31 Temmuz 2016 Pazar

BUZ ÜSTÜNDE YÜRÜR GİBİ *PALEMPSEST - ERCAN KESAL

BUZ ÜSTÜNDE YÜRÜR GİBİ
PALEMPSEST
Ortaçağda kitap kopyalayan yazarlar, parşömenin az ve pahalı olması nedeniyle, eski el yazmalarının yüzeyini kazıyarak yeniden kullanıyorlardı.
Üzeri kazınarak yeniden yazılan parşömenlere palempsest denir.
‘Aynı sayfa üzerinde, bir metnin bazen başka bir metne eklendiği, üst üste geldiği, yine de eski metnin tam olarak kaybolmadığı’ bir sayfa düşünün.
Hiç bir metin kaynaklarını bütünüyle silemiyor, her metin kendinden öncekilerden izler taşıyor.
Farkında mısınız, yeniden kullanılmak üzere kazınan, fakat kazındıkça eskiden yazılanların parça parça ortaya çıktığı parşömenler gibi bir ülke burası; palempsest yani!
Niye böyle?
Altı yüz elli yıllık bir imparatorluktan kalan bir avuç toprak. Bu topraklardan yeni bir yurt ve ulus yaratmaya çalışan bir kadronun olası iyi niyetlerine rağmen önlerine koydukları sorunlu yol haritası. Kuruluş yıllarından günümüze kadar yapısal bir sorun olarak süren siyasi parti, seçim yasası ve parti içi demokrasi meselesi. Her daim tetikte bekleyen ve ne olursa olsun ülkenin asıl sahibinin kendilerinin olduğuna inanmış zinde(!) kuvvetler. ‘Halkın hükümetleri değil, hükümetlerin halkı yönettiği’ bir sistem. Nihayet; siyaseten çürümüşlüğün esasında toplumsal çürümüşlüğün bir tezahürü olduğu gerçeği.
Aklım bir şeylere ermeye başladığı ilk günden şu yaşıma kadar siyasal baskı ve kaosun yaşanmadığı hiçbir dönem görmedim. İç savaş senaryolarının dayatıldığı günlerden geçtim; darbeler yaşadım, idamlara şahit oldum. Sürgünler, faili meçhuller, insan hakları ihlalleri; sanki hayatımızın olmazsa olmazları!
Benzer günlerden geçiyoruz yine. Bir askeri darbenin kıyısından dönülmüş. Herkeste ‘bundan sonra ne olacak’ kaygısı. Yüzlerce evde acı var. Yöneticilerin çağrısıyla sokağa fırlayıp bir daha dönemeyen masum insanların evlerindeki acı, darbeye karşı görevini yaparken hayatını kaybedenlerin evlerindeki acı, ne olduğunu bilmeden elinde silahla gittiği meydanlarda ölen erlerin evindeki acı, bir de, cenazelerine ‘hainler mezarlığı’ uygun görülen darbecilerin, boyunlarında bir ömür boyu taşıyacakları utançla birlikte geride bıraktıkları yakınlarının acısı.
Kieslowski bir dönemin Polonya’sını şöyle tarif ediyordu: ’İnsanların birbirine hiç acımadığı, birbirlerinden nefret ettiği, kimsenin birbirine yardım etmediği, sadece engel olduğu korkunç ve renksiz bir dünyanın ortasındaydık sanki. İnsanların birbirlerini geri püskürttükleri bir dünyaydı bu.’’
Ne kadar tanıdık değil mi?
NE YAPMALI?
Ne siyasi analizler yapmaya, ne de kehanetlerde bulunmaya niyetim var. Beni, üzerinde yaşadığımız topraklar, soluduğum hava, sokaktaki insanlar, çocuğum, komşularım, geleceğimiz ve inandığım değerler ilgilendiriyor. Adalet, insanlık, vicdan ve iyiliğin dışında arkasına sığınacağımız hiçbir şey olamaz.
Hiçbirimizin elinde bir reçete yok, biliyorum.
Keşke her şey bir reçete yazmak kadar kolay olabilseydi.
Ama, ‘bize özgü meseleleri ancak bize özgü kelimelerle’ anlayıp, anlatabiliriz.
Kieslowski senaryo ve yönetmenlik dersi verdiği öğrencilerine öncelikle bir şey sorarmış: ‘’Sizi buraya getiren şey ne? Neler oldu?
Neler yaşadınız da buraya geldiniz?’’
Sonra devam edermiş: ‘’Başlangıç noktasını bulmanız gerekiyor. Yaşamınızın inanılır, amaçsız bir analizini yapmadan bir şey yapmaya ve değiştirmeye başlayamazsınız.’’
Aynı soruyu sormalıyız belki de. Bizi buraya getiren şeyler ne? Ne yaptık da bunlar geldi başımıza?
Öncelikle, kendi hayatlarımızı anlamak zorundayız. Başımızdan geçenlerin, yaptıklarımızın veya yapamadıklarımızın ya da yapabileceğimiz halde yapmadıklarımızın cesur bir analizini yapmadan hiçbir şeyi halledemeyiz.
Kendimiz bulmadığımız sürece birilerinin bize gerçekten doğru hedefler göstermesi mümkün değil.
‘Farklı düşünme biçimleriyle ilgileniyorsak eğer; bu, tüm dünyayı bekleyen şeyler konusundaki öngörülerimizde haklı olup olmadığımızı görmek içindir. Kafa yormakla, çözümlemekle, düşünmekle, eleştirmekle, yaşadığımız yerlerde ve zamanlarda kendi ritmimizi ve yolumuzu bulmakla yükümlüyüz.’*
Saint Simon’un öğrencileri, insanların birbirlerine muhtaç olduklarını göstermek için düğmeleri sırtında olan ceketler giyerlermiş. Sırttan düğmeli ceketler giyelim ve içinden sadece akıl, ahlak, vicdan ve adalet geçen cümleler kuralım.
İyilik ve kötülük o kadar da soyut kavramlar değildir. İyiliğe inancımızı kaybetmeyelim.
BELKİ DE…
Mecburi hizmet yıllarıydı. Uzun zamandır aynı kasabadaydım ve çok yorulmuştum. Kendime sürekli niye burda olduğumu soruyor ve artık hiçbir işe yaramadığımı düşünüyordum. Böyle günlerin birinde, geceyarısı; ateşli bir çocuk için çağırdılar, gittim, kara gözlü küçük bir kız. Ateşi öyle yükselmiş ki, sayıklıyor, tuhaf şeyler söylüyor. Müdahale etmesem havale geçirecek, belki de kaybedeceğiz. Annesinin güçsüz itirazlarına aldırmadan soğuk çarşaflara sardım, buz gibi sularla yıkadım küçük bedenini. Az sonra ateşi düştü. Yanağındaki kızıllık kayboldu, güzel gözlerini açtı; sonra sakin bir bakışla uzattı elini annesine. Birbirlerinin dilinden öyle iyi anlıyorlardı ki. Annesi şükürler etti, gözüme baktı, herşeye ve orada olmama değen bakışlarıyla. O kasabada sonsuza dek kalabilirdim artık.
Arkeolog Howard Carter 1874 yılında doğdu. Mısır bilimi uzmanlarıyla kavga ederek geçirdiği yılların ardından, 1922 yılında Tutankamon’un mezarını buldu. Mezar odasındaki her şey tepeden tırnağa altındı. Carter odaya girdikten sonra ilk olarak, 19 yaşında
ölen bu Mısır prensinin ayakucuna oturdu ve orada sessizlik içinde saatlerce düşündü. Altından eşyalar umurunda bile değildi. Bir ara lahitin dibinde yere dökülmüş birkaç tane tohum gördü. Tohumları topladı ve daha sonra onları toprağa ekti.Tohumlar üç bin iki yüz yıldan beri onları toprağa ekecek bir eli beklemişlerdi sanki.
Belki sadece bunlar için geldik yeryüzüne…
Nostalji’deki Deli Domenico’yu dinlemenin zamanıdır:
‘’Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz. Okul duvarları, asfalt ve refah reklamlarının uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere böceklerin vızıltısı girmeli. Her birimizin gözlerini ve kulaklarını büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız.
Birisi piramitleri yapabileceğimizi haykırmalı. Yapmamamızın bir önemi yok. O isteği beslemeliyiz ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz sınırsız bir çarşaf gibi.
İşte yeni anlaşmam: Geceleri güneşli olmalı ve Ağustos da karlı! Büyük şeyler sona erer, küçük şeyler baki kalır. Toplum böyle parçalanmaktansa yeniden bir araya gelmeli. Sadece doğaya bak, hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin. Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz; yanlış tarafa döndüğümüz noktaya. Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz, suları kirletmeden.’’**
Başlık: A. Erhan’ın şiirinden
*Zapatistaların seçim bildirisinden
**Nostalji Filmindeki tirad, A.Tarkovski

Ercan KESAL

12 Temmuz 2016 Salı

Srebrenitsa'yı anarken.. LAVİNİA ÇİÇEĞİ VE MAVİ KELEBEĞİN DANSI






Srebrenitsa'yı anarken..
LAVİNİA ÇİÇEĞİ VE 
MAVİ KELEBEĞİN DANSI  Sedat Kaya
Roma İmparatorluğu'nun baş kumandanı Titus Andronicus'un kızıydı Lavinia..
Dünyalar güzeliydi..
Babasının aksine hayat doluydu..
Öldürmeyi değil, yaşatmayı severdi..
İyi kalpliydi, yardımseverdi, merhametliydi..
Titus'un savaşta olduğu birgün, düşmanları Tamora'nın iki oğlu tarafından tecavüze uğradı..
Haber Roma'ya tez yayıldı..
Titus savaştan döndükten sonra kızını kendi elleriyle öldürdü..
Şehrin uzağında bir tepeye gömdü..
Aylar sonra mezarının üzerinde bir çiçek çıktı..
O çiçeğe de Lavinia dediler..
Ölüm çiçeği demekti.
Ya da Misk çiçeği.
Bazı yörelerde yavşan otudur adı.
*. *. *
Her çiçek bir kelebektir aslında..
Kelebeği yaşatan çiçektir..
Çiçeği çoğaltan da kelebek..
Çiçeksiz yerde kelebek olmaz..
Kelebeksiz yerde çiçek çoğalmaz..
Çiçeğin ùzerine konan kelebek, aynı zamanda tat alma organı olan ayaklarıyla balözünü test eder..
Tadı hoşuna giderse, kıvrılı hortum şeklindeki ağzını uzatarak o balözünü emer..
Özellikle Mavi kelebekler çok seçicidir..
Her çiçeği emmezler..
Onlar en çok Lavinia'nın(ölüm otu) balözünü severler.
*. *. *
İnsanlık tarihi bir bakıma öldürmeyi ya da yaşatmayı sevenlerin savaşıdır..
Tıpkı Roma başkumandanı Titus ve kızı Lavinia gibi..
Çok eski değil..
Daha 20 yıl önce..
Bugün uygar dediğimiz Avrupa'nın göbeğinde..
Sözde gelişmiş Avrupalılar'ın gözleri önünde..
Sırp faşistleri Bosna ve Kosova'da toplu katliam yaptı..
Tam 312 bin çocuk, kadın, yaşlı, genç sistemli ve planlı şekilde öldürüldü..
Toplu mezarlara gömüldü..
21 yıl önce bugün Birleşmiş Milletler'in güvenliğini sağladığı Srebrenitsa kentinde 8 bin 372 insan vahşice öldürüldü..
Öldürenler Sırp milliyetçilerinden oluşan ve isimlerine "Akrepler" denen Sırbistan özel güvenlik güçleriydi.
Birleşmiş Milletler'in 400 silahlı askeri bu katliamı da sadece seyretti..
Bosna Hersek'deki vahşet ikinci dünya savaşından sonra dünyanın gördüğü en büyük soykırımdı..
Evet..
Daha 21 yıl önce..
Avrupa'nın göbeğinde..
Uygar denilen Avrupalılar'ın desteğiyle..
312 bin Boşnak katledildi..
Toplu mezarlara gömüldü..
250 bin insan yaralandı..
2 milyon insan evini yurdunu terkedip mülteci oldu..
*. *. *
Aradan 21 yıl geçti..
Bosnalılar soykırımı dünyaya kabul ettirmek için aylarca, yıllarca o toplu mezarları aradı..
Çok zorlandılar.
Çünkü katiller mezarların saklı kalması için çok uğraşmıştı..
Çukurları çok derine kazmışlardı..
Üstlerini çevrenin doğal bitki örtüsüne uygun olarak yeşillendirilmişlerdi..
Öyle ki, uydu fotoğrafları bile işe yaramıyordu..
Ta ki mavi kelebekler ortaya çıkana kadar..
Mavi kelebeklerin sayısındaki artış uzmanların dikkatini çekmişti..
O bölgelerde incelemeler yaptılar..
Mavi kelebeklerin çok olduğu yerlerde bitki örtüsünde de ilginç bir zenginleşme vardı..
Nedenini araştırırken, korkunç gerçekle karşılaştılar..
O bölgeler toplu mezarlardı..
Gömülen bedenler toprağa karıştıkça toprağın besleyiciliği artmıştı..
Topraktaki mineral ve protein zenginliği Lavinialar'ın(Ölüm Çiçeği) fışkırmasına neden olmuştu..
Bu çiceğin balözüyle beslenen mavi Kelebeklerin sayısı da bu nedenle artmıştı..
İşte bu yüzden Bosna'da mavi kelebeklerin kanat sesleri hem ölümün, hem yeniden doğuşun habercisiydi.
*. *. *
Roma başkumandanı Titus'a Mısır seferinde bir bilgeden sözederler..
Her soruya cevap veren bir bilge..
Halk ona büyük saygı duymaktadır..
Her konuda ona danışmaktadır..
Titus onun ismi altında ezilmektedir.
Sinirleri bozulur..
Uykuları kaçar.
Bu işe bir çözüm bulmalıdır.
Bilgeye öyle bir soru sormalı ki, asla bilmemelidir..
Danışmanlarıyla günlerce konuşur..
Sonunda karar verir..
Eline bir kelebek alacak ve bilgeye soracak..
"Elimdeki kelebek ölü mü, diri mi?"
Bilge "Diri" derse, sıkıp öldürecek..
"Ölü" derse elini açıp serbest bırakacak..
Öylece bilge bilmemiş olacak.
Plan hazırdır.
Halka duyuru yapılır.
Bilgeye haber salınır..
Titus halkın gözü önünde bilgeye sorar.
"Elimde bir kelebek var. Ölü mü, diri mi?"
Bilge hiç düşünmeden cevaplar.
"O senin elinde."
Yaşatmayı seçin..
Herkese iyi haftalar.
(Sedat Kaya, Datça) 12 Temmuz 2016
‪#‎Srebrenitsa‬




2 Temmuz 2016 Cumartesi

TÜRKÜLERİN ÇIĞRILDIĞI SİVAS'TAN İNSANLARIN YAKILDIĞI SİVAS'A *


Hazin bir türkü müydü yaşam?...Yoksa yaşam olmaktan çıkmış, umutsuzlukta, yangında,ölümde mi demir atmıştı?...
Karabasanların boyunduruğunda yaşamak yakışr mıydı insana?...

Böyle bir yangın nasıl yaralamaz insanı?

Yakanları ve yaktıranları ,yangıncıları yaralamaz yalnızca.

Yakmayanın vurdumduymazlığı alçaklık değil midir?
........
Türküler yakılmış dedi bir gazeteci.Türküler Sıvas'taydı...
Türküleri çağıranların diyarı Sivas ,insanları yakanların diyarına dönüşmüştü.

Ne acı!...
Sivas unutulmuş acı mı?Sivas unutulmalı mı? Acıları unuttuk deyince bitirmiş mi oluyoruz? Yoksa yeni acılara çağrı mı unutmak?Unutulmuş acı olamaz Sivas! İnsanlığın üzerine örtülmüş utanç şalı! ne denli büyük olursa olsun örtülebilir mi türkülerin üstünü? Örtülebilmiş mi şimdiye dek?

Kanlı,dikenli,süngülü,kesici,delici,zehirleyici,boğucu,yakıcı olsun istediği kadar.Türkü direnir ve basar çığlığını olmadık yerde. Cellatlar, kara kalabalıkları irkiltir. Dirilmiş derler ; öldürmemiş miydik? öldürmüşerdi ama..

"Pir Sultan ölür dirilir" dememiş miydik biz de?

"Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası" dememiş miydi Yunus?

Marşlarımızı unutttuk mu?

" bir ölür bin geliriz / Bizi vurmak kurtuluş mu? " demez miydik?

Halk değil miydik?

"Yeniden doğmaz mıydık ölümlerde?"

Yine de yanıyor yüreğimiz.Avutmuyor bizi türküler bile.

Sivas deyince hep Pir Sultan gelsydi akla keşke.

Ama 2 Temmuz yaşandı  Sivas'ta , tarih oldu.

Pir Sultan!dan sonra  Kongresi ile değil de 2 Temmuzu ile anılacak.

Kara leke ,kötü leke Sivas'a ..Kim silecek bu lekeyi?

Sevgiyi ,umudu ,dostluğu, kardeşliği yüklenen bir şenliği beklemenin çoşkusunun yerine yaşananları  hangi yazar anlatabilir,hangi sinemacı filme alabilir bu duyguları ?Hangi ressam resmini yapabilir,hangi fotoğrafçı fotoğrafını çekebilir ?Kim şiirini yazabilir, türküleştirebilir ?

Bu vahşet nasıl anlatılır?..

Trajik toprak mı Sivas?

Yangınlar ili mi?

Çanlar hep mi çalacak Sivas'ta?

Osmanlı birini darağacına göndereceği zaman zil çaldırtırmış. Sivas ellerinde ziller çokca çalınmış ;sazlar da. Saz sesleri, türküler unutturmuş zaman zaman Sivas'taki zulmü. Aydınlığın çoğaldığı zamanlar da olmuş. Şenlikler ,bayramlar, mitingler...Tıpkı 2 Temmuz'un bir gün öncesi gibi,hatta sabahı gibi 2 Temmuz'un...

* Öner YAĞCI   " Sivas'ı Unutmak" kitabından


SİVAS KATLİAMINDAN BUGÜNE TÜRKİYE
ÖNER YAĞCI  2 Temmuz 2011
Siyasal tarihimizin dönüm noktalarından biri olan 2 Temmuz’u unutmak mümkün mü?
Toplumsal tarihimizin depremlerinden biri olan Sivas katliamını unutmak mümkün mü?
Cumhuriyet’in temelinin atıldığı Sivas’tan 2 Temmuz 1993 katliamının gerçekleştirildiği Sivas’a gelmemizin nedenlerini ve sonuçlarını doğru kavrayabiliyor muyuz?
Bu kavrama, 2 Temmuz Sivas katliamından yaşadıklarımızın ve bugüne gelişimizin temellerinin neler olduğunu gösteriyor mu? 
Gösteriyorsa sorun yok; göstermiyorsa, her 2 Temmuz’da yaptığımız gibi bir kez daha Sivas katliamını yapanları ve yaptıranları lanetleriz, bir kez orada kaybettiğimiz dostlarımızı anarız ve acaba bundan sonra neler olacak diye yeni 2 Temmuz’ları bekleriz.
* Bugünün, emperyalizmin dünyayı fethetme politikalarının doludizgin uygulandığı küreselleşme koşullarında Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Ortaasya emperyalist politikaların odağını oluşturuyorsa;
* Bu bölgeye yönelik “büyük” projelerin hayata geçirilmesi için vahşi kapitalizmin yaşam biçimleri amansızca dayatılıyorsa;
* “Böl ve yönet” stratejisinin ulus devletleri aşiretler, kabileler, milliyetler, dinler, mezhepler, tarikatlar (yani etnik ve dinsel farklılıklar) bağlamında parçalama gündeme getiriliyorsa;
* Bu bölgenin merkezindeki Türkiye’ye yönelik emperyalist politikaları anlamamız için Sivas katliamı en önemli anahtar olacak kadar hayat dersi vermeli bize.
Sivas katliamını, daha önceki birçok olayda olduğu gibi dinci bağnazlığın laikliğe, Alevilere, devrimcilere, solculara saldırması gibi kolayca bir yorumla ele almak; ülkemizi parçalamak yolunda önemli aşamalar kaydeden emperyalist politikaları anlamamaya, dolayısıyla üzerimize düşen politik görevleri ve sorumlulukları saptayamamaya iter bizi; yani çaresizliğe ve umutsuzluğa mahkûm olmaya.
Öncesiyle ve sonrasıyla Sivas katliamı; yıllardır izlediği politikalarla dünya imparatorluğu olma yolundaki engelleri aşa aşa, adım adım gelen emperyalizmin Türkiyemizin yeniden paylaşılması heveslerinin ve Sevr’de kursaklarda kalan hayallerinin gerçekleştirilmesi yolundaki önemli odaklardan biridir.
Yaşadıklarımıza bakınca gördüğümüz:
* Türkiye’nin parçalanmış gösterildiği haritalarının emperyalist Batı ülkelerinde masaların üstüne çıkarıldığı;
 * Emperyalizmin Türklerin Anadolu’dan atılması projesinin yeniden ve artık açıkça dayatıldığı;
* Emperyalist ülkelerin parlamentolarında ardı ardına “Ermeni soykırımı”(!) kararlarının alındığı (Rum-Pontus soykırımı”nın(!) da yakında gündeme geleceğinin ortaya çıktığı;
 * Irak’taki yeni yapılanmayla adım adım kurulan Kürt devletinin sınırlarımızı zorlamaya başladığı (bir aşiret reisinin cumhurbaşkanı, ötekinin bölge başkanı olduğu), stratejik müttefikimizin Kürt devleti söylemlerini desteklediği;
* Kıbrıs, Ege, İncirlik, ekümeniklik, ruhban okulları, türban, yaşamın her alanının dinselleştirilmesi, tarikatların ittifakından oluşan dinci bir partinin parlamenter demokrasi yoluyla devletin her kurumunu ele geçirme yolunda kaz adımların atıldığı;
* Atatürk’ün ve Kemalizmin ilkelerinden vaz geçilmesi, izlerinin silinmesi için elden gelenin yapıldığı ve ne yazık ki buna karşı çıkan seslerin susturulduğu, cılız düzeyde olduğu;
* Yani “Türkiye’nin mezarının kazıldığı bu ağır gündemin birdenbire gelmediğini ve bu gündemin karabasan gibi oturmasında Sivas katliamının önemli bir payı olduğunu unutmamak zorundayız.
Bu zorunlulukla değerlendirdiğimiz zaman Sivas katliamının yaşamımızdaki öneminin nerden geldiği ve nasıl olduğu konusunda şunları söyleyebiliriz:
* Emperyalist işbirlikçi politikaların NATO’larla, CENTO’larla, “soğuk savaş” ve komünizme karşı set oluşturma, “ılımlı İslam”, “yeşil kuşak” uygulamalarıyla;
* Solun ve aydınlıkçı düşüncelerin sindirildiği operasyonlarla (genel olarak hiç eksilmeyen baskıların yanında sıkıyönetimlerin, 12 Martların, 12 Eylüllerin sindirmeleriyle);
* Tarikatların dolarlarla beslenerek canlandırılmasıyla, çocuklarımızın ve gençlerimizin din eğitiminin kıskaçlarına teslim edilmesiyle;
* Atatürkçülüğün bağımsızlıkçı, laik, halkçı, devrimci, devletçi, temellerinden koparılarak gösteri Atatürkçülüğüne dönüştürülmesiyle;
* Atatürk ulusçuluğunun/milliyetçiliğinin dincilikle bütünleşmiş bir ırkçı/işbirlikçi ideoloji ve yapılanmayla simgelenmesiyle yıllardır sürdürülen biçimlendirmelerin artık sonuç almaya doğru yükseldiğinin işaret edilmesinden başka bir şey değildir.
* Aynı zamanda cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı, antiemperyalist güçlere bir gözdağı olan Sivas katliamıyla verilen işaret, adım adım uygulanan emperyalist politikaların artık Türk ulusundaki direnme ve Cumhuriyeti savunma duyarlılığını yok ettiği yolundaki bir emperyalist zafer işaretidir.
* Bir ulusun, Türk ulusunun uyanarak, emperyalist paylaşım projelerine karşı örgütlenerek, ayaklanarak, savaşarak Kurtuluş Savaşı’yla ve Cumhuriyet’le onurunu ve bağımsızlığını korumasının ilk adımının atıldığı, 4 Eylül 1919’la simgeleşen “Misakı Millici bağımsızlıkçı irade” olan ve emperyalizm için elbette unutulmayacak bir ad olan Sivas’ta Cumhuriyet’in yıkılacağının haberinin verilmesi zafer sarhoşluğunun narasından başka bir şey değildir.
* Emperyalizm ve işbirlikçileri, Sivas’ta başlayan bir savaşla raflara kaldırılan Sevr’in yeniden gündeme getirilmesi ve Türklerin Anadolu’dan atılması için 1940’lı yılların ortalarından beri izledikleri politikaların sonucunu aldıklarını Sivas katliamını gerçekleştirerek ilan etmiştir.
* Sivas katliamı, emperyalizmin desteğiyle palazlanan ve onun politikalarını yurt içinde cansiperane uygulayan işbirlikçilerin Türkiye Cumhuriyeti’nden intikam almak için yıllar boyu sabırla bekledikleri günü ilan etmeleridir.
Emperyalizm ve işbirlikçilerinin Sivas katliamından bugüne kadar aldıkları yolun ne kadar önemli olduğu yaşadığımız dayatmalardan açıkça belli oluyor:
Duyarsızlaştırılmış, pasifize edilmiş, yurtseverlikten uzaklaştırılmış  (kendi ülkesine düşman kesilmiş), Türk olduğunu söylemekten utanır hale getirilmiş, liberalleştirilmiş, kendi gücüne güvenmekten uzaklaşmış, kurtuluşu başka ülkelere sığınmakta ya da yamanmakta arayan, teslim olmaya hazır hale getirilmiş “sözde” aydınların ve adına “Sivil Toplum Örgütü” denilen kurumların çoğaldığı, yaygınlaştığı ve çeşitli desteklerle güçlendirildiği bir ülkede yaşıyoruz.
Ülkemizin bu hale gelmesinde 2 Temmuz 1993 Sivas katliamı önemli bir dönüm noktasıdır.