La Fontaine’in hayvanlara ihaneti
HALUK IŞIK
HALUK IŞIK
İnsanın kurnazlığını, üç kağıtçılığını vurma yüzüne. Sen, Aziz Nesin’in deyimiyle “aklı değil, kurnazlığı seçmiş” iki ayaklılara, hakettiklerince saydırma. Bu nedenle, “üsttekine köle, alttakine ceberrut” insanların, ne alçak, ne zavallı, ne faşist olduğunu haykırma. Ama TİLKİ’yi al, kurnazlık timsali olarak damgala, insanlığın hallerini anlatmak için.
İnsanın hantallığını, uyuşukluğunu, gebeş gebeş dolaşmasını vurma yüzüne. Kaba gücüne güvenip, insanlıktan yaratıklığa geçmeyi seçenleri adıyla sanıyla adlandırma. Öyle ya, nasılsa AYI var. Oysa ne duyarlı, ne yumuşak, ne kendi dünyasında bir canlıdır ve ne kadar da benzemez biçtiğin kimliğe.
Ama dikkat, bundan sonra adlarını anacağım ya da anmayacağım hayvanların, kendilerine ait doğal ortamlarında ya da faunalarındadır kendine özgülükleri. Yoksa ayıların dünyasında insan ne hale gelebilirse, ayılar da insanların dünyasında o hale gelir, gelmektedir. Her hayvan için bu böyledir. Anımsayın, herifin biri Badem’i bıçaklamaktan söz etti, eline fırsat geçse yapar da, merak etmeyin. Danimarka’da “insan” delikanlıları, rüştlerini balina parçalayarak gösteriyor. İspanya’da boğa festivallerindeki rezillikleri, arenalarda boğaların matadorların elinde ne hallere düştüklerini unutmayın. Bizdeki kimi sapıklar, ağlarına zarar verecek olanları görsün de, ders (!) alsın diye, yunusları kurşunlayıp, beton tenekelere bağlayıp denize bırakır, anımsayın!
Bilmem, ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Konumuza dönelim.
Jean de La Fontaine (Yazar, Fransız, 8 Temmuz 1621 Chateau Thierry – 13 Nisan 1695 Paris), dinle!
Akılsız için KAZ, sinsi için YILAN, pislik için ÇAKAL, beyinsiz için KARGA... Benzet benzetebildiğin kadar. Nasılsa ağızları var, dilleri yok garibanların! Hayvan, insana benzetildiği için dava açamaz. Ama KEDİ’ye benzetildiği için, dava açan insanı da gördük. Nankör kedi diye saldıranını da. Hep senin yüzünden!
KELEBEK gibi uçtu, ARI gibi soktu, bilmezsin biz bunu sloganlaştırdık. Sen, ÖKÜZ gibi kaba, MANDA gibi tembel, BALİNA gibi hantal, TAVŞAN gibi korkak dedin. Bunları anlatabilmek için, doğrudan “İNSAN” diyemedin ya, tüh sana!
KARINCA gibi çalışkan olmakmış, sana ne, sen ne anlarsın karıncanın çalışkanlığından! Çalışanlar, salt kendileri için değil, hayat için de çalışkan olmalıdır, örgütlenmelidir, yalnızca “kendine” yaşamamalıdır diyemedin. Bugünlere yetişmediğin için, kafasına demir düşmemeli, ciğerine sülfür girmemeli, grizuda parçalanmamalı, sel bastığında bindiği minibüs tabuta dönmemeli, diyemedin. Senden yüzlerce yıl sonra doğan ve sana benzeyenler de diyemedi. Artık bu cinayetlere kader, tecelli, iş kazası deniyor. Örneğin Tuzla’da salkım salkım ölenler için, anında istifa etmesi gerekenler, mealen şunu söyleyebildi, biliyor musun; “Olacak o ölümler. Çünkü orası çocuk bahçesi değil, lunapark değil...”
