30 Aralık 2013 Pazartesi

MUTLU YILLAR







Sevgili kızım!

Şimdi gece. Noel gecesi. Benim küçük kalemdeki silahsız muhafızların hepsi derin uykuda. Kardeşlerin uyuyor. Annen de uykuya da...ldı. Ne var ki sen çok uzaklardasın; eğer şu anda, şu dakika da, fotoğrafına bakmıyorsan kör olayım. Fotoğrafın burada, masamın üzerinde, kalbime en yakın yerde duruyor. Oysa sen neredesin? uzakta, masalsı paris’te... Champs elysées’deki tiyatroda. Görkemli bir sahnede dans ediyorsun. Bunu çok iyi bildiğim halde, ben gene de bu sakin gecenin sessizliğinde senin ayak seslerini net biçimde duyuyorum. Gözlerin gözlerimin önüne geliyor; gözlerin kış gecesine özgü gökyüzündeki yıldızlar gibi parıldıyor. Bu güzel oyunda, şahın tutsak aldığı güzeller güzeli bir iranlı kızı oynadığını biliyorum. Güzeller güzeli ol sen de ve dans et. Yıldız ol ve parıltılar saç. Ama seyircileri büyülemiş olmaktan, onları kendine hayran etmekten sarhoş olduğunda, sana sunulan çiçeklerin kokusu başını döndürdüğünde, tek başına bir köşeye çekil ve benim mektubumu oku, babanın sesine kulak ver.

Ben senin babanım geraldine! ben charlie’yim, charlie chaplin! başucunda kaç gece sabahladığımı bir bilsen? küçük küçük masallar anlatıyordum sana! bazen uyuyan güzel’i anlatırdım, bazen kötü kalpli ejderhaları… uyku gelip ihtiyar gözlerimi yokladığında, uykuyla dalga geçiyor ve şöyle diyordum: “defol! ben kızımın hayallerini düşlüyorum!” ben senin hayallerini görebiliyordum geraldine! senin geleceğini görebiliyordum, bugününü! sahnede dans eden kızı görebiliyordum, kanatlarını açmış, havada uçan periyi... İnsanların sözlerini de duyabiliyordum: “şu kızı görüyor musunuz? yaşlı bir palyaçonun kızı bu... Babasının adı charlie idi hani, hatırlıyor musunuz?”

Evet, ben charlie’yim! yaşlı palyaço charlie… şimdi senin sıran... Dans et! ben, yamalı, boru paça, çuval gibi pantolonla dans ediyordum. Senin bedenini ise prenseslerin ipek elbiseleri sarıyor. Bu dans ve alkış sesleri senin ayaklarını yerden kesecektir. Kanatlan, uç ötelere! ama arada bir ayakların yere de bassın! halkın nasıl yaşadığın bilmelisin. Sokak dansçılarının hayatını da gör. Açlıktan bitkin düşmüş, yoksulluktan ve soğuktan titreye titreye dans edenleri de... Ben de onlarla aynı kaderi paylaşmıştım geraldine! o büyülü gecelerde, sen benim masallarımla uyurdun ama ben uyumazdım. Senin güzel yüzünü seyreder, kalbinin atışlarını dinlerdim ve kendime şu soruyu sorardım: “charlie, acaba bir gün olur, bu minik kuş seni anlayabilir mi?” sen beni tanımıyorsun geraldine! şimdi artık çok uzaklarda kalmış olan o gecelerde ne çok masal anlatmıştım sana. Ama kendi masalımdan hiç söz etmedim. Oysa biliyor musun geraldine, benim masalım da çok ilginçtir. Yoksul bir palyaçonun masalıdır bu. Londra’nın kenar mahallelerinde şarkı söyleyip dans eden sonra da bahşiş toplayan bir palyaçonun masalı... İşte, benim masalım da bu!

Ben açlığın ne demek olduğunu biliyorum, evsizliğin ne anlama geldiğini... Bu da bir şey mi ki? ben, gururdan bir okyanus gibi kabarmış şu göğsümde, acıma duygusuyla önüme atılan kuruşların sızısını hissettim, küçümsenen sefil birinin sancılarını çektim ben. Bütün bunlara karşın, işte gene de hayattayım. Hayatta olanlar hakkında hep daha az konuşulur. Sen benim soyadımı taşıyorsun, chaplin ismini… bu ad, neredeyse yarım yüzyıl boyunca bütün dünyayı güldürdü. Benim ağlamalarımın yanında bu gülmeler nedir ki? senin yaşadığın dünya, sadece dans ve müzikten ibaret... Geraldine! gece yarısı o görkemli salondan çıkınca, varsıl hayranlarını unut ama bindiğin taksinin şoförüne karısının hatırını sormayı unutma. Kim bilir, belki karısı hamiledir. Belki yakında doğacak olan ilk göz ağrısı, yavrusu için bez almaya bile parası yoktur. Eğer durum böyleyse, kalk cebine para koy... Procredit bank’a talimat verdim, giderlerini karşılayacaklar. Başkalarına yapacağın ödemeleri kuruşu kuruşuna hesapla, öyle ver! arada sırada metroya in. Otobüsle ya da yayan dolaş şehri. İnsanlara bak, iyi gözlemle onları. Dul ve yetimlerin yüzlerine iyi bak. Hiç değilse günde bir kez kendine şunu söyle: “ben de bunlardan biriyim!” evet, sevgili kızım, unutma bunu; sen de onlardan birisin.

