağı kurar. Yalnız üzümün değil, ondan yapacağı şarabın da ardında, arzusundadır. Tozak köyünün bağ bozum şenliği, Rönesans kültürüne öncülük etmiş olan Rabelais romanına hak ettiği değeri vermiş Bahtin’in “Rönesans” ve “çoksesli roman” karnavalına çıkan bir yol gibidir. Ne Baykurt okumuştu Bahtin’i, ne Akçam, ne Apaydın, ne de türküler, destanlar, masallar derleyicisi Kaftancıoğlu… Onların kalemleri, halk kültürünü üstkültür ve evrensel estetikle buluştururken, Bahtin’in yapıtları Batı dillerine bile çevrilmemişti henüz. Ama onlar, içinde doğup büyüdükleri halk kültürü içindeki grotesk imgeleri tekil dilli iktidar kültürüne karşı yeniden kurup korku karşısında gülmecenin, şenlikçi bir geleneğin savaşçıları olmuştu…
Enstitülü yazarların metinleri, yaşamla olağanüstü iç içe öğeler barındırırlar; aynı zamanda, kendi anlatımları ve söylemleri içinde biriciklik taşırlar.
Fakir Baykurt da diğer Köy Enstitülü yazarlar da Rabelais romanında olduğu gibi yoğun bir takma ad, lakap kullanımı ile biçemini işlerler. Kır Abbas, Kel Bektaş, Çil Keziban, Pat Ali, Kaymak Muharrem, kahraman ve karakterlerin adlarıdır. Bu adlar zaman zaman grotesk öğelerle, dışkı ve sidiğin kullanıldığı tamlamalarla başka bir boyuta geçer: “osuruğu cinli”, “kır domuz”, “sidikli Senem”, “boklu Cennet”, “Güssün kancık”. Kimi zaman da halk kültürünün özgün biçimlerinden olan parodik manilere dönüşür: “Gıı Hörü/ yorgan yandı yörü”, “Hişt, adı Musa/ boyu kısa”
Roman başkişisi Kır Abbas, Kaplumbağa’lara “tekneli dayı” diye ad koymuştur. Kaplumbağalar ile Tozak köylülerinin yaşamı birbirine koşut yürür. Kır Abbas’ın gözleri kaplumbağa gözleri gibidir (s 46). Baykurt bu insan-hayvan-nesne alegorisi ile, diğer Köy Enstitülü yazarlar gibi Rabelais romanının özelliklerini Anadolu’ya taşımaktadır.
Kır Abbas, Kel Bektaş’ın karısına “Güssün kancık” diye seslenmektedir. Adamın evinde ve yanında da “Ulan Güssün, ulan Güssün sen huylu has bir avrattın da neden bana düşmedin ha?” diye bağırır (s 302).
Tozak köylüleri, kıraç ve taşlık bir alanı imeceyle bele kadar kazarak Rıza eğitmenin gösterdiği şekilde “krizma” yapmış, bu alanı bağa dönüştürmüştür. Beş yıl sonra ürün veren bağdaki bağ bozumu şenlikleri tam bir karnaval havası içinde geçmiştir.
Köyün delisi Kır Abbas at binmiştir, diğer herkes yayadır. Dokuz delikanlı posta bürünüp boynuz takmış, koç kılığına girmiştir. Bağın girişinde kapıyı tutarlar ve geçiş hakkı olarak dokuz güzel kız isterler köyden. Oğlanlarla kızlar eşleşirler, atlı Kır Abbas’a yolu açarlar.
Köylünün imeceyle kazıp ortak bağ durumuna getirdiği taşlık alan köye ölçüm için gelen ve günlerce köylüden olmadık şeyler isteyerek yiyip içen kadastrocular tarafından köylünün hazine arazisine el koyması olarak yorumlanmış, Tozak köylüleri suçlu duruma düşmüştür.
Romanın sonunda köylü devlet bürokrasisiyle baş edemeyeceğini anlayınca yoktan var ettiği bağı hayvanlarına yedirip dümdüz eder. Bağda yıllar içinde mutlu bir yaşam sürmüş, üreyip çoğalmış “tekneli dayılar” da dört bir yana dağılarak köyden uzaklaşır.
Sonsuzluğa göç edişinin on beşinci yılında Fakir Baykurt amcamı anarken uzak bir yayla anısıyla sözlerimi noktalamak istiyorum. Bir yayla düğününde, köylümüz Vıji Alişan’ın oğlu, arkadaşım Kurban’ın düğününde geniş bir yayla damında el ele kol kola oynuyorduk. Birden yayla damının güneşe açılan kapısında kravatlı karartılar belirdi. Davul zurna sustu, oyun durdu. Köyümüzden yetişmiş ve oldukça büyük makamlara gelmiş bir politikacı içeri girmişti. Herkes saygıyla onlara bakıyordu. Gelen kişi kalabalığı süzdü gözleriyle, düğün sahibi Alişan’a döndü. “Alişan” dedi, “nedir bu rezillik, burası Müslüman evi değil mi? Neden kadını kızı, erkeği bir araya doldurmuşsunuz?” O politikacı da o köyde, o güzel gelenekler içinde yetişmişti oysa. Alişan buz gibi olmuştu. Sarardı, sendeledi. Sonra ağırdan konuştu: “Beyim” dedi; “bizim aramızda fesat yok, sen istersen dışarı çık!”
Hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum, Fakir aydınlıkları diliyorum.
13 Ekim 2014, Alper AKÇAM


