BABAMIN KARA SEVDASI
Baba çok sevilen bir sözcüktür. Yardım isteyenler, “Yap bir babalık” diye yalvarırlar. Boylu boslu, cesur kişilere babayiğit deriz. Eski Türk filmlerinin ünlü sözlerinden biri şöyledir: “Size baba diyebilir miyim?” Hiç çocuğu olmayanlara bile baba deriz biz. Süleyman Demirel bu tür politikacılarımızdandır. Futbolculardan Recep Adanır “Baba Recep” diye tanınmıştı. Hakkı Yeten de böyle anılmıştır. Şarkıcılarımız da babadır: Orhan Gencebay “Orhan Baba”, Müslim Gürses “Müslim Baba”, Erkin Koray “Erkin Baba”...
Öfkeli kişilerin babaları tutar, babalanırlar, ona buna bağırırlar. Atatürk’ün ünlü “Türk, övün, çalış, güven” sözünü “Övün, çalış, babana bile güvenme” diye çevirmişlerdir. Bir babaya çocuklarını sormuşlar. “Hiç sormayın, demiş. Oğlan baba parasıyla yaşıyor, kız da para babalarıyla...” Babaların günahını evlatları çekermiş. Ünlü sözdür; Baba oğluna, “Ben sana vali olamazsın demedim, baba olamazsın, dedim” demiş. Baba oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babasından bir salkım üzümü kıskanmış. Çingeneye beylik vermişler, önce babasını asmış! Babanın eski adı pederdir. Eşimizin babasına kayınpeder deriz.
Türlü çeşitli baba vardır: Mafya babası, iskele babası, Şam babası( tatlısı da var), para babası, dert babası... Bir de devlet baba vardır. Bektaşi büyüklerine baba derler, onlardan söz edilirken baba erenler diye söze başlanır. Evliyalar baba adıyla anılırlar: Beşiktaş’taki Tuz Baba bir semte adını vermiştir. Telli Baba evlenemeyen genç kızlara koca bulur! Nur Baba, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir romanına konu olmuştur. Urfa’daki Kaşıkçı Baba, üniversite sınavlarına hazırlanan öğrencilere yardım ediyormuş. Bunun için kalemi türbe duvarına sürtmek gerekiyormuş! Gaziantep’teki Ali Baba da öyleymiş. Ali Baba deyince aklıma geldi. Ali Baba ve Kırk Haramiler öyküsünü bilmeyen yoktur. Ayrıca Ali Baba’nın bir çiftliği vardır, bu çiftlikteki evcil hayvanlar çocuklara kendilerini çıkardıkları seslerle tanıtırlar ve onları güldürürler. Gül Baba şimdiki lisenin bulunduğu yerde yetiştirdiği sarılı kırmızılı çiçeklerle ün salmış ve Galatasaray kulübüne renk vermiştir...
Taraftarlar tuttukları kulübü “Bir baba hindi” diye başlayan sözlerle överler. Nazım Hikmet, “Ben babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim” diyor. Ama çağımızdaki kimi evlatlara bakıyorum da babalarının tırnakları bile olamadıklarını görüyorum. Klasik baba tipi otoriterdir. Döver söver, tehdit eder, çocuklarını korkutur. Anneler, yaramaz çocuklarını, “Akşam baban geldiği zaman ettiğin şeyleri kendisine söyleyeceğim” diye uyarırlar! Babanın bu korkutucu özelliğinden olacak; iktidara geçen partilerin liderleri baba pozuna bürünürler, kendilerini eleştirmeye kalkan vatandaşları azarlarlar, hadlerini bildirirler...
Benim babam böyle ceberut babalardan değildi. Biz çocuklarına, anneme bağırmaz, kızdığı zaman dövmeye kalkmazdı. Aslında Sinop Ayancık kökenlidir ama babasının kendisini okutmaması üzerine İstanbul’a, ablasının yanına kaçmış, doğduğu köye bir daha gitmemiş. Ablası bir gazeteciyle evliymiş. Enişte bey onu üç beş yıl okutmuş. Babam onlara yük olmamak için işe girmiş, geçici ve az paralı birkaç işte çalışmış. Derken Sümerbank Basma Fabrikalarında çalıştırılmak üzere işçi arandığını duymuş, hemen başvurmuş. Kursta başarı kazanınca usta olarak Kayseri’ye yollamışlar. Burada beş yıl kadar kalmış. Oradan yeni açılan Nazili Basma Fabrikasına gönderilmiş. Annemle evlenince emekli oluncaya dek Nazilli’den ayrılmamış ama çok sevdiği İstanbul’a her yıl gezmeye gitmiştir.
Maddi zorluklar yüzünden İstanbul’da yerleşememek kendisini öyle etkilemişti ki, evimizin bütün duvarları çeşitli İstanbul resimleriyle doluydu. İstanbul sevgisi onda karasevdaya dönüşmüştü. Milli Piyango bileti alır, çıkan büyük ikramiyeyle İstanbul’da bir eve sahip olmak hayali güderdi. Ama ne yazık ki biletine ancak amorti çıkardı. Yılmak bilmez, umudunu hiçbir zaman yitirmez, “Gün doğmadan neler doğar” diye kendini avutur, gene bilet alırdı. Kıldığı namazlardan sonra ettiği dua İstanbul duasıydı.
Babam namazını, orucunu hiç kaçırmayan, dindar bir kişiydi ama bağnaz, tutucu bir insan değildi. Okumayı çok sever, genellikle tarih kitapları okurdu. Bir merakı da yabancı dil öğrenmekti. Emekli olduğu zaman bile yabancı dil öğrenme çalışmalarını sürdürmüştü. Ayrıca sinemaya çok düşkündü. Televizyonda film izlerken konuşanlara kızar, bağırırdı. Fabrikada çalışırken elinde kocaman bir çanta taşır, onun içine öğleyin orada yemek için evden yemek koyardı. Bu çantada küçük kitaplar da olurdu. Çantası sağlık memurlarının çantasına benzediği için çoğu kişi onu sağlık memuru ya da sünnetçi sanırdı. Fabrikada çıkan öğle yemeğini bir arkadaşına verirdi. Kimi zaman börek, baklava gibi yiyecekler verildiğinde orada yemeyip eve getirir, bizimle paylaşırdı...
Ben İstanbul Edebiyat Fakültesini kazanınca İstanbul kapısı açıldı diye çok sevinmişti. Üniversiteyi bitirip Nazilli lisesine atanmıştım ama babamın aşıladığı İstanbul sevgisi içimde yer etmişti. Gözüm İstanbul’daydı. En sonunda dayanamayıp emekliliğime yakın bir zamanda İstanbul’a tayinimi istedim. İsteğim yerine gelince babama müjdeyi verdim Babam sanki kendi gidiyormuşçasına bayram etti. Oysa hastaydı. Uzun bir yolculuğu kaldıracak durumda değildi. İstanbul kendisine çok uzaklardaydı artık. Arada aşılması güç karlı dağlar vardı. Ama o bu gerçeği kabullenemiyor, umudunu hep taze tutuyordu...
Sonradan öğrendiğime göre, anneme, “Arkasından biz de gideriz değil mi?” diye sormuş. Annem gözyaşlarını içinde saklayarak, “Tabii gideriz. Birlikte bir ev tutarız” demiş. Bunu duyunca babamın üstüne bir canlılık gelmiş. Çocuklar gibi sevinmiş. Yattığı yataktan doğrulmak istemiş. Annem, kendisini yormamasını söylemiş ve mutfağa gitmiş. Bir süre sonra geri geldiğinde babamı duvardaki İstanbul resmine mutlulukla bakarken bulmuş. Yüzünde bir gülümseme varmış ama çoktan son nefesini vermiş...
İşte babamın kara sevdası bu. Annemden ve İstanbul’dan başka sevgilisi yoktu.
Bu sevda içinde öyle yer etmişti ki, başka sevdalara karnı toktu...
Erhan Tığlı
erhantigli@mynet.com
Öfkeli kişilerin babaları tutar, babalanırlar, ona buna bağırırlar. Atatürk’ün ünlü “Türk, övün, çalış, güven” sözünü “Övün, çalış, babana bile güvenme” diye çevirmişlerdir. Bir babaya çocuklarını sormuşlar. “Hiç sormayın, demiş. Oğlan baba parasıyla yaşıyor, kız da para babalarıyla...” Babaların günahını evlatları çekermiş. Ünlü sözdür; Baba oğluna, “Ben sana vali olamazsın demedim, baba olamazsın, dedim” demiş. Baba oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babasından bir salkım üzümü kıskanmış. Çingeneye beylik vermişler, önce babasını asmış! Babanın eski adı pederdir. Eşimizin babasına kayınpeder deriz.
Türlü çeşitli baba vardır: Mafya babası, iskele babası, Şam babası( tatlısı da var), para babası, dert babası... Bir de devlet baba vardır. Bektaşi büyüklerine baba derler, onlardan söz edilirken baba erenler diye söze başlanır. Evliyalar baba adıyla anılırlar: Beşiktaş’taki Tuz Baba bir semte adını vermiştir. Telli Baba evlenemeyen genç kızlara koca bulur! Nur Baba, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir romanına konu olmuştur. Urfa’daki Kaşıkçı Baba, üniversite sınavlarına hazırlanan öğrencilere yardım ediyormuş. Bunun için kalemi türbe duvarına sürtmek gerekiyormuş! Gaziantep’teki Ali Baba da öyleymiş. Ali Baba deyince aklıma geldi. Ali Baba ve Kırk Haramiler öyküsünü bilmeyen yoktur. Ayrıca Ali Baba’nın bir çiftliği vardır, bu çiftlikteki evcil hayvanlar çocuklara kendilerini çıkardıkları seslerle tanıtırlar ve onları güldürürler. Gül Baba şimdiki lisenin bulunduğu yerde yetiştirdiği sarılı kırmızılı çiçeklerle ün salmış ve Galatasaray kulübüne renk vermiştir...