Sanat, göğe uçması için insana kanatlar takıncaya kadar ayaklarına ayaklarına vurur adamın. Zaman gelip de seyirci karşısında yükseldiğini hissetmeye başladığın anda sahneden in, dışarı çık. Yoldan geçen ilk taksiyi çevir. Paris’in dış mahallelerine git. Ben bu mahalleleri çok iyi bilirim. Orada dansçı kızlar göreceksin. İçlerinde sana benzeyenler de vardır; senden daha zarif, daha mağrur olanlar da… sen tiyatrondaki göz alıcı sahne ışıklarını orada bulamazsın! onların sahne ışıkları ay’dır. Bak onlara! daha dikkatlice bak! senden bile daha iyi dans etmiyorlar mı? haydi, itiraf et bunu. Senden daha iyi dans eden, senden daha iyi rol yapan biriyle karşılaşırsan, o vakit hep şu sözlerim aklına gelsin: hiçbir zaman charlie’nin ailesinden, bir fayton sürücüsüne kötü söz söyleyecek ya da seine nehri kıyısında oturmuş, sadaka isteyen dilenciyle alay edecek kadar kendini bilmez biri çıkmamıştır. Charlie bu dünyadan çekip gidecek geraldine! sense hayata devam edeceksin. Ben senin hiçbir zaman yoksulluğu tatmanı istemem.

Bu mektupla birlikte sana çek koçanı da yolluyorum. Ne kadar istersen o kadar harca. Ama şunu sakın unutma, iki frank harcadığında üçüncü frank sana ait değildir. Her defasında aklında olsun bu. Üçüncü frank bir başkasına ait, tanımadığın birine, bir frankın hasretiyle yaşayan birine ait o para… o kişiyi bulman zor olmayacaktır. Attığın her adımda yoksul birini görebilirsin, yeter ki sen görmeyi iste! ben bu şeytanın baştan çıkaran gücünü bildiğim için para hakkında konuşuyorum. Uzun süre sirkte çalıştım ben. İp üstündeki cambazları korkuyla izlerdim hep. Ama şimdi sana şunu da söylemek isterim sevgili kızım. Bir insanın ayağının kaymasıyla yere, sert zemine kapaklanması, cambazın o tekinsiz ipten düşmesinden daha kolaydır; inan bana. Sen bu akşam bir pırlantadaki ışıltının cazibesine kapılabilir, ister istemez yere kapaklanabilirsin. Gün gelir yabancı bir prensin yüzü, seni kendine tutsak edebilir. İşte o andan itibaren sen artık deneyimsiz bir cambaz sayılırsın. İp, deneyimsizlere ihanet etmiştir hep. Sen sakın altın ve mücevher karşılığında kalbini satma. Unutma, en büyük pırlanta güneştir ve ne mutlu ki güneş, herkesi eşit biçimde aydınlatıyor.

Gün gelir de birini seversen, seçtiğin kişiyi tüm kalbinle sev. İşinin zor olduğunu biliyorum. Şimdi bedenini tiril tiril ipek kumaşlar örtüyor. Sanat için sahneye çıplak da çıkabilirsin… ama o sahneden saf, tertemiz ve kusursuz olarak inmelisin. Ben yaşlı biriyim, sözlerim gülünç gelebilir. Ama öyle sanıyorum ki çıplak vücudun, senin çıplak ruhuna âşık olan kişiye ait olmalıdır. Ne yapayım, benim bu konuya bakışım belki eski kafalılık… belki bu düşüncem on yıl öncesinde kaldı. Korkma geraldine, bu on yıl seni yaşlandırmaz. Ben, senin şu çıplak adada, boyun eğen en son kişi olmanı isterim. Babalar ve çocukların arasında hep bir çekişme olduğunu biliyorum. Bana savaş aç sevgili kızım, düşüncelerime karşı savaş aç. Ben itaatkâr çocukları sevmiyorum. Bu mektubumun üzerine henüz gözyaşım düşmemişken, bu noel gecesinin mucizeler gecesi olduğuna inanmak istiyorum. Bir mucize olmasını ve söylemek istediğimi her şeyi gerçekten doğru anlamanı istiyorum.