Karikatür: Köksal Çiftçi

YOKSUL ANADOLU'NUN
ZENGİN GÖNLÜ FAKİR BAYKURT
Yazı: Ali Rıza Özkan 
Karikatür: Köksal Çiftçi

Dumanı bitmeyen Madran dağını solunuza, yiğidi ve söğüdü bol Bozdoğan’ı da arkanıza aldığınızda, Nazilli’ye doğru uzanan inciri, üzümü, armudu, tütünü, buğdayı ile sanki hiç bitmeyecek bir bereketin fışkırdığı koca bir ovanın ortasına düştüğünüzü anlarsınız. Menderes nehrine ulaşmak için aceleyle akan Akçay size eşlik ederken koca koca ayıların insanlara dostluk kurduğu Madran dağı dünyanın en eski ve en verimli ovalarından birisini yüzlerce yıldır izlediği noktadan ismini duyduğunuz anda sizi Asya’nın ateşi ile buluşturacak bir köyü gösterir: Alamut köyü.



Türkmen Yörüklerinin 20. yüzyılın başında yerleşik hayata geçmeye karar verdiklerinde Rum ağalardan peşin parayla satın aldıkları ve alır almaz ilk iş olarak ismini değiştirdikleri işte bu köyde tanıdım Fakir Baykurt’u.



Sıcak bir yaz günü, tatil sessizliğini sadece benim gibi öğretmen çocuklarının bozabildiği okul bahçesinde oynarken Hasan Özkan’ı sorduğunda aklıma ilk gelen kasabadan “büyük” bir adamın gelmiş olabileceği idi. Hoş, Fakir Baykurt da, ilköğretim müfettişi olarak onlardan daha az yetkili değildi. Ancak, Alamut’a geliş sebebi bu değildi. Türkiye Öğretmenler Sendikası genel başkanı olarak, Ege öğretmenlerinin örgütlenmesinde babama daha fazla iş düşüyordu. Kısa bir konuşmadan sonra görevi kabul eden babamla bu bıyıksız, tuhaf görünüşlü ama oldukça sevimli “amca”nın geçmişe dair sohbetleri sanırım dünya, ülkemiz, düşmanlarımız ve görevlerimiz hakkında duyduğum ilk cümlelerdi.



Fakir Baykurt gittikten sonra, babamın bize büyük bir disiplin içerisinde okuttuğu kitaplardan bazılarının yazarı olduğunu da öğrendik. Efkar Tepesi, Amerikan Sargısı, Irazcanın Dirliği, Onuncu Köy… Her akşam yemekten sonra kardeşlerimle babamın çevresine toplanıp yüksek sesle okuduğumuz ve her 5-10 sayfadan sonra babamın mutlaka özet geçip dikkatimizi sınava tabi tuttuğu kitaplar!



Bizim dünyamızın kalemi, Baykurt



Ülkemizde yaşayan ve bize emirler verebilen yabancılar, yoksul ama onurlu insanlar, bizim gibi görünen ama küçücük bir çıkar uğruna en yakınlarını satan kalleşler… “dünya ahvali” Fakir Baykurt’un kalemiyle gözlerimizin önünde canlanıyordu. Irazca anayı hafızamda kendi anam gibi capcanlı hatırlarım, hâlâ.



Fakir Baykurt konuşurken de, yazarken de kuşkuya yer vermeyecek netlikte ifadeler bulur, öylesine renkli sözcükler çıkarırdı ki, domatesi tüm kırmızılığı ile, patlıcanı tüm tombulluğu ve morluğu ile gözlerinizin önünde canlandırabilirdiniz. Çocukluğumu Fakir Baykurt gibi bir yazar eşliğinde yaşamış olmam nedeniyle çok şanslı olduğumu söyleyebilirim.



