Ufukta seher/günbatımı çizgisi… Rüzgârla dalgalanan otlar…
Uçuşan yapraklar, topluca kanatlanan kuşlar, gümüş bulutlardan süzülen mehtap, çatıya vuran yağmur, uzaktan gelen köpek sesleri…
Perdede beliren tek başına güzel kadının, birden yelle havalanan saçları…
Bir Zamanlar Anadolu’da, böyle sürekli bir var, bir yok atmosferi, bir “büyülü gerçekçilik” var, demiştim.
Kış Uykusu’nda işte o büyü ve o “şiirsellik” yok.
Ama aynı uçsuz bucaksız, ezici, büyük “doğa” ve bozkırın yalnızlığı; karakterlerin aynı oranda yoğun ve derin “yabancılaşması”, bu filmde de olanca gücüyle hissediliyor…
Nuri Bilge Ceylan “yabancılaşma” duygusunu bu kez, önceki filmlerindeki gibi uzun boşluklar ve sessizliklerle vermek yerine açıkça sözlere döküyor.Yerel bir gazeteye (“Bozkırın Sesi!”) yazı yazan başkarakter Aydın’a, kardeşiNecla’nın tokat gibi çarptığı şu sözler mesela: “Eskiden biz sana hayrandık. Senin önemli işler yapacağını ve önemli biri olacağını düşünürdük. Ama öyle olmadı. Bu senin suçun değil. Çıtayı yukarda tutan bizdik!”
Yenilenlerin öyküsü“Kış Uykusu” da, “Bir Zamanlar Anadolu’da” olduğu gibi tıpkı yenik düşen insanların öyküsü.
Ceylan bunu bir önceki filminde alttan alta dokundurarak ve hissettirerek verirken bu defa karakterlerine bağırta bağırta söyletiyor...
İki film arasında benim kişisel tercihim, ilki… “
Bir Zamanlar Anadolu’da”ya tek kelimeyle bayılmıştım.O filmin, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en iyi filmi olduğunu düşündüm, hâlâ da öyleolduğunu düşünüyorum…
Kış Uykusu, kuşkusuz ki çok güçlü, sıra dışı ve iyi bir film.
Üç saat, 16 dakika boyunca hiç sıkılmadan, ilgi ve beğeniyle izledim. Ancak “Bir Zamanlar Anadolu’da”ki gibi beynimden ve yüreğimden vurulmadım...
‘Edebiyata güzelleme!’Filmi, sinemada tesadüfen yan yana düştüğümüz Sevgili Füruzan’la izledik.
O benim aksime “Edebiyata harikûlade bir güzelleme” olarak gördüğü “Kış Uykusu”ndan çok etkilendiğini söyledi.Çehov, Shakespeare, Dostoyevski üzerinden katman katman soyularak izlenebilen filmden, Füruzan gibi bir edebiyatçının aldığı tat farklıydı.
Hapisten henüz çıkan, Nejat İşler’in oynadığı işsiz İsmail karakterinin örneğin; “hayırsever” Nihal’in bağışladığı paraları ateşe vermesi…
Firuzan, bu sahnenin hemen Dostoyevski’nin Budala’sındaki Nastassya Filippovna’nın kendisine verilmiş olan paraları ateşe atmasına yapılan bir gönderme olduğunu söyledi.
Örnekleri böyle çoğaltmak mümkün…
Bu bağlamda “Kış Uykusu”nu, “edebiyatı”, “sinema diline” bir aktarma egzersizi olarak da okuyabiliriz.
‘Yol’dan bu yana...Filmde beni en çok etkileyen “mimarisi” ve karakterlerin hemen hepsinin, merkezde “Aydın karakteri” etrafında ve yörüngesinde belirlenmesi oldu.
Baştan sona “iç gözlemlere” dayanan, dış öykünün olmadığı filmde, izleyicinin ilgisini üç saat boyunca diri tutmak zor.
Ceylan bunu, tüm karakterler için dev “iç gözlem aynası” gibi kullandığı “Aydın”ı merkeze yerleştirerek yapıyor.
