4 Haziran 2020 Perşembe

Orhan Kemal Öykülerinde Kız Çocuklar, Çocuk-Kadınlar

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, oturuyor, masa ve iç mekan
Ayşe Sarısayın
2 Haziran 2020
Değerli yazarımız Orhan Kemal'i 50. ölüm yıldönümünde 2017 yılında Nilüfer Belediyesi "Yılın yazarı: Sokağın Aynası" sempozyumunda yaptığım "Orhan Kemal öykülerinde kız çocuklar, çocuk-kadınlar" başlıklı konuşma metniyle anıyorum.
Fotoğraflar Necatigil arşivinden: 25 Şubat 1961'de Alman Lisesi'nde yapılan bir edebiyat matinesi, babamın Orhan Kemal'in ev adresini not ettiği kâğıt ve Orhan Kemal'in Şişli camiindeki cenazesinden keder yüklü bir kare -"Bir anda her şey bir yana itilir / Önce ölüm! Ölüme yol!"
Orhan Kemal öykülerinde kız çocuklar, çocuk-kadınlar
60’lı yılların sonunda, çocukluktan gençliğe geçiş sancılarını alabildiğine yoğun yaşadığım, kendime ne çocukların ne de yetişkinlerin dünyasında yer bulabildiğim, ev içlerinde bir türlü geçmek bilmeyen sıcak yaz günlerinde tanıştım Orhan Kemal’le. Önce romanlarıyla, izleyen yıllarda art arda okuduğum öyküleriyle. Bu okumalar yıllarca sürüp gitti; ne zaman açlıktan, yoksulluktan, ekmek kavgasından ve bozuk düzenden söz açılsa, romanlarından, öykülerinden unutulmaz karakterlerle, gerçekçi diyaloglarla, hayatın içinden çıkagelmiş sahnelerle kendini hatırlattı bana; eserlerinden alıntılar yaptığım, değinmeden geçemediğim bir yazara dönüştü gitgide. Bu yüzden “çocukluktan bugüne taşıdığım bir armağan” olarak tanımlıyorum onu. Adana’yı, Çukurova’yı konu alan kitaplarından bilmediğim, çok uzağımda olan hayatları öğrendim, İstanbul’un kenar mahallelerinde, yoksul evlerinde geçen kitaplarından ise kıyısında durup uzaktan izleyebildiğim hayatlara içeriden bakmayı…
Orhan Kemal’in ele aldığı kimi hayatlar, benim de yanı başımdaydı oysa. Beşiktaş’ın arka sokaklarından birinde doğdum, orada okula gittim. Genç yaşta dul kalmış üç çocuklu bir kadın, dikiş makinesinin tekdüze tıkırtıları, kimsesiz bir yaşlı adam, sabahlara kadar dinmeyen öksürükler, sokakta oynayan çocukların neşeli sesleri, patırtılı gürültülü çekişmeleri –yaşam mücadelesi veren dar gelirli insanlar çoğu… Görüntüler silikleşse de, tüm sesler nasıl da yakınlarda yankıyor hâlâ!