Uzun süren bir yolculuk sonrasında, bir tarlanın ortasında arabadan indiğinizde üstünüze gelen tazeliktir, Fakir Baykurt. Siz ne kadar büyük kentlerin doğaya aykırı çoğalan kütlesinin parçası olsanız da, Baykurt’un kaleminden çıkmış sözcüklerle karşılaşır karşılaşmaz, köklü ve derin bir bağın aranızda olduğunu hemen fark edersiniz. Türkçe’dir o! Sanki, yüzlerce yıldır birlikteymişiz gibi, gelir gönlümüzün en güzel köşesine kıvrılıverir. Çünkü, bizim gibi hisseder. Bizim gibi kızar. Bizim gibi sever. Bizim gibi düşünür.

Köylü romanı olur mu?

Fakir Baykurt ile beraber Talip Apaydın, Mahmut Makal, Dursun Akçam gibi yazarlara “köylü yazar” dediler. Bu “köylü”lük aslında onları kente kabul etmeyen, hatta yazarlıklarına da itiraz eden bir “kulp” görevi üstleniyordu. Daha sonra bu daha da yaygınlaştı. İbrahim Balaban köylü ressam, Süreyya Duru köylü yönetmen gibi…

Köyü anlattığı için bir sanat eserinin üslup, içerik vs. hiçbir benzeşik yanı olmasa da diğer eserlere aynı başlık altında değerlendirilmesi, her şeyden önce sanatın sınıflandırılması ile uyumsuz. Zaten burada amaç, sanatsal bir kategori yaratmak değil, tersine “köylü” damgası ile bu eserleri ve yaratıcılarını “yüksek sanat” çevresinin dışında tutmaktı. Belki, kendi aralarına almadılar ama, Fakir Baykurt’la kendi hayatına, varlığına ayna tutan, sorgulayan benim gibi milyonlarca kişi bu sanatçılarımıza evlerinin de yüreklerinin de en güzel köşesini ayırdı.

Kendilerini “kentsoylu” olarak sınıflandırıp yeteri kadar komikleşen küçük burjuva eleştirmenlerin yaftalamalarının aksine, Fakir Baykurt köyü anlatmaz. 19. Yüzyıl Avrupa’sının romantik bir köy/doğa yazarlığının çok uzağındadır, o. Baykurt köy ile kent ayrımı da yapmaz. O’nun öyküleri dönüşen sınıf ilişkilerini, proleterleşen köylüleri, ülkemizi örümcek gibi saran emperyalizmi ve bir tarlanın bir ucunda, bir arığın başında başlayan direnişi, kavgayı, “ateşi ve ihaneti” anlatır. Bu haliyle, Baykurt’un öyküleri evrenseldir. Dünyanın herhangi bir yerinde karşılaşabileceğiniz hikayelerdir hepsi. Bir yanında Cengiz Aytmatov varsa, diğer yanında Miguel Ángel Asturias vardır.

Genel Öğretmen Boykotu

Türkiye’nin o güne kadar gördüğü en büyük emekçi hareketlerinden birisi olarak tarihe yazılan “Genel Öğretmen Boykotu”, Fakir Baykurt’un Gaziantep-Fevzipaşa’da sürgün-memur statüsünde tutulmasına rağmen, el birliği ile örgütlendi. Öğretmenler sadece kendi özlük hakları için greve gitmiyorlardı. Hatta, daha da fazlası olarak, öğretmenler aslında milli bir eğitim için greve gidiyorlardı!

TÖS Genel Yönetim Kurulunun kararı şöyledir :

“Bugüne kadar yapılan her uyarı ve düzeltici her uygulamayı, türlü - çeşitli iftira ve bühtanlarla boğan iç ve dış çıkarcılar, bu bakımsız ve perişan devlet eğitimini halkın çocuklarına bırakıp kendi öz çocukları için özel okullar açmışlar ve açtırmışlardır. Yöneticilerimiz, kendi öz çocuklarını çoğunlukla dış ülkelerde okutmakla, oradan diploma aldırmaktadırlar. Sömürgeci ülkelerin yolladığı uzman, barış gönüllüsü ve üretim artığı bayat süt tozlarıyla ve bugünkü genel işleyiş ve görünüşleriyle böyle bir eğitim, «millî» bir eğitim olma niteliğini yitirmiştir.