Charlie yaşlandı, geraldine. Charlie artık çok yaşlandı. Sen, er ya da geç, beyaz elbiseler yerine siyahlar giyip mezarıma geleceksin. Şimdi seni üzmek istemiyorum ama arada bir aynaya bak. Aynada beni göreceksin. Damarlarında benim kanım dolaşıyor. İstiyorum ki, benim damarlarımdaki kan artık akmaz olduğunda, baban charlie’yi unutma! ben bir melek değildim, ama her zaman insan olmak için çaba harcadım. Sen de öyle yap…

Seni öpüyorum geraldine.

Charlie —

Yayınlayan :İlknur Kıyak

13 Aralık 2013 Cuma

EVLER BEHÇET NECATİGİL




 Behçet Nacatigil 'e saygı ve özlemle ...

EVLER
 İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar. 
İrili ufaklı, birbirinden farklı, 
Ahşap evler, kagir evler yaptılar. 

Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu, 
Evlerin içi devir devir değişti 
Evlerin dışı pencere, duvar. 

Vurulmuş vurgunların yücelttiği evlerde 
Kalbi kara insanlar oturdu. 
Gündelik korkuların çökerttiği evlerde 
O fıkara insanlar oturdu. 

Evlerin çoğu eskidi gitti, tamir edilemedi, 
Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi. 
Kimi hayata doymuş göründü, 
Bazılara zamana uydular. 
Evlerin içi oda oda üzüntü, 
Evlerin dışı pencere, duvar. 

Evlerde saadetler sabunlar gibi köpürdü: 
Eve geldi bir tane, nar gibi, 
Arttı, eksilmedi. 
Evleri felaketler taunlar gibi süpürdü. 
Kaderden eski fırtınalar gibi, 
Ardı kesilmedi. 

Evlerin çoğunda dirlik düzen 
Kalan bir hatıra oldu geçmişte. 
Gönül almak, hatır saymak arama. 
Evlatlar aileye asi işte, 
Bir çığ ki kopmuş gider, üzüntüden. 
Evlerde nice nice cinayetler işlendi, 
Ruhu bile duymadı insanların. 
Dört duvar arasında aile sırları, 
Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın, 
Gözyaşlarıyla beslendi. 

Çocuklar, büyük adam yerine evlerin kiminde: 
Çocukları işe koştu kalabalık aileler. 
Okul çağının kadersiz yavruları, 
Ufacık avuçlardan akşamları akan ter, 
Tuz yerine geçti evlerin yemeğinde. 

İnananların kaderi besbelli evlere bağlı, 
Zengin evler fakirlere çok yüksekten baktılar, 
Kendi seviyesinde evler kız verdi, kız aldı. 
Bazıları özlediler daha yüksek hayatı, 
Çırpındılar daha üste çıkmaya 
Evler bırakmadı. 

Yeni yeni tüterken ocakların dumanı 
Kadın en büyük kuvvet erkeğin işinde 
Erkekleri kaçtı, kadınları kaçtı 
Evler dilsiz şikayet kaçmışların peşinde. 

Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı, 
Kulübeler, evler, hanlar, apartmanlar 
Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı 
Ama size hiçbir hisse ayrılmadı 
Duvar dipleri, yangın yerleri halkı, 
Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar. 


Yazar : BEHÇET NECATİGİL

Fotograf:Arzu Sarıyer

10 Kasım 2013 Pazar

Atatürk ve... Onu Ağlatan Arya: Tosca



Prof. Dr. Necdet Remzi Atak anlatiyor:


“Atatürk’ün çok duygulu olduğu bir akşamdı. Bir şeye içlenmiş olduğu belliydi. Tosca Operası’ndan Cavaradossi’nin ünlü aryasını çok severdi ve bana birçok kez çaldırmıştı. O gece de biliyordum ki sıra Tosca’ya da gelecek. ‘Hatta bir yanlış yapmayım’ diye aryanın notalarını bile yazmıştım ve cebimde hazır bulunduruyordum. Nihayet bana döndü ‘Çal bakalım şu Tosca’yı’ dedi. Ben notayı çıkarttım. ‘Hayır hayır öyle değil. Notayı bırak notasız çal.’ 

Notayı bıraktım gözlerimi kapadım konsantre oldum başladım çalmaya. Henüz bir iki nota çalmıştım ki ‘Hayır olmadıbana dön bana çal. Benim gözlerime bak öyle çal’ dedi.