Ya geride kalanlar, işsizler yani... Haydi, dört gözle kaza olsun ölsünler, yer açılsın diye bekleşiyorlar demeyeyim. Ama artık, her ölenin ardından, boşalan o yeri kapmak için yüzler, binler, iş bulma kuyruklarında birbirini yiyor. Daha vahim bir örnek vereyim mi? Üç kuruş para uğruna siyanüre bulanarak altın çıkarmayı kabullenenler; o siyanürün dağı taşı mahvettiğini düşünemeyenler, yani orada senin karıncaya benzer çalışanlar, bu doğa ve çevre katliamına dur diyenlere kalas demir saldırıyor. Çünkü işlerini yitireceklerine, ekmeksiz kalacaklarına inanıyorlar. Ne mide bulandırıcı bir paradoks...
Bu “insanlığın dibe vurma” hali, itiraf edilmese de, hepimizin malumudur. Bu gerçeği herkes biliyor, kimse söylemiyor. Sen de söylemedin, söyleyemedin.
Onlar, dünyanın emekle döndüğünü bilmelidir. O yüzden kapitalisti de, emperyalisti de onları iyi tanımalıdır. Sömürüye sonuna dek direnmelidir emekçi dediğin. Onlar önce, kendilerini, güçlerini iyi tanımalıdır. Bu güçle, düzeni, düzeni savunanı, döneğini, alçağını, satılmışını doğduğuna pişman etmelidir. Ama elbette çalışkan olmalıdır. Çalıştıkça dünyayı değiştireceğini bilmelidir, örgütlenmelidir desene! Karıncaları örnek alacaksanız, asıl bu açıdan düşünün onları desene! Neden demedin, diyemedin be kardeşim? Var mı hayvanlar aleminde, bu kadar kepazelik? Yok!
Onlar bunu yaparken, evet AĞUSTOS BÖCEĞİ gibi, hayatında sanata, şarkıya, dansa, şiire de yer vermelidir. Bunu demedin de, Karıncayı köleliğe mahkum edip, Ağustos Böceğini de kara kışa, ölüme bıraktın değil mi? Yetmedi, saz çalıp türküler söylemeyi, beyhude ve saçma uğraşlar gibi; ölmeyi, ibretlik olmayı hakedecek oyalanmalar gibi gösterip anlattın. Sanatsız bir çölde, kurumayı salık verdin. İnsanlara tabii. Bilerek ya da bilmeyerek işlediğin suçlardandır, boynuna asılmış bir vebal olarak durmaktadır.
Bak o yüzden şiirle, şarkıyla, türküyle uğraşanları nasıl da küçümsüyorlar. Bak, sırası geldiğinde nasıl derilerini soydular, düşündüklerine söylediklerine pişman ettiler, fırsatını bulduklarında nasıl cayır cayır yakıyorlar! Sırf bu gerçek bile, pomatlı saçlarını, sana ve işbirlikçilerine yedirmeyi haklı çıkarırdı. Beni anlayabiliyor musun La Fontaine!
Zamanına denk gelmediği için, paçayı kurtarmıştır BUKALEMUN, tanımadığın için TİMSAH, bilmediğin için KOBAY... Uzatmayayım, daha nicesi, kurbanın olmaktan kurtulmuştur. Ama öyle bir kapı açtın ki, insanlar hemen onları da damgaladı. Döneklere, rüzgar güllerine, ortama göre renk seçenlere Bukalemun deyip, çıktılar işin içinden. Sivas’ta, Bayrampaşa’da, Diyarbakır’da katliam emirleri verip, sonrasında “timsah gözyaşı” dökenleri bilemezsin. Belki timsah bile görmediğin içindir, ama onlar insanı aklamak için, timsaha yükleyiverdiler işi. Senden aldıkları esinle. Kobaylara gelince... Düşünmesi bile korkunç, geçelim.
KURT, MAYMUN, EŞEK, ÖRDEK, FARE, BEYGİR, KARGA, SİNEK ve daha nicesi, La Fontaine elinde ya da sayesinde, insanoğlunun tüm kötü, zararlı, kepaze yanlarının öznesi oluvermiştir. Yazmakla bitmez, ama artık toparlayalım.
Bu işte en çok zararı kuşkusuz KÖPEK çekmiştir. La Fontaine efendinin halt yeme şampiyonluğu, en çok köpeğe dairdir. “Köpekleşmek”, “köpeklenmek”, “köpek gibi”, “köpek soyu”, “salta durmak” ve ötekilerden tut da, “köpek sahibini ısırmaz”dan “dişi köpek, kuyruğunu sallamazsa...” ile başlayan özlü (!) sözlere, hepsinde La Fontaine’in payı var. Hepsi, sözümona insanın hallerini, tavrını, anlayışını anlatıyor. Peki, köpeğin ne suçu vardı a yazar efendi?
Diyeceğim şudur, insanlığın ve dünyanın yaşadığı rezilliklerde, suçu hayvanlara yükleyerek, insanı aklayamayız. La Fontaine’e bu nedenle çok kızıyorum. Çünkü hiçbir hayvan, insan gibi yalan söylemez, savaş çıkarmaz, işkence yapmaz, ihtiyacından fazla tüketmez, doğayı kirletmez, vesaire... Hepsi insana özgüdür. Dahası, böylesi nitelemeler, hayvanlara karşı önyargıları kemikleştirmiş, katledilmelerini kolaylaştırmış ve insanın insanla yüzleşmesini, insanın insanla kıyaslanmasını engellemiştir.
Çocuklarımıza bu bilinci iyi vermek gerekir. Gerekir ki, bu dünyanın yalnızca insanlara ait olmadığını öğrensinler. Artık adını koyalım; insanoğlunun, doğaya ve öteki canlılara yönelik faşist ve emperyalist tavrının kırılması gerekir. Canlı cansız her türlü doğa parçası ve üyesi, insanoğlunun tahakkümü altındadır. Bunu bilmek, belki “vicdan, merhamet” duygularını kışkırtacak ve dünyanın gelecek kuşaklara “insana yakışır” biçimde bırakılması gereğinin kapılarını açacaktır.
O gün La Fontaine’i, belki bu gözle okumayacağız. Çünkü hiçbir gerçek sanatçı bunu istemez. La Fontaine adına, haydi gelin bu büyük özeleştiriyi birlikte yapmaya cesaret edelim. Elbette, bu da bir dünya görüşü ve tavır sorunudur.
Ötesinde belki yalnızca şunu demek yeter. Sözgelimi AYI’nın ayılığı, kendi dünyasında sevimlidir, munistir. Ama onun, ormanda insana benzemeye çalışması ne kadar saçma birşeyse; insanın, şehir ortamını ormana çevirip, kendini ayıya benzetmeye çalışması ve bunu başarması, o kadar acınasıdır.
Ayının ormanda böyle birşeye kalkıştığı, henüz görünmedi. Ama insanın ortamını insanlıktan çıkarıp, şehirde ayılaşmaya çalıştığı, hayatımızın çileli gerçeğidir ve bunda, inanın AYI’nın hiçbir günahı ve vebali yoktur!
Sorun işte asıl buradadır, sevgili Jean de La Fontaine dostum... Sana derdimi anlatayım diye, yine uzattım yazıyı.
Çok siyasi bir yazı okudunuz. Neresi siyasi diyorsanız, o zaman bu yazar derdini anlatmayı başaramadı, üzgünüm...
Okurlarımıza acil ve önemli bir çağrı:
Arkadaşlar, yaz geliyor. Yine yazlıklarına gelecekler, yanlarında “süs eşyası” gibi kediler, köpekler getirecekler. Kırıta kırıta deniz kıyılarında piyasa yapacaklar. Şımarık çocukları oyalansın, komşular “ay ne hoş hayvanseverler” desin, karşı yazlıkçıyla kırıştırma sürecine meze olsun diye, o zavallıları getirecekler. Sonra... Yaz bitecek, ne yazık ki bu rezillerden başka kimsesi olmayan, o kedileri, köpekleri bırakıp gidecekler. Gidin, sahilleri dolaşın. Geçen yazdan kalma, açlıktan ve hastalıktan ölmüş ya da ölecek halde birçok kedi ve köpek göreceksiniz. Hayır, bu yaz bunu yapamasınlar! Engel olun, olamıyorsanız “taammüden cinayete teşebbüs” gerekçesiyle ihbar edin. İnanın bu en “insani”, en “saygın” ihbar olacaktır. Yapın bunu! Lütfen yapın!
Tarih: 15/5/2010