Bundan sonra öğretmenlerimize düşen, başlarını kaldırmak, tarihin ve Türk milletinin önünde son sözünü söylemektir.

Çünkü :

Öğretmen yalvarmaz,

Öğretmen boyun eğmez,

Öğretmen el açmaz.

Öğretmen Almanya'ya, Hollanda'ya işçi çöpçü gitmez.

Öğretmen dövülmez,

Öğretmen yakılmaz,

Öğretmen kıyılmaz,

Öğretmen sürülmez,

Öğretmen DERS verir.

Öğretmen eline teslim edilen çocukları ve milletin kendisini EĞİTİR.

Öğretmen horlanmaz, öğretmene SAYGI duyulur...”

15-19 Aralık 1969’da bütün yurtta öğretmenlerin genel greve gitmesi 15-16 Haziran 1970’de İstanbul’da patlayacak işçi direnişinin de habercisidir, sanki. Ülke çapında 109 bin öğretmen greve katılır. Bunlardan 50 binine adli kovuşturma açılır. 45.200 öğretmene “maaş kesim cezası” uygulanır.

Daha 5 ay önce, Kayseri’de yapılan TÖS Genel Kongresi gericiler tarafından yakılmak istenmişti. Dönemin Milli Eğitim Bakanı’nın sadece seyretmekle yetindiği saldırı, kongrenin düzenlendiği sinema salonunu kuşatan gericilerin “komünist öldüren cennetlik olur” kışkırtmasıyla kundaklanmış, ancak erken farkına varılmasıyla can kaybı olmamıştı. Yıllar sonra Sivas’ta Pir Sultan Şenlikleri sırasında da aynı tezgah tekrar piyasaya sürülecek ve bu kez ülkemizin en kıymetli aydınları bir otelde katledileceklerdi.

Fakir Baykurt roman, öykü, şiir yanında toplum ve eğitim yazıları da kaleme aldı. Yılanların Öcü, Irazca’nın Dirliği, Kaplumbağalar’ın da aralarında olduğu 13 romanı, Çilli, Efendilik Savaşı, Onbinlerce Kağnı, Sınırdaki Ölü gibi 14 öykü kitabı, 2 şiir, Yandım Ali, Sakarca, Saka Kuşları gibi 6 çocuk kitabı ve Efkar Tepesi, Kale Kale gibi 5 toplum ve eğitim hakkındaki görüş ve yorumlarını içeren kitabı yayınlandı. Gürcüce’den Çince’ye kadar dünyanın pek çok diline eserleri çevirildi. Yabancı ülkelerde yayınlanan kitapları oralarda ödüller aldı. Ülkemizde ise, Yunus Nadi, Orhan Kemal, TDK gibi yazarın edebi yetenekleri yanında toplumsal olayları yansıtma derinliğine de önem veren kurumlardan aldığı pek çok ödülü vardır. Ayrıca 7 ciltlik hayatını anlattığı “özyaşam” dizisi, 11 Ekim 1999’da pankreas kanserine yenik düşmesi ile yarım kaldı.