Masada oturuyordu. O’na döndüm ve çalmaya başladım. ‘Gene olmadı bana daha yaklaş’ dedi. Yaklaştım çok yaklaştım. Belliydi ki çok uzak bir anısının içine gömülmek istiyor ve içinden çok eski zamanlara ait birşeyler taşıyor fışkırıyorfışkırıyordu. İçinde kopan fırtınayı dindiremiyordu bir türlü... Sonunda ‘Kemanın sapını omuzuma dayayacaksın ve öyle çalacaksın’ dedi. 

“Bir an için gözünüzün önüne getirin; tarihimizde yaşamış yaşayacak en büyük Türk bir sanatçıya ‘Kemanının sapını omuzuma daya ve o şekilde en sevdiğim melodiyi çal’ diyor. Ben de ibadet eder gibi huşu içinde Cavaradossi’nin aryasını çalmaya başladım. Atatürk gözleri kapalı biraz madeni ahenkli biraz kısık çok tatlı çok anlamlı sesiyle melodiyi söylerken gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. Aryayı belki onbeş kez tekrarladım.”

Prof. Dr. Remzi Atak’ın anlattığı bu anıdan da anlaşıldığı gibi Atatürk’ün en sevdiği yapıtların başında “Tosca” gelirdi.

Atatürk’ün kurduğu küçük orkestranın şefliğini yapmış olan müzisyen Enver Kapelman Atatürk’ün bu yapıta düşkünlüğünü şöyle açıklıyor: 

“Mustafa Kemal Sofya’da askeri ataşe olarak bulunduğu sırada devamlı operaya giderdi. O sırada Tosca’da oynayan sopranoya hayrandı. Aradan geçen yıllar bu sevgiyi O’na unutturamamıştı. Akşamları O’na defalarca Tosca’dan parçalar çalardım.”

Tosca’nın aryasıyla ilgili Veli Laik’in de başından geçen ilginç bir anı var:

“Viyana’da kurduğumuz bir hafif müzik orkestrasıyla bir süre Avusturya’da çalıştıktan sonra aldığımız bir teklif üzerine İstanbul’a gelmiştik. Beş kişiydik.Rosenbaum (keman) Masarik (viyolonsel ve saksafon) Marcel Bi (piyano) Poldi (bateri) ve ben. Orkestramız 1933-37 yılları arasında Atatürk’ün emrindeydi. Sürekli olarak Park Otel’de çalışırdık ama Atatürk her gittiği yere bizi götürürdü.

“1935 yılında Sıraselviler’deki Ateş Kulübü’nde Atatürk’ün yakını olan bir paşanın kızı evleniyordu. Düğüne Atatürk de onur vermişti. Törenin açılış dansını gelinle kendisi yapmak istemiş ama kulübün orkestrasını beğenmemiş. Bizi çağırttı. Acele Ateş Kulübü’ne gittik. Atatürk’ün çok sevdiği S.O.E. (Ich suche dringend Liebe) fokstrotunu çalmaya başladık ve Atatürk gelin hanımla açılış dansını yaptı.

“Bir ara Atatürk bazı yakınlarıyla beraber ayrı bir odaya çekildi. Orada da müzik çalınsın istemiş. Oda küçük olduğu için Masarik ile ben gittik. Bir süre çaldıktan sonra Atatürk arkadaşlarına ‘Size müzisyenlerin gücünü göstermek istiyorum’ dedi. 

“Nota kağıdı getirtti Masarik’e uzattı ‘Söyleyeceğim şarkıyı yaz’ dedi ve Tosca’nın büyük aryasını söylemeye başladı. 

Masarik nota yazmasını pek bilmezdi. Bana baktı. Ben de ona Almanca ‘Bir şeyler yaz’ dedim. Atatürk aryayı söylüyorMasarik yazıyordu. Arya bitti ama Masarik’in yazdığı notanın parça ile hiç ilgisi yoktu. Atatürk notayı aldı arkadaşlarına gösterdi ve her zaman müzisyenlere hayranlık duyduğunu söyleyerek bizi onurlandırdı. Sonra notayı Masarik’e uzattı ve ‘Şimdi bunu çalın’ dedi. Biz aryayı notaya bakar gibi yapıp ezbere çaldık. Uzunca bir süre sonra Atatürk büyük salona çıktı. Biraz oturduktan sonra Masarik’in yazdığı notayı istedi hemen getirip kendisine verdiler. O da yaverini çağırıp ‘Bunu kulübün orkestrasına ver çalsınlar’ dedi. 