Birkaç yıl önce, Orhan Kemal’in unutulmaz “Çikolata” öyküsü üzerine bir konuşma hazırlarken fark etmiştim bu gerçeği; fark etmiş ve irkilmiştim. “Çikolata”daki diyaloglar, çocukluğumun geçtiği sokaktan çıkagelmişti sanki. Ama onları duymak, görmek, o sesleri yeniden dillendirmek için Orhan Kemal gerekiyordu. Babamın bir şiirindeki gibi: “Yazmaya Orhan Kemal olacaktı…”
Orhan Kemal’in öykülerindeki kız çocuklarına, geçmişte kalmış bu seslerin yankılarıyla yaklaştım; Ayten’lere, İnci’lere, Behiye’lere, Neriman’lara daha yakından bakmaya çalıştım. Şimdi bana öyle geliyor ki, onun iz bırakmış kadın karakterlerini, Cemile’leri, Güllü’leri, Hacer’leri biçimlendirenler de aynı çocuklar. Erkenden büyümek zorunda kalan bu kızların çocuklukları, çocuk-kadınlarda yaşamaya devam ediyor. Katlanmaya katkı olan hayallerinde, kıskançlıklarında, çekememezliklerinde, küçük isyanlarında, öfkelerinde ve kocaman yüreklerinde en çok…
Yoksul bir semt sokağında, üç çocuk arasında geçen “Çikolata” öyküsü, gücünü yürek yakan konusu kadar ustalıklı diyaloglardan alır. Babası yoğurtçu olan bir kız çocuğuyla, biri kız diğeri erkek iki kardeşin, şekerci dükkânının önünde karşılaşmalarıyla başlayan öyküde, çocukların aile yapılarını, maddi koşullarını, hayallerini ya da öfkelerini ağırlıklı olarak diyaloglardaki ipuçlarıyla görünür kılmaktadır yazar. Çocuklardan ikisi çikolata yemişlerdir daha önce, halaları getirmiştir bir seferinde. Yoğurtçunun kızı ise daha önce hiç çikolata yememiştir, tadını bilmez, ama gururundan dolayı belli etmek istemez, yoksulluğunu göstermemek, altta kalmamak için onları alabildiğine kışkırtır. Öfkelerine yenilen iki kardeş bir çikolata alıp onun gözlerinin önünde yerler, ardından da yaldızlı kâğıdını atıp giderler. Yoğurtçunun kızı da tam gidecekken yerdeki kâğıda ilişir gözü. Çevreyi kolaçan eder, kimsenin kendisini görmediğine emin olduktan sonra buruşuk yaldızlı kâğıdı alır, top gibi atıp tutarak birkaç sokak boyunca yürür, ardından kâğıdı açar ve çikolata artıklarını yalamaya başlar...
Tüm çocukların sevdiği çikolata, “Sevinç” öyküsünün sonunda da ulaşılamaz bir hayal olarak belirir. Vapurlarda cambazlık gösterileri yaparak para toplamaya çalışan, sarhoş babasından yediği dayakla bir gözünü kaybetmiş kız çocuğu, kazandığı parayla karnını doyuracağını, sinemaya gidip iki gazoz içeceğini söyler anlatıcıya. Daha önce bir kez çikolata yemişliği vardır, hastanede hasarlı gözünü çıkarıp alan doktor sayesinde, “bedavadan”… Vapur iskeleye yanaşırken sona eren öyküde, anlatıcının verdiği parayı kapıp uzaklaşan çocuk, bir an önce çikolataya kavuşmayı hayal eder: “Bir liram olsa, hepsine çikolata alsam, yesem, yesem…”
“İnci’nin Babası (Gurbette)” öyküsünün kahramanı olan küçük kız –ki bu karakter, Orhan Kemal’in geçtiğimiz yıl Unutulmuş Öyküler adlı kitabında toplanan başka öykülerde de çıkar karşımıza- bir “izzetinefis” meselesi yüzünden işsiz kalan ve bir türlü iş bulamayan babasındaki değişimi, artık gülmeyen yüzünün yanı sıra yoksun kaldığı çikolata üzerinden algılar: “Babası bazı akşamlar hiç olmazsa bir çikolatayla gelir, İnci’yi kucağına alır, dizine oturtur, öperdi…”
“İnci’nin Maceraları” öyküsünde, babasını başka bir ildeki cezaevinden çıktıktan sonra ilk kez gören kız çocuğunun hayal kırıklığı anlatılır. Arkadaşı Berin’inki gibi şişman, şakacı, iyi giyimli bir doktor baba beklerken bambaşka biri çıkar karşısına. Zayıf, asık suratlı, ayakkabıları eskimiş bir adamdır babası. Üstelik “şımarık zengin çocuğu” Berin’le arkadaşlık etmesini de engellemiştir. Küçük kızın hayatında iyi gitmeyen her şeyin suçlusu olarak gördüğü babasına karşı geliştirdiği öfke, hayallerini de yönlendirecektir: Kurtuluşu ya babasının yeniden hapse girmesindedir ya da –daha da iyisi- ölmesinde…
Bir başka öyküde (“İnci’nin Maceraları 2”), 1944 yılının, savaşın tüm dünyayı kasıp kavurduğu, en çok dar gelirli, fakir insanları etkileyen, “mutfak kapılarının eskisi gibi aralık bırakılmadığı, çöp tenekelerinde dişe dokunur bir şeyler bulmanın zor olduğu” amansız koşullarında, çok sevdiği Sürmeli kedinin açlıktan yavrularını yemesine tanıklık eden İnci’nin, tüm öfkesini anne kediyi beslemeyen halasına yönlendirmesi, ona beddualar etmesi gibi…
1969 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na ve Türk Dil Kurumu ödülüne değer bulunan Önce Ekmek kitabıyla aynı adı taşıyan ve yazarın yaşamı boyunca kafa yorduğu temel meseleyi ele alan öyküde, ekmek derdi yüzünden yazgısı değişen tüm çocuklar Ayten karakterinde simgeleşir. Doktor olmayı hayal eden ortaokul öğrencisi Ayten, işsiz babasının baskılarına, parasızlığa, kaynayamayan tencereye, kirası ödenemeyen eve daha fazla direnemeyecek, ortaokula veda ederek triko atölyelerinde çalışan arkadaşlarına katılmaya karar verecektir. O güne dek karısıyla kızının çalışmasını isteyen babanın içinden pişmanlığa, acımaya ilişkin duygular geçse de susmak zorundadır. Aslolan yaşamın devamıdır, önce ekmek geliyordur, sonra her şey.
