Anormal olmayan ya da yabancı servisler hesabına casusluk yapmayan herkes ülkesiyle, halkıyla, kentiyle, ailesiyle gurur duymak ister. Ekmek gibi, su gibi bir gereksinimdir bu.
Ben de bu ülkenin bir insanı olarak yıllardır, kültürümüzdeki gurur duyulacak ögeleri arar ve bunları öne çıkarmaya, UNESCO gibi yurt dışı platformlarda anlatmaya özen gösteririm.
Hayat boyu tavrım; içeride bozuk gördüğüm ögeleri eleştirmek, dışarıda ise genellikle önyargılar sonucunda oluşan haksızlıklara karşı mücadele etmek olarak belirdi.
Bunun bedelini de çok ödedim.
Tek bir örnek vereyim. Sürgün yıllarımda Stockholm gibi yabancı bir kentte ayın sonunu zor getirir ve yoksulluk içinde yaşarken müziğim Yunanistan’da çok ün kazandı. Albümler, telif hakları, konserler derken epey bir para birikti ama bunun bana bir faydası olmadı. Çünkü parayı Yunanistan dışına çıkarmam için kültür bakanının özel iznine gerek vardı.
O sıralarda bakan Melina Mercuri idi. Tanışıyorduk, hatta Marsilya’da, birlikte sahneye çıkmıştık ama aramız iyi değildi çünkü Mercuri o dönemin PASOK politikasına uygun olarak benim Yunan televizyonlarına çıkıp Türkiye aleyhine atıp tutmamı istiyordu. Sürgün bir sanatçıydım ya... Kalkıp Türkiye’yi şikâyet etmeliydim. Bense bunu aşağılık bir tutum olarak görüyor, Yunan televizyonunun canlı yayınında buzuki çalgısının, bizim sazın “bozuk düzeni”nden türediğini anlatıyordum.
Çünkü benim sorunum, dedelerimin uğruna kan döktüğü ülkemle değil, onu istila eden cunta ileydi.
Bu tutumumun sonucu olarak beni İsveç’te rahat yaşatacak, çocuğumu okutacak büyük bir paradan mahrum kaldım. Para Yunan Merkez Bankası’nda eridi gitti.
***
Bu anıyı niye anlattım biliyor musunuz?
Bundan sonra yazacaklarımın; Türkiye’ye karşı önyargılı, her fırsatta kötülemeyi marifet sanan bir aydın bozuntusunun kaleminden çıkmadığını anlamanız için. (Bilen zaten biliyor da bilmeyenler için belirtiyorum bunu.)
Bugünlerde ortalık fetih coşkusundan geçilmiyor. İstanbul’u fethetme coşkusuyla.
İyi güzel ama bu aynı zamanda “Biz hiçbir şehir kurmadık, sadece gelip kılıç zoruyla aldık ve eski, görkemli binaları da yıktık” demek değil midir?
Bir medeniyet kurmak mı daha önemli yoksa onu kılıç zoruyla almak mı?
Ayrıca fethi, o dönemin milliyetçi olmayan kafasına göre değerlendirmek gerekir.
Mesela büyük tarihçimiz Halil İnalcık, İstanbul kuşatmasında Fatih’in kuvvetleri arasında “Turkopulo“ denilen Rum birliklerin de bulunduğunu yazmıştır. Fatih’in annesi Mara Brankoviç’in babası Sırp Kralı Brankoviç de bu kuşatmada torununa yardımcı olmuştur.
Nasıl: Kafa karıştırıcı değil mi?
***
Daha önce Berlin, Moskova gibi kentlerin kuruluş yıldönümü kutlamalarına katıldım ama onların hepsi gerçek kurucuları tarafından kutlandı.
Bu sözlerim “İstanbul’u almasaydık” anlamına gelmiyor ama benim tercihim; bunu bir övünme vesilesi yapacağımıza Yunus’la, Evliyâ Çelebi’yle, büyük Sinan’la, Itri’yle, Baki’yle, Süleymaniye’yle, İstanbul ve Rumeli’deki Osmanlı eserleriyle, Şeyh Galip’le, Mevlânâ’yla, Ali Kuşçu’yla, Hezarfen’le gurur duymak.
Mesela; Demirbaş Şarl’ın bizden götürdüğü çiçek aşısı insanlığa yaptığımız büyük bir katkıdır.
Kusura bakmayın ama ben bunlarla övünmeyi tercih ediyorum.
21 Şubat 2012
2 yorum:
Zülfü Livaneli'yi siyasete bulaşmadığı sadece beste yapıp, şarkı söylediği zamanlarını özlüyorum, siyaset her şeyi kirletiyor tabii bu benim fikrim, ama bu yazısı benim fikirlerimle örtüşüyor, ben de Kanuni'yi filan izlerken hiç övünecek bir şey yaptığını düşünmüyorum, adamın canı sıkıldıkça "hadi gidip şuraları, şuraları alalım" yani bu iyi bir şey değil ki:)otur oturduğun yerde ülkeni kalkındır..
Zaman zaman hatta sıklıkla bu çelişkiye düşmemiz bekleniyor, isteniyor. İyi anladım Livaneli'yi.
Yorum Gönder