Masarik ile ben Atatürk’ün masasında oturuyorduk. Ne yapacağımızı şaşırdık. Yavaşça ayağa kalktım orkestranın kemancısına yaklaştım ve meseleyi söyledim. Orkestra elemanları nota kağıdına bakıp inceler gibi yaptılar ve ezbere bildikleri aryayı çalmaya başladılar. Ben sevinçten yerimde duramıyordum. Çok güç bir durumdan kurtulmuştuk. Yavaş adımlarla yerimi almak üzere masaya döndüm. Tam oturacağım sırada Atatürk bana döndü ve ‘Olduğun yerde biraz dur’ dedi.

Sonra yaverini çağırttı kulağına bir şeyler söyledi. Yaver büfeye gitti ve elinde bir bardakla döndü. Bardağı bana uzattı. Bir viski bardağına ağzına kadar rakı doldurmuşlardı. Atatürk ‘Bir yudumda iç’ dedi. Yapılan sahtekârlığı daha başında anlamıştı ve beni cezalandırıyordu. İçkiye hiç dayanıklı değilimdir. Rakıyı bir yudumda içtim. Yan odalardan birine koştum kanepeye uzandım. Bayılmışım.”

Atatürk yalnızca Tosca Operası’nı ya da Klasik Batı Müziği’ni değil müziğin her türünü seviyordu. Hiçbir ayırım yapmadan müziğin bizzat kendini çok seviyordu ve insan yaşamında müziğin çok önemli bir yeri olduğuna inanıyordu. 14 Ekim 1925’te İzmir Kız Öğretmen Okulu’nu ziyareti sırasında öğrencilerin “Hayatta müzik gerekli midir?” sorusuna verdiği şu yanıt bugün de aynı etkinliğini korumaktadır:

“Hayatta müzik gerekli değildir çünkü hayat müziktir. Müzikle ilişkisi olmayan canlılar insan değildir. Eğer söz konusu olan insan hayatı ise müzik mutlaka vardır. Müziksiz hayat zaten var olamaz. Müzik hayatın neşesi ruhu sevinci ve herşeyidir. Yalnız müziğin şekli düşünceye göre değişir.”


Yücel Aksoy -Bütün Dünya Dergisi




MUSTAFA KEMAL'İ DÜŞÜNÜYORUM...



MUSTAFA KEMAL'İ DÜŞÜNÜYORUM...
Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Yeleleri alevden al bir ata binmiş
Aşıyor yüce dağları, engin denizleri.
Altın saçları dalgalanıyor rüzgarda,
Işıl ışıl yanıyor mavi gözleri.

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Yanmış, yıkılmış savaş meydanlarında
Destanlar yaratıyorlar cihanın görmediği
Arkasından dağ dağ ordular geliyor
Her askeri Mustafa Kemal'i gibi

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Gelmiş geçmiş kahramanlara bedel
Hükmediyor uçsuz bucaksız göklere.
Al bir ata binmiş yalın kılıç
Koşuyor zaferden zafere...

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Ölmemiş bir kasım sabahı
Yine bizimle beraber her yerde
Yaşıyor dört köşesinde vatanın,
Yaşıyor damar damar yüreklerde.

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Altın saçları dalgalanıyor rüzgarda;
Mavi gözleri ışıl ışıl, görüyorum.
Uykularıma giriyor her gece.
Ellerinden öpüyorum...


Ümit Yaşar OĞUZCAN

30 Ekim 2013 Çarşamba

“CUMHURİYET BAYRAMI NEDİR?