“Önce Ekmek” öyküsünde kızının okulu bırakma kararı üzerine ağlayacak kadar duygulanmasına rağmen sessiz kalan baba, “Hırsız” öyküsündeki bir başka işsizle, kızının topladığı bayram harçlıklarını çalmak zorunda kalan çaresiz babayla aynı kaderi paylaşır az çok. “Üç defa saydım, babaannemlerde de saymıştım, on liraydı. Şimdi yedi buçuk liram var. İki buçuk liram kayıp, çalmışlar. Kim çaldıysa Allah ateş etsin, ciğerine bassın!” diye hıçkıran çocuğu anne susturmaya çalışırken, baba tepkisiz, pencereden dışarı bakmaya devam edecektir…
“Ayten”, “Atom”, “Rüya”, “Karaçalı” öykülerinde yine Ayten karakterinde, çocuk yaşta çalışmaya başlamış kızları bekleyen hayattan kesitlerle karşılaşırız. “On altı yaşında, bir sap kiraz kadar ince, yanakları al al” Ayten, daha ilk gün, arkadaşlarıyla
birlikte işe giderken sarsıcı biçimde tanışır bu yeni dünyayla. Yol üstünde alelacele makyaj yapan kızlara, önlerinden geçerken laf atanlara, bitirim dolmuş şoförünün yapışkan bakışlarına yabancıdır henüz -atölyedeki makinelerin kulakları sağır eden gürültülerine, uğultulara, havada uçuşan tozlara da… Ama bu dünyayı benimsemesi, yeni yeni kıpırdanmaya başlayan cinsel dürtülerine teslim olması uzun sürmeyecek, işyerindeki bütün kızların peşinden koştuğu “Atom” Erol, onun da rüyalarına girecektir kısa sürede. Rüyalar, “iri, yemyeşil gözlerine korkuyla ve titreyerek baktığı” delikanlıyla birlikte, nikâh dairesinde sonlanır. Okuma hayallerinin yerini “Atom” almış, gelecek şimdiden şekillenmiştir. Çocuk yaşta çalışmak zorunda bırakılan tüm yoksul kızların hayali, onun da hayalidir artık. Fabrikada çalışıp evin geçimini sağlayacak, karısına, çocuklarına zulmetmeyen, güçlü kollarıyla onu sarıp sarmalayacak bir kocanın, sağlıklı çocukların, kırk yılın başında yüksek topuklu iskarpinlerini giyip kocasının koluna girerek gezmeye gideceği, komşularına caka satacağı bir hayatın düşlerini kurar. Hayallerin sınırlarını koşullar belirlemektedir, tencere kaynadıkça sorun olmayacak, günlük hayatın hayhuyu içinde ömürler geçecektir.
“Çamaşırcının Kızı” Neriman, yoksulluktan bunalmış, kolay yoldan zengin olma, sınıf atlama hayalleri kuran karakterlerden biridir. Güzeldir, alımlıdır, Lana Turner’e benzer. Lise öğrencisi sevgilisiyle İstanbul’a gidip film yıldızı olacaktır. Kendisini uyaranlara kulak asmaz, kıskançlıkla suçlar onları. El çamaşırı yıkamaktan bıkıp usanan annesi Hacer de destekler kızının hayallerini: “Neriman, o zaman çamaşır yıkamayacağım değil mi?” “Büyük bir artistin annesi çamaşır yıkar mı? Kucakla paramız olacak, otomobilimiz, apartımanımız…” “Apartımanı ben kiraya vereceğim değil mi?” “Elbette…” Yaşanılan hayatın zorluklarına, hayallerle avunularak katlanılabilir ancak. Beş parasız, tıpkı Neriman gibi ayağına giyeceği ayakkabıyı, sırtına atacağı ceketi arkadaşlarından ödünç alan Coni Şevket’in amacı farklıdır oysa. Güzel Neriman’ın sonu, seviştiği yakışıklı oğlanın peşine takıldıktan sonra terk edilip bir muhabbet tellalının eline düşen “Küçücük” gibi olacaktır belki de. Kahramanın adının yine Ayten olduğu bu uzun öyküsü için, “‘Küçücük’ çok sevdiğim bir hikâye,” der Orhan Kemal, yakın dostu Fikret Otyam’a yazdığı 4.4.1960 tarihli mektubunda: “Ama gerçekten çok sevdiğim.”
“Bir Dal Gibi”nin kahramanı orta ikide okuldan ayrılmış, bir kitapçının yanında çalışmakta, kurtuluşun yolunu okumakta görmektedir –bu kararında kitaplarla iç içe olmanın da etkisi vardır belki... Annesinin işyerinde başına musallat olan patrona direnir var gücüyle: “Ben çocuğum daha. Böyle şeyler söylenir mi bana? Ayıp değil mi? (…) Ben asıl okumak istiyorum: Okuyamasam bile, Orta diplomamı aldım mı bir bankaya girerim. Annemi el kapısından kurtarırım!”
İşsizlerin önceliği boğaz tokluğuna da olsa iş bulmak, boğaz tokluğuna çalışanların amacı ise el kapılarından kurtulmaktır bu bozuk düzende…
Yoksulluğun, açlığın pençesine düşen genç kızlar, hatta kız çocukları cinsel sömürüye alabildiğine açıktır bu ortamda, fuhşa sürüklenmeleri işten değildir. Kimileri “Fare Zehiri” öyküsünde bir eczanede kasiyerlik yaparak felçli babasına, kalabalık ailesine bakan onurlu, çalışkan göçmen kız gibi beş delikanlı tarafından kaçırılıp ırzına geçildikten sonra ölüme sürüklenir, kimileri “Kötü Kadın” olmaya. Kimsenin beğenmediği “Kötü Kadın”, dert yanar anlatıcıya: “Herkesin gözlerinin içine bakıyorum. Herhangi bir iş, o da yok. Ölmek istiyorum.” Zor koşullara rağmen dürüsttür hâlâ, yanına sığındığı Ermeni kadının evinde ölüp başına dert olmak istemez: “Kadın zaten fakir. Evinde ölürsem şaşırır zavallı. Ölümü kim kaldıracak? Bir ölünün kalkması için de para ister…” Anlatıcının cebindeki son parayla aldığı simidin yarısını bir solukta yedikten sonra, karşılığını vermeyi teklif eder: “Haydi!” dedi. “Ne var?” “Ödeşelim!” “Neyi?” “Simidi…” “Yarım simide ha?”
“Kötü Kadın”ın geçmişi, neden düştüğü belirsizdir, “Kırmızı Küpeler” öyküsünün, gördüğü kötü muameleye, baskılara dayanamayıp evden kaçan evlatlığı Elmas da olabilir bu çaresiz kadın, “Üç Onluk” öyküsünde fahişeliğe yeni adım atan on beş yaşındaki kız da…
“Üç Onluk”ta yaşlı bir adamla ilk kez ilişkiye giren bir kız anlatılır.
Adama yirmi yaşında olduğunu söyleyen kız, sonradan pişman olup onu durdurmaya çalışsa da başaramamıştır: “Tırnaklarının özenle düzeltilip kız pembesiyle hafifçe boyanmışlığı, kurt kapanından kurtulmak istercesine odanın koyu griliğini şiddetle tekmeleyen çocuk bacaklarıyla çırpınıyordu. –Vallahi kızım, billahi kızım. Yaşım da küçük!” Olay bittikten sonra kızın ilk düşündüğü, eve döndüğünde teyzesine ne diyeceğidir. Yaşlı adamla şu konuşma geçer aralarında: “- Haydi giyin! – Sonra? –Sonra çıkalım, bakkala uğrayalım. – Ne var bakkalda? –Para bozduracağım. – Bana? –Vereceğim. – Teyzem? – İdare edersin. – Külotumun kanı? – Çeşmede yıkarsın. –Nerde kuruturum? –Uzatma. –Külotsuz mu giderim eve? – Kim ne bilecek?” Konuşmanın devamında adamla üç onluk pazarlığı yapan kız, son anda karar değiştirir: “Adamın, yenleri patlak iskarpinleri ilişti gözüne. Bütün parası elli liraydı besbelli. Üç onluğu kendisine vermişti. İki onluğun içinden bir Hisar almıştı, bir kibrit, bir Birinci, bir de Sana. Belki de elleri boş giderdi evine. Yarın sabah koskoca adam ne yapardı? Evden çıkarken, en azından bir onluk bırakması gerekirdi karısına. İlkin birine gidene yirmi beş kuruş. Orta’ya gidene elli. Üniversiteye gidene de an azından bir beşlik vermesi gerekirdi.” Kızın sutyenine sıkıştırdığı üç onluktan birini geri verdiği adam, şaşkın, bakakalır. Paranın her şeye hükmettiği dünyada, kızın merhamet duygusunu tetikleyen de para olmuştur.
“İki Kız” öyküsünün –ki Behçet Necatigil, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü’nde, “Kötü Kadın” ve “Duvarcı Celâl”le birlikte “Orhan Kemal öykücülüğünün uç noktaları” olarak nitelemiştir bu öyküyü- viranelerde müşteri arayan paçavralar içindeki çocuk karakterleri, “Üç Onluk”ta daha yolun başında olan kızdan farklıdır. Fabrikada, çırçırlarda çalışırlarken, yaşlarının küçük olması yüzünden işten çıkartılan bu kızları, para kazanmaları için aileleri salmıştır sokaklara: “Sizin anneniz, babanız yok mu?” “Vaaar.” “Böyle yaptığınızı biliyorlar mı?” “Biliyorlar.” “Biliyorlar mı?” “Biliyorlar ya, ne var ki?” “Onlar mı diyorlar, gidin böyle böyle yapın diye?” “Demiyorlar ama… Gidin para kazanın diyorlar!” Parayı peşin veren anlatıcı, öykünün sonunda kıza ilişmeden ayrılırken, diğer kızın, “Desene, enayinin biri!” dediğini duyar. Yaş ne kadar küçükse, düzene ayak uydurmak o kadar kolaydır belki de…
“Behiye” öyküsündeki kız çocuk, hoşlandığı oğlana, altın dişli, saçları briyantinli bitirim Çeçen Hakkı’ya teslim olmuştur ne olduğunu anlayamadan. Aynı yerde, yine Yıldız Parkı’nda, mavi arabası pırıl pırıl, paralı pullu Cemâl Bey’le birliktedir şimdi. Bu defa canı acımaz ilk seferde olduğu gibi, hem Cemâl Bey arabasına bindirmiştir onu. Hiç görmediği Beyoğlu’na götürecek, gezdirecek, yeni külotlar alacaktır. Yıldız Parkı’nda kan lekelerini temizlemek için yıkadığı tek külotu, ıslaktır hâlâ.
Bu kız çocuklarının hikâyeleri, babamın “Evcik” şiirinin son dizelerini çağrıştırıyor bana: “Ayşelerin kimisi / Yuvadan, evden yoksul / Sert rüzgârlar önünde / Güz yaprakları gibi / Boşluklara savrulur.” Orhan Kemal’in öykülerinde hep boşluklara savrulan kız çocuklar…
Okulun, eğitimin ekmek kavgasının önüne geçemediği bir hayattan gelen Orhan Kemal, çocuk yaştan itibaren atölyelerde, fabrikalarda çalışmak zorunda kaldı, çocukluğunu yaşayamadan büyüyen çocuk-yetişkinler arasına katıldı. “On altı yaşıma kadar baba evi,” diye anlatıyor. “Bunun da galiba on–on iki yılı rahat etmek, ondan sonra bitmez tükenmez bir sıkıntı. Okul-üniversite yoluyla olan öğrenimini yapamamış, elindeki diplomayla sırtını devlete dayayıp iyi kötü rahatça bir ekmeğe kavuşamamış her diplomasız gibi ben de çeşitli işlerde yıllarca sürttüm durdum. Bu arada benim gibi, benden de besbeter yığınla insan tanıdım. Gün geldi hikâyeler, romanlar yazmak varmış nasipte, yazdık. Çok iyi bildiğim insanların ‘ekmek peşinde’ki maceraları bana malzeme oldu. Hemen hemen tek problemim ‘insan ve ekmek kavgası’dır.”
Eserlerinin temel izleği olan ekmek kavgası yüzünden yıllarca hapis yatmış, yargılanmıştır. 1956 yılında Arka Sokak kitabı için açılan davada, hâkim “konularını neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığını, Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını” sorduğunda, “Ben gerçekçi bir yazarım,” diye cevap verir. “En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından da haberim yok!”
Yaşamı boyunca belini büken parasızlıktan, Fikret Otyam’a da yakınır sık sık. “Önce hepsinden önemlisi PARASIZLIK!” diyor 2.6.1964 tarihli mektubunda. “Cepte metelik yok, beşinci aydır ödenmeyen ev kirası bir yanda, öte yanda tamtakır bir ev, bomboş cepler...” Bu satırlar, “Önce Ekmek” öyküsünden çıkagelmiş sanki…
Orhan Kemal’in ele aldığı her konuyu başarıyla aktarması, okurda derin izler bırakması rastlantı değildir kuşkusuz, tanıklıklarla, yaşanmışlıkla açıklanamaz. Sınırsız gözlem yeteneğinin, kaleminin gücüyle birleşmesidir onu bu denli usta kılan. Yalın, süsten ve abartıdan uzak anlatımı, uzun betimlemeler yerine birkaç vurucu sözcükle yarattığı mekân ve atmosfer, metinlerini ağırlıklı olarak konuşmalar üzerinden kurması, kişilerin toplumsal konumlarını, ruh hallerini, düşüncelerini iç ya da dış konuşmalarla görünür kılmasıdır.
Orhan Kemal’in “tek problemim” olarak nitelediği “insan ve ekmek kavgası”, insanlığın bir türlü çözülemeyen problemi. “Dünya insanlara neden bir kardeş sofrası gibi açılmıyor?” sorusunun cevabı pek de zor olmadığı halde, çözüm yoluna gidilmiyor, gidilemiyor. “Allah deyin, tabiat deyin, doğa deyin ya da, niçin ekmeği tavşan, insanı ardında tazı gibi koşturur? Neden bir yanda buğdaylar yakılırken öte yanda insanlar açlıktan ölür? İnsanın insana kulluğunu yapan şey nedir? Bir lokma ekmek için insanoğlu çokluk neden düşmanının kapısına gider de istemeye istemeye el açar? Yurtlarımızı yuvalarımızı bırakıp bizi gurbetlere düşüren, otel odaları, hanlar ya da pis kahve köşelerinde kara kara, sarı sarı düşündüren nedir? Gurbet üzerine, yokluk üzerine, açlık üzerine yakılan türküler, ümitsiz gecelere yanık yanık salınan bozlakların yüzyıllardır süregelen acısı ne zaman bitecek? Nasıl bitecek?” sorularının cevabı, bu sözlerin üzerinden yarım asır geçtiği halde yok hâlâ. Orhan Kemal’in küçük insanları kentte olsun, köyde olsun sömürülmeye, ezilmeye devam ediyor. Sistemler, yaşama biçimleri, değer yargıları hızla değişirken, ancak insanı insana kul eden düzende hiçbir değişiklik olmazken, dahası, bir zamanlar ayakta kalmanın, hayata tutunmanın temel yolu olan eğitim gitgide değersizleşirken, çocukluğumdan bugüne taşıdığım büyük armağanı, değerli Orhan Kemal’i sıkça hatırlıyor, onun vicdanını daha çok özlüyorum.
Her şeye rağmen daha iyi, daha adil, herkes için yaşanabilir bir dünyaya dair inancımı yitirmeme gayretiyle, değerli anısı önünde saygıyla eğilerek, bize kattıkları için hep teşekkürle…
Ayşe Sarısayın
30 Ağustos 2017, Heybeliada

Hiç yorum yok: