9 Kasım 2024 Cumartesi

10 KASIM ATATÜRK

Sonsuz sevgi ,özlem ve minnetle anıyorum yüce Atatürk...








 

30 Ekim 2024 Çarşamba

CUMHURİYET NEDEN 29 EKİMDE İLAN EDİLMİŞTİR E

 

İsmet Süder

Cumhuriyetin ilanından iki yıl sonra, yani Ekim 1925’te Fahrettin Altay Paşa Çankaya’da Atatürk’ün misafiridir. Zihnini hep meşgul eden bir soru vardır. Acaba Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyeti neden 29 Ekim’de ilan etmiştir?.. Neden 27 Ekim veya 1 Kasım değil??.. Çankaya Köşkü’nde yemek sonrası Atatürk’ün yanına gider; “Paşam benim dikkatimi çekmiştir. Cumhuriyetimizin ilanının 29 Ekim gecesine denk gelmesi acaba bir tesadüf müdür?... Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi” der... Bunun üzerine Atatürk şunları söyler; “Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın. Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın, saray da itilaf devletlerinin elinin altına girmişti. Saray bu halinden memnundu. Fakat ben bunu kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek gibi kendimi vazifeli saymıştım. Dünyada tek başımıza idik, fakat benim inandığım ideale benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hâsıl oldu. Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti?.. Dört yıl.. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik… İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılap, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır??.. Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır, çektiğimiz acıların, sıkıntıların en büyük mükafatı işte budur. Bütün dünya bunu görmüştür. Daha da görecekleri vardır. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir... Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin, yanımdaydın… Mondros 30 Ekim’dir… Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zaman ki devletler bunu anlamışlardır.” Atatürk bir an durur, elini masanın üzerine koyar ve; “Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…” Fahrettin Altay; “Ama paşam bundan hiç bahsetmediniz”... Atatürk cevap verir; “Övünmek olur, övünmek benimle beraber mefkureye inananların, milletin ,ordunun hakkıdır…” Atatürk’ün cumhuriyetin ilanı için 29 Ekim tarihini seçmesinin özel nedeni bu cümlelerden de anlaşılıyor. Atatürk 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Müzakeresi ile her anlamada teslimiyet içine girmiş, kendi tabiri ile esarete uğramış milletinin kaç yıl bu esaret altında kaldığı sorusuna 5 yıl cevabı vermek istemez. O nedenle 4 yıl 364 gün sonra cumhuriyeti ilan ederek bir ifadeyi kesinleştirmek istemiştir. Türk milleti 5 yıldır esaret altındadır demek ona çok zor geldiğinden “Türk milleti 4 yıl esaret altında kalmıştır” diyebilmek için 30 Ekim’e bir gün kala cumhuriyetin ilan edilmesini istemiştir. Mustafa Kemal Atatürk, mağrur ve galip batılı devletlere; Ben 30 Ekim’i tanımıyorum… Sizden bir gün öndeyim… Siz 29 Ekim’i tanıyacaksınız demiştir… Niçin 29 Ekim’miş herkes öğrensin istedik. “Cumhuriyet, yurttaşın adam yerine konulmasıdır!..” Sıcak bir Ağustos ayında öğle vakti… Atatürk, Ulus’ta meşhur Karpiç Lokantasında yine mutat şekilde cam kenarındaki masasına oturmuş, kafasında bin bir düşünce, yoldan gelen geçenleri seyrediyor. Yolun karşı tarafında yoldan gelip geçenlere, içindeki buzlu şurubun ısınmaması için meşinle kaplı sırtındaki parlayan bakır ibriğinden, beline bağladığı üç beş gözlü tahta bardaklıktan çıkardığı bardağı elindeki su ibriğinden döktüğü suyla şöyle bir çalkaladıktan sonra belini öne doğru eğerek doldurup müşterisine uzatırken, göğsündeki namı olan yazıyı bu kerre yüksek sesle uyumlu ve sattığı soğuk şurubunu da metheder bir üslupla; Erbabı Bilir… Erbabı Bilir… diye ahenkle bağırdığını duyan ve gören Atatürk, yanındakilerden Erbabı Bilir’in yanına getirilmesini ister. Atatürk’ün huzuruna ibriği sırtında ter sucuk içinde çıkarılan Erbabı bilir, biraz endişeli, ve şaşkın!... Atatürk; ‘Erbabı bilir’e kendisine de bir bardak soğuk şurup verdikten sonra sırtındaki ibriği yere bırakıp kendi masasında karşısına oturmasını ister. Bir an tereddüt eden ve adeta kendisini rüyada sanan Erbabı Bilir uyanık davranır, Ata’nın dediklerini yerine getirip karşısına sıkılarak oturur. Atatürk garsonlara onun için de masaya bir servis açmalarını ister. Hoş beşten sonra Atatürk o emsalsiz zekasıyla halkın yeni ilan edilen cumhuriyet hakkındaki düşüncelerini, algılarının ne olduğunu tespit etmek için Erbabı Bilir’e; “Cumhuriyet nedir?” diye sorar… Yerinde şöyle bir doğrulan ve adeta bir anda değişim geçiren Erbabı Bilir; “Cumhuriyet, benim gibi bir garibanın Türk Ulusunun kurtarıcısı olan Ata’sının masasında oturabilmesi, kısacası adam yerine konulmasıdır” der. Bunun üzerine Atatürk karşısında duran yaverine; o mavi gözleri çakmak çakmak; “Be hey çocuk, cumhuriyet maya tutmuş” diye bir çocuk sevinciyle bağırır. Kalkar ve gitmekte olan Erbabı Bilir’in ibriğini sırtına almasına yardım eder. Evet, cumhuriyet; yurttaşın adam yerine konulmasıdır... Atatürk’le ilgili bu gerçek ve yaşanmış bilinmeyen anı, olayı bire bir o an orada olayı yaşayanın oğlundan bizzat yazıya aktarılmıştır…


Kaynak Linki = https://www.2eylul.com.tr/makale/cumhuriyet-neden-29-ekimde-ilan-edildi-33876

16 Eylül 2024 Pazartesi

TARIK AKAN

Saygı ve özlemle anıyorum 😔 


9 Eylül 2024 Pazartesi

9 EYLÜL İZMİR, KURTULUŞ

Yüce Atatürk ve dava arkadaşlarına minnet ve saygı ile anıyorum .9 Eylül İzmir ve yurdumuzun kurtuluş günü kutlu olsun!






SÖZ YETMEZ 
Sen 9 Eylül dersin iki kelime
ben değişen yazgı anlarım
özgürlük anlarım, bağımsızlık,
sen İzmir dersin iki heceyle
ben sevinçten ağlarım...

Tarihin başı mı dönmüş
şimşek hızı geldiklerinde?
şaşırmış mı toprak
ayakları yere değmeyen atlar geçerken?
önce deniz mi görmüş
kavruk yüzlü neferleri?
bugün 9 Eylül
tam sırasıdır canlandırmanın hatıraları...

Sen 9 Eylül dersin iki kelime
ben onurlu bir halk anlarım
rüzgarın çevirdiği sayfa anlarım
sen İzmir dersin iki hece
ben saygıyla ayağa kalkarım...

Haluk IŞIK


(2008 9 Eylülünde yazıldı. Belki hak ettiğinden daha fazla beğenildi, paylaşıldı, kitaplara alındı, söylevlerde bölümler okundu ve yazarı hep merak edildi. Varlığımı yokluğuma, İzmir aşkına emanet etme demleriydi. Ötesi benden beklenemezdi. Şimdi, bu şiirimi Kent Yaşamcılarla paylaşmanın tam sırasıdır ve ilginç rastlantı, 35. Sevgilim İzmire denk düştü)

Selam olsun 9 Eylülü yaşayanlara, yaşatanlara ve ona yakışanlara...


https://www.kentyasam.com.tr/2011/09/06/soz-yetmez/63994



 

1 Eylül 2024 Pazar

1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ


 Bugün Bir eylül dünya barış günü. Dünyayı kasıp kavuran , şimdiye kadar olan savaşlardan en çok ölüm , yıkım ve onarılmaz acılar veren İkinci Dünya Savaşının  sona erdiği gün. Bir savaş ki başlama ve bitiş tarihi ayni tarihlere rastlasın.İsterdim ki bir daha savaş olmasın. Bir eylül Dünya Barış günün bunun için  kutlanıyor .Oysa 1945 den bu yana görüp yaşadığımız kaçıncı savaş. Dünya ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI çığlıkları atmaya başlamışken...

 

  Dünyayı BARIŞA ancak kadınlar götürebilir. Savaştan maddi manevi en çok zarar gören kadın olduğuna göre en çok barışı o ister.  Bunu gerçekleştirmek için cabası ,yönetimde söz sahibi olması olmalıdır. Türk ve Dünya kadınları  dünyayı yönetme yetkisine  sahip olduklarında Savaşlar olmayacaktır.

 Yüce Atatürk der ki"Dünyada güzel olan herşey  kadının eseridir" ve Livaneli'nin dediği gibi GÜZELLİK kurtaracaktır  Dünyayı.Svaştan ve tüm çirkinliklerden.

 Sözlerimi yine Atatürk 'ün sözüyle bitiriyorum"Yurta Barış,Dünyada Barış "


Arzu Sarıyer 


Fotoğraf:Tan Oral T24

26 Ağustos 2024 Pazartesi

26 AĞUSTOS BÜYÜK TAARRUZ


Afyonkarahisar Şuhut Kocatepe 




26 Ağustos Büyük Taarruz 'un yıl dönümünde yüce Atatürk ve silah arkadaşlarına saygı ve minnetle anıyorum...


 26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLER İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR

VE İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ’E BAKAN NEFER


Saat 2.30.


Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,

ne ağaç, ne kuş sesi,

ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,

gece yıldızların altında kayalardır.

Ve şimdi gece olduğu için


ve dünya karanlıkta daha bizim,

daha yakın, daha küçük kaldığı için


ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize,

aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için

kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi

okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe’den

dünyanın en yıldızlı karanlığını.


Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa

Afyon Karahisar şehrinin ışıklan gözükecek.

Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.


Ovada Akarçay bir pırıltı halinde


ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde

şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:

Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçük bir nehirdir

Akarçay Dereboğazı’ında değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan

balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.

Ve kocaman çiçekten eflatun kırmızı beyaz ve sapları


bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar.


Ve Afyon önünde


Altıgözler köprüsünün altından gündoğuya dönerek


ve Konya tren hattına rastlayıp

yolda Büyükçobanlar köyünü solda


ve Kızılkilise’yi sağda bırakıp, gider.

Düşündü birdenbire kayalardaki adam bu kaynakları


ve yolları


ve düşman elinde kalan bütün nehirleri.

Kim bilir onlar ne kadar büyük,

ne kadar uzundular?

Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız,

Yunan’dan önce ve Seferberlik’ten evvel

Selimşahlar çiftliğinde ırgatlık ederken Manisa’da geçerdi

Gediz’in sularını başı dönerek.


Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.


Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu

Paşalar: “Üç”, dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.


Saat 3.30.


Halimur – Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.


İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla

sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi

baktı manga efradına birer birer:

Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer.

Üçüncü kekemeydi


fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen.

Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.

Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı


tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam.

Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,

memlekette toprağını ve tek öküzünü

ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu

mahkemeye verdiler


ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için

ona “Deli Erzurumlu” derdiler.


Yedinci Mehmet oğlu Osman’dı.

Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da yaralandı

ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir,

yine de dimdik ayakta kalabilir.

Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar

bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.

Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:

tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.


Saat: 4


Ağzıkara-Söğütlüdere mıntıkası.


On ikinci Piyade Fırkası.

Gözler karanlıkta, uzakta.

Eller yakında, mekanizmalar Üzerinde.

Herkes yerli yerinde.

Tabur imamı, mevzideki biricik silahsız adam: ölülerin adamı,

kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp

el kavuşturup sabah namazına, içi rahattır.

Cennet, ebedî bir istirahattır.


Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,

meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir

Cenabı rabbülâlemîne şühedâyı.

Saat: 4.45.


Sandıklı civarı.


Köyler.

Sarkık, siyah bıyıklı süvari,

çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.

Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu:

dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük…


İkinci Süvari Fırkası’ndan Dördüncü Bölük,

atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.

Geride, köylerde bir horoz öttü.


Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari

ellerinin tersiyle yüzünü örttü.


Karşı dağlar ardında,

düşman elinde kalan bir başka horoz vardır;

Balta ibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.

Düşmanlar her hal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır.


Saat beşe on var.


Kırk dakka sonra şafak sökecek.

“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”

Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde.

On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti


ve onların genci, uzunu,


Darülmuallimin mezunu


Nureddin Eşfak,

mavzer tabancasının emniyetiyle oynayarak konuşuyor:

-Bizim İstiklâl Marşı’nda aksayan bir taraf var,

bilmem ki, nasıl anlatsam,


Akif, inanmış adam,

fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.

Meselâ, bakın


“Gelecektir sana vadettiği günler Hakkın”


Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize.

Onu biz, kendimiz vadettik kendimize.


Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.

“Kim bilir belki yarın…”


Saat beşe beş var.


Dağlar aydınlanıyor.

Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.

Gün ağardı ağaracak.

Kokusu tütmeğe başladı:

Anadolu toprağı uyanıyor.

Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp

ve pırıltılar görüp ve çok uzak

çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak

bir müthiş ve mukaddes macerada, ön safta, en ön sırada,

şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzimi Hasan’ın yaşı yirmi birdi.

Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.

Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.

Şimdi bir hamlede o kadar büyük.

Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü

ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını

ağlanacak kadar küçük buluyordu.


Yüzbaşı sordu:

– Saat kaç?

– Beş.

– Yarım saat sonra demek…


98956 tüfek ve şoför Ahmet’in üç numrolu kamyonetinden

yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,

bütün aletleriyle


ve vatan uğrunda,


yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle


Birinci ve ikinci Ordu’lar


baskına hazırdılar.


Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,  beygirinin yanında duran sarkık,

siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.

Nureddin Eşfak baktı saatına:

– Beş otuz…

Ve başladı topçu ateşiyle

ve fecirle birlikte büyük taarruz…


Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.

Bunlar: Karahisar güneyinde 50

ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini  ihata ettik

Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar.


Sonra.

Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu.


Esirler arasında General Trikopis:


alaturka sopa yemiş bir temiz


ve sırmaları kopuk firenk uşağı…


Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nureddin Eşfak’ın ayağı.

Nureddin dedi ki:

“Teselyalı Çoban Mihail”

Nureddin dedi ki:

“Seni biz değil,


buraya gönderenler öldürdü seni…”


Sonra.

Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir’e doğru yürürken

serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.

Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu.

Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözleri hayretle yandılar:

önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları

her seferkinden kocamandılar.

Ve bu postallar daha bir hayli zaman

üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından

seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.


Sonra.

Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken

kederinden yüzlerini toprağa döndüler.


Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı,

Kan içindeydi yüzü gözü.

Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.

Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere

ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.

Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı

ardarda çakan aydınlık bir bütündü.


Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu:

“Dörtnala gelip uzak Asya’dan Akdeniz’e

bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benze yen toprak,


bu cehennem, bu cennet bizim.


Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim…”


Sonra.

Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer

yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,

Ümitten ağlaya ağlaya,

Güneyden Kuzeye,

Doğudan Batıya,

Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i.


“Ve biz de burda bitirdik destanımızı.

Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,

Türk halkı bağışlasın bizi,

onlar ki toprakta karınca,

suda balık, havada kuş kadar çokturlar,

korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar

ve kahreden yaratan ki onlardır,

kitabımızda yalnız onların maceraları vardır…”


Nazım Hikmet


Kuvayı Milliye Destanı


AHMET SALTIK


Kaynak:http://ahmetsaltik.net/2014/08/25/26-agustos-gecesinde-saatler-iki-otuzdan-bes-otuza-kadar/