Düş kırıklıklarını ve başarısızlıklarını hepten “Aydın”a yansıtan “mutsuz kız kardeş” Necla’yı, benzer şekilde kişisel ihtiraslarının ve yenilgilerinin faturasını Aydın’a çıkaran “mutsuz eş” Nihal’i; imam Hamdi ve baltaya sap olamayan İsmail kardeşleri; Aydın’ın hep tuttuğu aynadan tanıyoruz.
Tek mimik ve ses tonunda “faul” vermeyen Haluk Bilginer’in mükemmel ötesi, ölçülü oyunculuğu olmasa bu mimari çökebilir ama çökmüyor. Bilginer çünkü söylediği her sözcük ve bakışıyla bizi alıp Kapadokya’nın bunalımlı Otello otelinin içine taşıyor“Kış Uykusu”nu izlerken Türk sinemasına 32 yıl önce ilk “Altın Palmiye”yi kazandıranYol’u da düşündüm. İster istemez aklımda bir karşılaştırma yaptım.
“Yol”, İtalyan neorealizminin en üst düzey örnekleriyle karşılaştırılabilecek bir filmdi…
“Kış Uykusu”, karakterlerin olduğu denli, Türk toplumunun “iç gözlemlerine” dayanıyor ve yaşanan büyük “değerler krizini” irdeliyor.
“Kış Uykusu”nda, çok daha müreffeh bir toplumun sorunları karşımıza çıkmakla birlikte; 32 yıl öncesinin “Yol”undaki fakirlik de olanca çaresizliğiyle orada duruyor.
Film en çok, bu iki uç Türkiye arasında kapanmayan, bilakis açılan farkı önümüze koyuyor.
Erdoğan Türkiyesi’nin son 12 yılda büsbütün açtığı makası, TÜSİAD’ın gazetelerdeki şu son açıklaması gayet net tanımlıyor“Türkiye gelir eşitsizliğinde Şili ve Meksika’dan sonra, dünyadaki en kötü üçüncü ülke!”
29 .Haziran 2014 Cumhuriyet
Uçuşan yapraklar, topluca kanatlanan kuşlar, gümüş bulutlardan süzülen mehtap, çatıya vuran yağmur, uzaktan gelen köpek sesleri…
Perdede beliren tek başına güzel kadının, birden yelle havalanan saçları…
Bir Zamanlar Anadolu’da, böyle sürekli bir var, bir yok atmosferi, bir “büyülü gerçekçilik” var, demiştim.
Kış Uykusu’nda işte o büyü ve o “şiirsellik” yok.
Ama aynı uçsuz bucaksız, ezici, büyük “doğa” ve bozkırın yalnızlığı; karakterlerin aynı oranda yoğun ve derin “yabancılaşması”, bu filmde de olanca gücüyle hissediliyor…
Nuri Bilge Ceylan “yabancılaşma” duygusunu bu kez, önceki filmlerindeki gibi uzun boşluklar ve sessizliklerle vermek yerine açıkça sözlere döküyor.Yerel bir gazeteye (“Bozkırın Sesi!”) yazı yazan başkarakter Aydın’a, kardeşiNecla’nın tokat gibi çarptığı şu sözler mesela: “Eskiden biz sana hayrandık. Senin önemli işler yapacağını ve önemli biri olacağını düşünürdük. Ama öyle olmadı. Bu senin suçun değil. Çıtayı yukarda tutan bizdik!”
Yenilenlerin öyküsü“Kış Uykusu” da, “Bir Zamanlar Anadolu’da” olduğu gibi tıpkı yenik düşen insanların öyküsü.
Ceylan bunu bir önceki filminde alttan alta dokundurarak ve hissettirerek verirken bu defa karakterlerine bağırta bağırta söyletiyor...
İki film arasında benim kişisel tercihim, ilki… “
Bir Zamanlar Anadolu’da”ya tek kelimeyle bayılmıştım.O filmin, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en iyi filmi olduğunu düşündüm, hâlâ da öyleolduğunu düşünüyorum…
Kış Uykusu, kuşkusuz ki çok güçlü, sıra dışı ve iyi bir film.
Üç saat, 16 dakika boyunca hiç sıkılmadan, ilgi ve beğeniyle izledim. Ancak “Bir Zamanlar Anadolu’da”ki gibi beynimden ve yüreğimden vurulmadım...
‘Edebiyata güzelleme!’Filmi, sinemada tesadüfen yan yana düştüğümüz Sevgili Füruzan’la izledik.
O benim aksime “Edebiyata harikûlade bir güzelleme” olarak gördüğü “Kış Uykusu”ndan çok etkilendiğini söyledi.Çehov, Shakespeare, Dostoyevski üzerinden katman katman soyularak izlenebilen filmden, Füruzan gibi bir edebiyatçının aldığı tat farklıydı.
Hapisten henüz çıkan, Nejat İşler’in oynadığı işsiz İsmail karakterinin örneğin; “hayırsever” Nihal’in bağışladığı paraları ateşe vermesi…
Firuzan, bu sahnenin hemen Dostoyevski’nin Budala’sındaki Nastassya Filippovna’nın kendisine verilmiş olan paraları ateşe atmasına yapılan bir gönderme olduğunu söyledi.
Örnekleri böyle çoğaltmak mümkün…
Bu bağlamda “Kış Uykusu”nu, “edebiyatı”, “sinema diline” bir aktarma egzersizi olarak da okuyabiliriz.
‘Yol’dan bu yana...Filmde beni en çok etkileyen “mimarisi” ve karakterlerin hemen hepsinin, merkezde “Aydın karakteri” etrafında ve yörüngesinde belirlenmesi oldu.
Baştan sona “iç gözlemlere” dayanan, dış öykünün olmadığı filmde, izleyicinin ilgisini üç saat boyunca diri tutmak zor.
Ceylan bunu, tüm karakterler için dev “iç gözlem aynası” gibi kullandığı “Aydın”ı merkeze yerleştirerek yapıyor.
Düş kırıklıklarını ve başarısızlıklarını hepten “Aydın”a yansıtan “mutsuz kız kardeş” Necla’yı, benzer şekilde kişisel ihtiraslarının ve yenilgilerinin faturasını Aydın’a çıkaran “mutsuz eş” Nihal’i; imam Hamdi ve baltaya sap olamayan İsmail kardeşleri; Aydın’ın hep tuttuğu aynadan tanıyoruz.
Tek mimik ve ses tonunda “faul” vermeyen Haluk Bilginer’in mükemmel ötesi, ölçülü oyunculuğu olmasa bu mimari çökebilir ama çökmüyor. Bilginer çünkü söylediği her sözcük ve bakışıyla bizi alıp Kapadokya’nın bunalımlı Otello otelinin içine taşıyor“Kış Uykusu”nu izlerken Türk sinemasına 32 yıl önce ilk “Altın Palmiye”yi kazandıranYol’u da düşündüm. İster istemez aklımda bir karşılaştırma yaptım.
“Yol”, İtalyan neorealizminin en üst düzey örnekleriyle karşılaştırılabilecek bir filmdi…
“Kış Uykusu”, karakterlerin olduğu denli, Türk toplumunun “iç gözlemlerine” dayanıyor ve yaşanan büyük “değerler krizini” irdeliyor.
“Kış Uykusu”nda, çok daha müreffeh bir toplumun sorunları karşımıza çıkmakla birlikte; 32 yıl öncesinin “Yol”undaki fakirlik de olanca çaresizliğiyle orada duruyor.
Film en çok, bu iki uç Türkiye arasında kapanmayan, bilakis açılan farkı önümüze koyuyor.
Erdoğan Türkiyesi’nin son 12 yılda büsbütün açtığı makası, TÜSİAD’ın gazetelerdeki şu son açıklaması gayet net tanımlıyor“Türkiye gelir eşitsizliğinde Şili ve Meksika’dan sonra, dünyadaki en kötü üçüncü ülke!”
29 .Haziran 2014 Cumhuriyet