Taraftarlar tuttukları kulübü “Bir baba hindi” diye başlayan sözlerle överler. Nazım Hikmet, “Ben babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim” diyor. Ama çağımızdaki kimi evlatlara bakıyorum da babalarının tırnakları bile olamadıklarını görüyorum. Klasik baba tipi otoriterdir. Döver söver, tehdit eder, çocuklarını korkutur. Anneler, yaramaz çocuklarını, “Akşam baban geldiği zaman ettiğin şeyleri kendisine söyleyeceğim” diye uyarırlar! Babanın bu korkutucu özelliğinden olacak; iktidara geçen partilerin liderleri baba pozuna bürünürler, kendilerini eleştirmeye kalkan vatandaşları azarlarlar, hadlerini bildirirler...
Benim babam böyle ceberut babalardan değildi. Biz çocuklarına, anneme bağırmaz, kızdığı zaman dövmeye kalkmazdı. Aslında Sinop Ayancık kökenlidir ama babasının kendisini okutmaması üzerine İstanbul’a, ablasının yanına kaçmış, doğduğu köye bir daha gitmemiş. Ablası bir gazeteciyle evliymiş. Enişte bey onu üç beş yıl okutmuş. Babam onlara yük olmamak için işe girmiş, geçici ve az paralı birkaç işte çalışmış. Derken Sümerbank Basma Fabrikalarında çalıştırılmak üzere işçi arandığını duymuş, hemen başvurmuş. Kursta başarı kazanınca usta olarak Kayseri’ye yollamışlar. Burada beş yıl kadar kalmış. Oradan yeni açılan Nazili Basma Fabrikasına gönderilmiş. Annemle evlenince emekli oluncaya dek Nazilli’den ayrılmamış ama çok sevdiği İstanbul’a her yıl gezmeye gitmiştir.
Maddi zorluklar yüzünden İstanbul’da yerleşememek kendisini öyle etkilemişti ki, evimizin bütün duvarları çeşitli İstanbul resimleriyle doluydu. İstanbul sevgisi onda karasevdaya dönüşmüştü. Milli Piyango bileti alır, çıkan büyük ikramiyeyle İstanbul’da bir eve sahip olmak hayali güderdi. Ama ne yazık ki biletine ancak amorti çıkardı. Yılmak bilmez, umudunu hiçbir zaman yitirmez, “Gün doğmadan neler doğar” diye kendini avutur, gene bilet alırdı. Kıldığı namazlardan sonra ettiği dua İstanbul duasıydı.
Babam namazını, orucunu hiç kaçırmayan, dindar bir kişiydi ama bağnaz, tutucu bir insan değildi. Okumayı çok sever, genellikle tarih kitapları okurdu. Bir merakı da yabancı dil öğrenmekti. Emekli olduğu zaman bile yabancı dil öğrenme çalışmalarını sürdürmüştü. Ayrıca sinemaya çok düşkündü. Televizyonda film izlerken konuşanlara kızar, bağırırdı. Fabrikada çalışırken elinde kocaman bir çanta taşır, onun içine öğleyin orada yemek için evden yemek koyardı. Bu çantada küçük kitaplar da olurdu. Çantası sağlık memurlarının çantasına benzediği için çoğu kişi onu sağlık memuru ya da sünnetçi sanırdı. Fabrikada çıkan öğle yemeğini bir arkadaşına verirdi. Kimi zaman börek, baklava gibi yiyecekler verildiğinde orada yemeyip eve getirir, bizimle paylaşırdı...
Ben İstanbul Edebiyat Fakültesini kazanınca İstanbul kapısı açıldı diye çok sevinmişti. Üniversiteyi bitirip Nazilli lisesine atanmıştım ama babamın aşıladığı İstanbul sevgisi içimde yer etmişti. Gözüm İstanbul’daydı. En sonunda dayanamayıp emekliliğime yakın bir zamanda İstanbul’a tayinimi istedim. İsteğim yerine gelince babama müjdeyi verdim Babam sanki kendi gidiyormuşçasına bayram etti. Oysa hastaydı. Uzun bir yolculuğu kaldıracak durumda değildi. İstanbul kendisine çok uzaklardaydı artık. Arada aşılması güç karlı dağlar vardı. Ama o bu gerçeği kabullenemiyor, umudunu hep taze tutuyordu...
Sonradan öğrendiğime göre, anneme, “Arkasından biz de gideriz değil mi?” diye sormuş. Annem gözyaşlarını içinde saklayarak, “Tabii gideriz. Birlikte bir ev tutarız” demiş. Bunu duyunca babamın üstüne bir canlılık gelmiş. Çocuklar gibi sevinmiş. Yattığı yataktan doğrulmak istemiş. Annem, kendisini yormamasını söylemiş ve mutfağa gitmiş. Bir süre sonra geri geldiğinde babamı duvardaki İstanbul resmine mutlulukla bakarken bulmuş. Yüzünde bir gülümseme varmış ama çoktan son nefesini vermiş...
İşte babamın kara sevdası bu. Annemden ve İstanbul’dan başka sevgilisi yoktu.
Bu sevda içinde öyle yer etmişti ki, başka sevdalara karnı toktu...
Erhan Tığlı
erhantigli@mynet.com
*Lise Edebiyat öğretmenimdir Erhan TIĞLI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder