Tuncel Kurtiz: Biraz Şaman, Biraz Bedreddin, Çokça Bilge…
Sevgili Tuncel senin yüzün, senin sesin dizi furyasından çoook önce sarmıştı aklımı ve yüreğimi.
Yılmaz Güney’in “Umut” filminde: Hani Cabbar’ın (Yılmaz Güney’in) faytonuna atlayıp bir yandan sigara sararken bir yandan da para üzerine, varsıllık ve yoksulluk üzerine konuşan Hasan…
Tunç Okan’ın “Otobüs” filminde, İsveç’e kaçak işçi olarak gitmeye çalışan köylülerden biri… Çaresizliği, şaşkınlığı, olanaksızlığı ve yeryüzünün tüm çelişkilerini susarak anlatan yüzün…
Zeki Öktem’in, senaryosu Yılmaz Güney’e ait “Sürü” filminin aşiret Ağası Kürt Beyi Hano ile büyüledin beni. O yaşlı, acımasız, zalim, sert Hano Ağa’nın kentin karmaşasında ve kaosunda oğlunun adını haykırarak “Şivan”, “Şivan”diye koşuşu; sadece oğlunu değil, daha pek çok şeyini ve sesini yitirişini… 70’li yıllara damgasını vuran filmler.
Daha önce, ilk gençliğimin tiyatro sahnelerinden geçip gelmiştin: Tertemiz bir Türkçeyle, kendine özgü dolu dolu konuşma biçimin… (Dormen Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu, İstanbul Şehir Tiyatrosu, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, Münir Özkul Tiyatrosu, Kent Oyuncuları Gen Ar Tiyatrosu, Halk Oyuncuları)
Oyunculuğunu böylesi geliştirmen, böylesi inanılır ve sahici kılmanın gerisinde şunlar vardı:
Dünya görüşün… Öğrenme tutkun… Edebiyatla haşır neşir olman… Olağanüstü gözlem yeteneğin… Birbirinden çok farklı ustalarla çalışman… Araştırmacı kişiliğin… Kendini hep yenilemen… Sürekliliği kovalaman…
Yılmaz Güney’in “Umut” filminde: Hani Cabbar’ın (Yılmaz Güney’in) faytonuna atlayıp bir yandan sigara sararken bir yandan da para üzerine, varsıllık ve yoksulluk üzerine konuşan Hasan…
Tunç Okan’ın “Otobüs” filminde, İsveç’e kaçak işçi olarak gitmeye çalışan köylülerden biri… Çaresizliği, şaşkınlığı, olanaksızlığı ve yeryüzünün tüm çelişkilerini susarak anlatan yüzün…
Zeki Öktem’in, senaryosu Yılmaz Güney’e ait “Sürü” filminin aşiret Ağası Kürt Beyi Hano ile büyüledin beni. O yaşlı, acımasız, zalim, sert Hano Ağa’nın kentin karmaşasında ve kaosunda oğlunun adını haykırarak “Şivan”, “Şivan”diye koşuşu; sadece oğlunu değil, daha pek çok şeyini ve sesini yitirişini… 70’li yıllara damgasını vuran filmler.
Daha önce, ilk gençliğimin tiyatro sahnelerinden geçip gelmiştin: Tertemiz bir Türkçeyle, kendine özgü dolu dolu konuşma biçimin… (Dormen Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu, İstanbul Şehir Tiyatrosu, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, Münir Özkul Tiyatrosu, Kent Oyuncuları Gen Ar Tiyatrosu, Halk Oyuncuları)
Oyunculuğunu böylesi geliştirmen, böylesi inanılır ve sahici kılmanın gerisinde şunlar vardı:
Dünya görüşün… Öğrenme tutkun… Edebiyatla haşır neşir olman… Olağanüstü gözlem yeteneğin… Birbirinden çok farklı ustalarla çalışman… Araştırmacı kişiliğin… Kendini hep yenilemen… Sürekliliği kovalaman…
Ağzına batan çiviler
1971 Mayıs’ında Cannes Film Festivali sonrasında İsviçre, Almanya, İsveç ve Fransa sana tiyatro kapılarını açtı… Türkiye 12 Eylül darbesine hazırlanırken sen uluslararası çapta bir sanatçıydın. (Göteborg Şehir Tiyatrosu, Stockholm Kraliyet Tiyatrosu, İsveç Devlet Tiyatrosu, Berlin Schaubühne Tiyatrosu, Frankfurt Şehir Tiyatrosu, Peter Brook C.İ.T.T Tiyatrosu, Shakespeare Kraliyet Tiyatrosu, Hamburg Şehir Tiyatrosu.)
Sonra, sonra, bana armağan ettiğin o müthiş anılar… Bir ayin niteliğindeki“Mahabharata.” Yeryüzünün en müthiş tiyatro yönetmenlerinden biri Peter Brook’un Hint efsanesinden oluşturduğu oyunu “Mahabharata” dünyayı dolaşıyor. Yıl 1987 Los Angeles turnesi: Dokuz saatlik oyunda en önemli rollerden birindesin. İngilizce oynuyorsun. Muhteşemsin. Oyun sonrası kucaklaşıyoruz. Soluk alır gibi anlatıyorsun. Türkçeye aç kalmışsın, susuz kalmışsın!
“Dil açısından güçlük çekmiyorum. Güçlüğü çeken yüreğim... Yani özlem... Anadilime hasretim... Nâzım hani Ferhat’a söyletir ya: ‘Sen konuştuğum Türkçem gibi güzelsin Şirinim’ diye. İşte bu sözü artık çok iyi biliyorum.”
Ve sonra bir daha beni asla terk etmeyecek tümceyi söylüyorsun:
“Başka dillerde oyun oynarken sanki ağzıma çiviler batıyormuş gibi oluyor.”
Hasret, özlem, ağza batan çiviler...
Sonra, sonra, bana armağan ettiğin o müthiş anılar… Bir ayin niteliğindeki“Mahabharata.” Yeryüzünün en müthiş tiyatro yönetmenlerinden biri Peter Brook’un Hint efsanesinden oluşturduğu oyunu “Mahabharata” dünyayı dolaşıyor. Yıl 1987 Los Angeles turnesi: Dokuz saatlik oyunda en önemli rollerden birindesin. İngilizce oynuyorsun. Muhteşemsin. Oyun sonrası kucaklaşıyoruz. Soluk alır gibi anlatıyorsun. Türkçeye aç kalmışsın, susuz kalmışsın!
“Dil açısından güçlük çekmiyorum. Güçlüğü çeken yüreğim... Yani özlem... Anadilime hasretim... Nâzım hani Ferhat’a söyletir ya: ‘Sen konuştuğum Türkçem gibi güzelsin Şirinim’ diye. İşte bu sözü artık çok iyi biliyorum.”
Ve sonra bir daha beni asla terk etmeyecek tümceyi söylüyorsun:
“Başka dillerde oyun oynarken sanki ağzıma çiviler batıyormuş gibi oluyor.”
Hasret, özlem, ağza batan çiviler...
Ayin gibi, büyü gibi
Bir başka ayin gecesi: Tiyatroyu, oyunculuğunu nicedir bir ayine dönüştürmüştün. 90’lı yıllar: Nâzım dizeleriyle bize Bedreddin’in sözlerini, eylemini, felsefesini iletiyorsun... Sesinin rengi, sesinin hacmiyle, sesini kullanış biçimiyle, bedeninin devinimiyle iletiyorsun.
Sen Bedreddin’sin; Bedreddin sen…
Seni izlerken Siyah Kalem’in çizgilerini, figürleri, devinimleri görüyorum.
Tibetli ses ustalarını, Şamanları, Zen ustalarını, adlarını bilmediğim tüm zamanların tüm düşünürleri, tüm müzikçileri, tüm dansçılarını toplayıp getiriyorsun güneşin sofrasına…
Ve “En yumuşak, en sert / en tutumlu, en cömert, en seven, / en büyük, en güzel kadın toprak / neredeyse doğuracak / doğuracaktı.”
Bu doğuma, yeryüzünün müthişliğine, oyunculuğunun gücüne tanıklık ediyorum.
Bir adam, sen, Tuncel Kurtiz, kendini sınaya sınaya, ateşte tutuşa tutuşa, yaşına, fizik kurallara meydan okuya okuya, güzelliğe, umuda, insanoğlunun gücüne kanat çırpıyorsun.
Sevgili Tuncel, bir tiyatro neferinden, bir Şaman, bir Bedrettin, bir Bilge Oyuncu, bir has insan yarattın.
Hiç unutmam, grevdeki Tekel işçilerinin yanı başındaydın, onlara destek çıkıyordun. Bir gazetecinin “Yoksa siz hâlâ komünist misiniz?” sorusuna şöyle yanıt vermiştin:
“Başka bir yol var mı yani? Başka bir düşünce, başka bir hissiyat, başka bir felsefe var mı? Dünyayı bir bahçe haline getirebilecek, insanoğlunun insanca yaşamasını, köleliğin kalkmasını, ırkçılığın kalmamasını öneren bir yol var mı? Bir hayal dünyasında yaşıyorum belki ama ona inanıyorum. Bir gün gerçekleşecek.”
Hoşça kal sevgili arkadaşım, gerçek usta!
Sen Bedreddin’sin; Bedreddin sen…
Seni izlerken Siyah Kalem’in çizgilerini, figürleri, devinimleri görüyorum.
Tibetli ses ustalarını, Şamanları, Zen ustalarını, adlarını bilmediğim tüm zamanların tüm düşünürleri, tüm müzikçileri, tüm dansçılarını toplayıp getiriyorsun güneşin sofrasına…
Ve “En yumuşak, en sert / en tutumlu, en cömert, en seven, / en büyük, en güzel kadın toprak / neredeyse doğuracak / doğuracaktı.”
Bu doğuma, yeryüzünün müthişliğine, oyunculuğunun gücüne tanıklık ediyorum.
Bir adam, sen, Tuncel Kurtiz, kendini sınaya sınaya, ateşte tutuşa tutuşa, yaşına, fizik kurallara meydan okuya okuya, güzelliğe, umuda, insanoğlunun gücüne kanat çırpıyorsun.
Sevgili Tuncel, bir tiyatro neferinden, bir Şaman, bir Bedrettin, bir Bilge Oyuncu, bir has insan yarattın.
Hiç unutmam, grevdeki Tekel işçilerinin yanı başındaydın, onlara destek çıkıyordun. Bir gazetecinin “Yoksa siz hâlâ komünist misiniz?” sorusuna şöyle yanıt vermiştin:
“Başka bir yol var mı yani? Başka bir düşünce, başka bir hissiyat, başka bir felsefe var mı? Dünyayı bir bahçe haline getirebilecek, insanoğlunun insanca yaşamasını, köleliğin kalkmasını, ırkçılığın kalmamasını öneren bir yol var mı? Bir hayal dünyasında yaşıyorum belki ama ona inanıyorum. Bir gün gerçekleşecek.”
Hoşça kal sevgili arkadaşım, gerçek usta!
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet Zeynep Oral
******************************************************
******************************************************
Zeynep Oral, 29 Eylül 2013 günkü Cumhuriyet’te “Esintiler” köşesinde Tuncel Kurtiz’i anlatıyor.
“Tuncel Kurtiz, Biraz Şaman, Biraz Bedrettin, Çokça Bilge…” başlıklı yazının sonunu şöyle bitiriyor:
“Hiç unutmam. Grevdeki Tekel işçilerinin yanı başındaydın, onlara destek çıkıyordun. Bir gazetecinin “Yoksa siz hâlâ komünist misiniz?” sorusuna şöyle yanıt vermiştin:
“Başka bir yol var mı yani? Başka bir düşünce, başka bir hissiyat, başka bir felsefe var mı? Dünyayı bir bahçe haline getirebilecek, insanoğlunun insanca yaşamasını, köleliğin kalkmasını, ırkçılığın kalmamasını öneren bir yol var mı? Bir hayal dünyasında yaşıyorum belki ama ona inanıyorum. Bir gün gerçekleşecek.”
Aynı gün, Hürriyet gazetesinin Pazar Eki’nde Ebru Çapa “Tuncel Kurtiz… Veda” başlıklı yazısının sonunda şöyle yazıyor:
“Dümdüz, komünist olduğunu söylüyordu Kurtiz. Tadını çıkara çıkara. “Otosansürüm yok benim. Ben fikrimi söylüyorum. Komünistim diyorum. Umudumu kaybetmem ben. Bir gün insanların dünyayı daha güzel bir yer haline getireceklerine inanıyorum.”
***
Bu nasıl bir ruh halidir ki, bin bir yasaklarla dolu bir ülkede komünist olmanın tadını çıkarıyor! Bunun tadı neresinde? Komünist olmak, yani sınıfsız sömürüsüz bir insanlık geleceğine iman etmek ve bunun için çalışmak, sanat yapmak sana ne servet kazandırır, ne bundan ötürü seni bir yere müdür yaparlar? Kendi haline de bıraksalar gene iyi. Bu yüzden Sürmene açıklarında parçalanıp denize atılmak, ömrünü hapislerde çürütmek, işkencelerden işkence beğenmek, aç bırakılmak, memuriyetten atılmak, tiyatronun taşlanması, yakılması da var. Her taşına, her toprağına, her insanına aşık olduğun ülkenin senin için yaşanmaz bir yer haline getirilip gurbet ellere savrulmak da. Seni mutlu eden şey, idraki yok edilemeyecek büyük insanlığın gelecekte seni anlayacağı inancı. Geç anlasa, hiç anlamasa da beis yok. İnandığın yolda yürüyorsun…
Büyük sanatçılar ve düşünce adamları çağımızda hep neden bu düşünceyi savunanlar arasından çıkıyor? Nazım Hikmet, neden bir Behçet Kemal Çağlar olmayı reddedip bunca yıl hapishanede yazmayı göze aldı ve Memleketimden İnsan Manzaraları’nı destanlaştırdı? Sabahattin Ali, neden düşünceleri için bunca eziyeti ve ölümü göze aldı? Romancısından, oyuncusundan, bestecisinden, şairinden bir liste yazsak Türk edebiyatının en kalburüstü emekçilerinin listesi haline gelecek: Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Ahmet Arif, Hasan Hüseyin, Ruhi Su, Genco Erkal, Hasan İzzettin Dinamo, Yılmaz Güney, Erkan Yücel, Cemal Süreya, Atilla İlhan daha yüzlerce yetenekli, kendini kanıtlamış sanatçı.
Yurdunu ve halkını, o halkın dilini derin bir kavrayışla sevmeyi, ömrünü emekçilerin davasına adamayı en iyi onlarda gördük. Yaşamaktan tat almalarının nedeni bu olmalı…
Zeki Sarıhan
Odatv.com