4 Ekim 2014 Cumartesi

BAYRAMLARDA ÇALIŞIRIZ, BAYRAMLAR İÇİN Talip APAYDIN

BAYRAMLARDA ÇALIŞIRIZ, BAYRAMLAR İÇİN
Talip APAYDIN
Kurban bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. O günler bir soğuktu, bir soğuktu... Kar, fırtına, tipi...
Eskişehir ortalarında papaz harmanı savruluyordu. Göz gözü görmüyordu dışarılarda. Sular donmuştu hep.
Seydi Suyu iri buz parçaları akıtıyordu.
Santral kanalı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür doğru dürüst yanmıyordu.
Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Lambalar ikide bir usulca sönüveriyordu. Dersliklerimizde pelerinlerimizle oturuyorduk da, gene de ısınamıyorduk.
Musluklarımızdan su akmıyordu. Ellerimizi yüzlerimizi yıkamak için dere kıyısına gidiyorduk. İçme suyumuz yoktu.
Üç gün bayram iznimiz vardı, ama bu soğukta nereye gidecektik?
Köyü yakın olanlar gitti ancak.
Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarıda toplanılacak dediler.
Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık.
Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. Üstünde palto bile yoktu. Ellerini arkasına bağlamıştı. Boz urbaları içinde, yağsız çehresiyle bir heykel gibiydi. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu.
O halini görünce usulca pelerinlerimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık.
"Arkadaşlar!" diye başladı. Bir canlıydi sesi, bir heybetliydi. Önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın muhakkak yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi.
Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz, dedi. Olduğumuz yerde birkac kez sıçramamızı ve kuvvetli tepinmemizi istedi.
Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti.
Bugün bayram, dedi. Şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var: Ya tekrar içeri girip sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek.
Yahut da kazmayı, küreği alıp, santral kanalını temizlemeye gitmek.
Emin olun gidenler, kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü, inanarak çalısan insan ne soğukta üşür, ne sıcakta yanar. O; yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır...
Onu hiçbir karşı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın.
-Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum, dedi. Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun işleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz.
Size şunu söyluyorum, bizim asıl bayramımız, yurdumuz bu gerilikten, bu karanlıktan kurtulduğu gün başlayacaktır. Şimdilik bize düşen milletçe çalısmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: "Bayramlarda çalışırız, bayramlar için".
Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin.
Heyecanlanmıştık, üşümemiz geçmişti.
Hepimiz; “Geleceğiz!” diye bağırmıştık.
-Bayramda çalışırız bayramlar için!
-Bayramda çalışırız bayramlar için!
Altı yüz kişi böyle bağırdık. Sonra da kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşma başladı.
İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması belki sadece savaşlarda görülür..
Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik.
Çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırıkkız Dağı'ndan doğru zehir gibi bir rüzgar esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor.
Kazmayı vurdukca yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazı yerlerde kar her yeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacagız belli değil.
Müdürümüz, öğretmenlerimiz başımızda dört dönüyorlar. Bir o yana ko şuyorlar, bir bu yana. Öyle çalışıyoruz ki, boyunlarımızdan buğu çıkıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleyip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalara tempo tutuyor. Bir gürültü gidiyor kanal boyunca.
Yeşilyurt köylüleri evlerinin önune çıkmıs, bize bakıyorlar. Böyle çalısmamıza alışkınlar ama, bayram günü, bu soğukta nasıl donmadığımıza şaşıyorlar. Yeşilyurtlu arkadaşımız Azmi, -köyü yakın oldugu için izinli ya(!) - bize evlerden bazlama ekmek taşıyor.
Köylü ekmeğini özlemişiz, aramızda kapışıyoruz. Yukarılardan, aşağılardan ikide bir sesler yükseliyor:
-Bayramda çalışırız, bayramlar için!
Koca ova çınlıyor. Taa uzaktan Hamidiye'nin, Mesudiye'nin köpekleri ürüyorlar.
Bu kış günü böyle seslere anlam veremiyorlar herhalde. Ayaz ovanın ıssızlığı yırtılıyor.
O gün o kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde, uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. Ertesi gün taa bende kadar tamamladık.
Sonra merasimle suyu saldık.
Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardından yürüyerek, türküler marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamanda, santral havuzuna döndük, sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı "Ç. K. E." yandı... (Çifteler Köyü Enstitüsü)
O zamanki sevincimizi nasıl anlatmalı? Üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. "Yaşa var ol" seslerimiz ufukları kapattı.
Dünyanın en içten gelen, en coşkun bayramı oldu belki. Hiç unutmam bir arkadaşımız kendi ellerini öpüyordu. "Aferin ulan eller, diyordu, bu elektiriğin yanmasında senin de hissen var, yaşasın!"
Sevinçten gözlerimiz yaşarmıştı.
Müdürümüz bir tümseğe çıktı. Birkaç kelimeyle başarımızı tebrik etti. Her nokta koyuşta "sağool!" diye bağırıyorduk..
- Şimdi, dedi, depomuza su dolacak, banyoyu yakacağız. Yıkanın ve çalışıp başarmış insanların huzuru içinde uyuyun.
İşte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye'yi de yükseltebiliriz!
- Yükseltecegiz!, diye bağırdık.
-Bayramda çalışırız, bayramlar için!
-Bayramda çalışırız, bayramlar için!
Içeri girdik, musluklardan şarıl şarıl sular akıyordu.
Birbirimizi tebrik ediyorduk.
Unutulmaz bir bayramdı."

Kendi Şarkım

  Yalnızlık tarlasının geniş düzünde

 Tek başına yaşıyan kuşlar gibi

Yaşadım dayanabildiğim kadar

Öğüncüm bu olacak yeryüzünde



Bir yol ki kendimizden başlar
Kolay olmıyan güzel olan
Gelecek Türkiye'ye gidecektir
Geçip yalnızlığın tarlasından



İnanıyorum gerçek bu tarafta
Öyle gecelerim oldu ki apaydınlık
Pişman değilim üzgün değilim
Git kafamdan yalnızlık