“CUMHURİYET BAYRAMI NEDİR?
Bunu, bize en iyi özetleyen kişi, Cumhuriyet'in ölümsüz kurucusudur.
Mustafa Kemal, Türkiye'yi yüzyıllardan beri iki büyük kahredici gücün, iki büyük lanetleme gücünün ezdiğini haykırdığı gün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gönderesine ilk Cumhuriyet bayrağını çekmişti.
Bu iki kahredici, lânetleme, baş belâsı güç neydi?
Mustafa Kemal'e göre birisi Emperyalizm, öteki Saltanat'tı.
Emperyalizm neydi?
Batıda, serbest rekabetçi tasını tarağını toparlamış ve iç çatışmalarını, dünya ölçüsünde kangrenleştirmiş olan, tekelci kapitalizmdi.
Saltanat neydi?
Kadim tefeci-bezirgân sermayenin her türlü gelişimi taşlaştırıp dondurakoymuş olan derebeylik biçimiydi.
Bu iki güç birbirileriyle domuz topu olmuştu. Emperyalizmin yeryüzündeki egemenliğini sağlayan yerli avadanlık, geri ve sömürge ülkelerde emperyalizmin teslim aldığı irili ufaklı saltanatlardı.
1919 yılı, yalın savaş kılıcıyla, Kadim Çağ derebeyliği olan emperyalizmin yüzde yüz emrine geçirilmişti. Onun için, Anadolu içlerinde, gâvura karşı kıpırdayan başkaldırma karşısında, ilkin sözde Müslüman olan saltanatı buldu. Emperyalizmin papaz fru’ları, Saltanatın Molla Necmettin’lerini parayla tuttular. Ve Anadolu topraklarına sarıklı-cübbeli kılıklarla, casus ve baltalayıcı olarak gönderdiler. Ege Cephesi’nde Milli Kurtuluş Cephesi’nin ilk kurşunu, Yunanlı’dan önce, sözde mütegallibe hacıağalarına karşı sıkılmak zorunda kalındı.
Cumhuriyet çağına dek Türkiye’de kurtuluş yolları çok arandı ve denendi. Dizginler Saltanatın elinde kaldığı sürece debelene debelene batıldı. Ya Lâle Devri gibi, halkın Saltanat'a düşmanlığıyla devrilen, bir sefahat sofrası kuruldu, ya Tanzimat gibi emperyalizme şirin görünme muskası takınılarak Abdülhamit istibdadına karıldı. Ya da Meşrutiyet’te olduğu gibi Saltanat'ın da altı üstüne getirilip, sömürgeleşme uçurumuna yuvarlanıldı. O «kâr’ı kadim» Saltanat kazanı, emperyalizmin ateşi üstünde kızdırıldıkça, içindeki Türk Milleti diri kaynatılmaktan kurtulamazdı.
Cumhuriyet, Saltanat kazanını devirip, emperyalizmin ateşini Türkiye'de söndürdüğü için bir Milli Kurtuluş yarattı.
Cumhuriyet emperyalizme, yani Cihan finans Kapitalizmine ve Saltanat’a, yani Osmanlı tefeci -bezirgânlığına karşı savaşarak doğdu.
Türkiye'de Cumhuriyet'in anlamını yücelten ve kutsallaştıran, Mustafa Kemal'in hiç hayale kapılmaksızın pek açık belirttiği, o her iki irtica cephesinde, her iki gericilik cephesinde başardığı savaştır.
45 yıldır Türkiye'de neler olup bitti?
Her canlı ya da cansız varlık gibi, toplumumuz da zamanla bir sıra değişikliklere uğradı. Ana çizgisiyle, yani ekonomik temel ve sosyal sınıf yapısı bakımından geçirdiğimiz değişikliklerin anlamı ve yönü ne oldu?
Soruya duruca karşılık bulmak için kendi kendimize bir daha sorabiliriz: Türkiye’de Cumhuriyet, Mustafa Kemal'in ilk olarak gördüğü ve gösterdiği hedefe vardı mı? Daha kabaca söyleyelim: Türkiye’de, Saltanatı kökünden devirip, emperyalizmi kökünden kazıdı mı?
Bu sorulara yuvarlacık bir EVET, yahut HAYIR ile karşılık verecek kadar bozuk metafizik veya skolastik bir düşünce ve davranış olamaz. Cumhuriyetimiz’in gerçekliğinde yatan diyalektik büsbütün beklenmedik, şaşırtıcı gelişmeler gösterdi:
1- SALTANAT'ın tepesi Padişahlık ve Hilâfetti. Saltanatın tabanı derebeyleşmiş tefeci–bezirgânlıktı. Cumhuriyet, tepedeki padişahlığı ve hilâfeti kaldırdı. Tabandaki kadim tefeci-bezirgân hacıağalık ne oldu?
Vaktiyle “irtica” denilen gericilik isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hattâ ayrıcalandı. Yalnız ara sıra tefeciliğe karşı resmi savaşlar açıldı. Yüzde ondan “aşırı” faizler kanunla yasaklandı.
Oysa, politikanın etkileyemediği kanunlar vardı. Türkiye ekonomisinde kadim tefeci-bezirgân sermayenin kökünü ancak genlikli (prosper: Müreffeh) ve hızlı bir modern sanayileşme kazıyabilirdi. Geniş üretim alanımız, toprakta küçük ekici, sanayide esnaf eliyle yürütüldükçe kaçınılmaz sonuç belliydi. En ufak teşkilatına göz yumulmayan, her kımıldanışı “ağa” ağırlığıyla ile boğulan, binbir devlet vergisi ve banka mükellefiyetleri altında her gün biraz daha ezilen KÜÇÜK ÜRETMENLER tefeci-bezirgân torbasında kekliktiler.
O yüzden en iyi niyetli olsun veya olmasın, bütün resmi yasaklar ister istemez kitapta kaldı. Hayatta kadim tefeci-bezirgân ilişkileri, şehir bankalarından güç alarak bütün hınçları ve uğursuzluklarıyla işlediler. Eski “saltanatlarını” (yeni egemenliklerini) yürüttüler ve git gide büyülttüler.
2- EMPERYALİZM'in tepesi -o günler- Yunan Kıralı ile Türk Padişahı’nın gölgelerine çöreklenmiş: İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan ve ilh... emperyalist silâhlı güçleriydi. Emperyalizmin Türkiye içindeki tabanı: yabancı komprador sermaye, yâni bankalar ve şirketlerle onların acenteleriydi.
Mehmetçik, Yunan Ordusu’nu baskına uğratınca Yunan Kıralı’nı, maymun ısırdı, Türk Padişahı’nın kavuğu devrildi. Emperyalist silahlı güçler paratonersiz kaldılar. Ana yurtlarındaki grevlerde, halk hareketlerinde Sovyet İhtilali’ni bastırmaya vakit bulamayan emperyalizmin silâhlı güçlerini de şeytan aldı götürdü.
Tabandaki modern yabancı şirketlerle acenteler ne oldular?
Düyunu Umumiye alacaklıları “Şark isyanlarını” ve şirketler “Gazi’ye suikastları” kışkırttıkça, yerli–yabancı firmalar devletleştirildi. Çoğunluğu Rum, Ermeni, Yahudi olan komprador burjuvazi “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla sindirildi. Sermayeci tıkırına baktıkça okşanmaktan da öteye şımartıldı ve varsa yoksa biricik devlet gözdesi yapıldı.
Bunun üzerine pek imrendiğimiz özel sermaye külahları silâhları değiştirip yerli milli şirketler kılığında “adanmış toprağına” kavuştu. Uluslararası finans kapital bütünlüğü içinde bir öz ve özel parça oldu, Türkler “Medenî Kıyafet” takınıp “Avrupalılaştılar”. Batılı kodaman turistler ve vaktiyle Türk'e tepeden bakan kompradorlar da “Türkleştiler”.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki “Cemiyeti Akvam” (Uluslar Derneği) adını alan kozmopolitlik eğilimi, İkinci Dünya Savaşı'ndaki «Birleşmiş Milletler» biçimine doğru gelmişti. NATO, CENTO, Pentagon kemerlerini can kurtaran simitleri gibi kuşandık.
Cumhuriyet’in başlıca “hikmeti vücudu”: Birincisi, Saltanatı (Türkçe’si: DOĞU GERİCİLİĞİNİ); İkincisi Emperyalizmi (Türkçe’si: BATI GERİCİLİĞİNİ) yok etmekti. 1919-29 arası Türkiye'de, kadim doğu gericiliğinin kavuğu olan saltanat devrildi. O kavuğun örttüğü asıl doğu gericiliğinin başı: tefeci-bezirgânlık dımdızlak parladı kaldı. O yüzden eski “irtica”, yeni, “gericilik”: budanmış ağaç gibi, her zamankinden daha zor kötekli ve daha gürbüz olarak, dört bucağımıza dal budak saldı.
1919-29 arası, Türkiye'de modern batı gericiliğinin şapkası olan emperyalizm, silâhlı kuvvet biçimiyle önce kapıdan kovuldu. O şapkayı taşıyan eskimiş ve tutar yeri kalmamış komprador burjuvazi saf dışı edildi Emperyalizm şapkasını yerli millî şirketler başlarına geçirdiler. Kapıdan kovulan yabancı sermaye: “Batıcı Demokrasi” ve “dış yardım” adı verilen Truva’nın Atı’yla yurdumuza bacadan girdi. Bir de baktık, 1923 yılı finans kapital şeytanının alıp götürdüğü yabancı silâhlı güçleri, aynı şeytan satamayıp geri getirdi. Ve yüzlerce üs'te yuvalandırdı.
O nedenlerle, kırk yıllık ara geçmeden: Birinci Kuvayı Milliyecilik’ten sonra bir İkinci Kuvayı Milliyecilik gerekti.
1919-29 yılları Birinci Milli Demokratik Devrim sosyal bir kümeye: “komprador burjuvaziye” karşı gerçekleşti. Ancak, kompradorların yerine, Türkiye’de, genlikli ve ilerici bir sanayi burjuvazisi geçemedi. “Eşsiz-Örneksiz” Devletçiliğimiz sayesinde: tebdil gezen en eski kompradorlar, en kodaman, kadîm tefeci- bezirgânlar ve en kodaman büyük toprak emlâk ağaları bankalar kubbesi altında harman edildi; hepsinden, son sistem “her mahallede bir milyoner” parolalı yerli millî FİNANS KAPİTAL OLİGARŞİSİ yaratıldı.
1959-69 yılları İkinci Milli Demokratik Devrim, 27 Mayıs’ın ışığı altında çimçiğ aydınlandı.
Burada, nükleer başlıklı Amerikan üslerine sırtlarını dayamış bulunan finans kapital oligarşisi, Mustafa Kemal'in «EMPERYALİZM» dediği BATI GERİCİLİĞİ'dir.
Burada köylerimizi inlete inlete sömürdükçe biti kanlanan tefeci hacıağalık, Mustafa Kemal'in «SALTANAT» dediği DOĞU GERİCİLİĞİ’dir.
Her iki gericilik de, 48 yıl önce Kuvayı Milliyeci atalarımızın savaş açtıkları aynı iki başlı ejderhanın bugünkü gelişimidir, iki kahredici, iki lânet olası büyük baş belâmızdır.
Birinci Kuvayı Milliyecilik: SİLÂHLI, askercil, sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.
İkinci Kuvayı Milliyecilik’te, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birinci Kuvayı Milliyeciliğin devrimci, kutsal Mustafa Kemal gelenekli CUMHURİYET BAYRAĞI başımızdadır.”

Dr. Hikmet KIVILCIMLI, 29 Ekim 1968

Alper Akçam Notları

21 Ekim 2013 Pazartesi

AHMET TANER KIŞLALI

 21 Ekim 1999 14 yıldır özlemle arıyoruz ,anıyoruz...SAYGI İLE...
İki "insan"ın yaşamöyküsü....
Nilgün Kışlalı "Türk" dedi...
Ahmet Taner Kışlalı "Atatürk" dedi.
Bir Türk'ün ölümü...
İki Türk'ün ölümü...
Türklerin ölümü....
Ölüyorlar, öldürüyorlar, "Türk" dedikçe, "Atatürk" dedikçe...
Ve "Ölen ölür, kalan sağlar bizdendir" diyenler ürüyor...
Olsun...
Bu kitap, Kışlalı'ların geride bıraktıkları sevginin, doğallığın, insanlığın ve umudun izlerini yansıtıyor.
SITKI ULUÇ (Ahmet Taner Kışlalı'nın damadı)

Not: Bu kitap :Çıktığını duyduktan sonra beş yıl heryerde ardadığım bir kitap.Umudumu yitirmek üzere iken hiç ummadığım bir yerde ;İzmir Ankara karayolu üzerinde bir dinlenme tesislerindeki bir sergide buldum.En değerli kitaplarım arasındadır ,hayranım" İki Türk"'e...
Arzu Sarıyer

18 Ekim 2013 Cuma

Oktay Ekinci yasası... KENTLER YETİM, DOĞA VE ÇEVRE ÖKSÜZ ZEYNEP ORAL

   14 Ekim 2013 Sonsuzluktasınız....


Oktay Ekinci yasası...

KENTLER YETİM, DOĞA VE ÇEVRE ÖKSÜZ
Sevgili Oktay Ekinci, iki gündür senden çok, sensiz kalan kentler için, sensiz kalan çevre için, sensiz kalan doğa için, sensiz kalan bizler için ağlıyoruz. 61 yaş, “gitmek” için çok erken. Ama sensiz bıraktıklarını düşününce senin gidişin erkenden de erken…
Haber bana Trakya’nın ücra bir köşesinde ulaştığında ilk aklıma gelen kimlerin artık biraz daha rahat edeceğiydi:
Rant ve çıkar uğruna anayasayı çiğneyenler… Torba yasalara sığınanlar… Kıyılardaki 50 m’lik yapı yasağını 10 m. gibi komik bir mesafeye indirenler… Kıyıya sıfır yapılaşmaya izin verenler… Ormanları imara açanlar… Eski eserlere çanak çömlek diyenler… Koruma yasalarını yok sayanlar… Kültür sözcüğünden nefret edenler.. vb.
Anadolu’yu, Türkiye’yi kucaklamak
Şu son on yıldır Cumhuriyet’te komşun olmak bana ne büyük bir kıvanç ve sevinç nedeniydi, bilemezsin. Hem kültür sayfasında perşembe günleri yazılarımız komşuydu, hem de gazetenin yazarlar odasında masalarımız komşuydu. Türkiye’nin her yöresindeki kentleri, kasabaları, köyleri; Anadolu’nun her doğa harikasını ve her sorununu; çevre için verilen her amansız mücadeleyi o masanın çevresindeki raflara taşımıştın. Senden yana bakmak, seninle sohbet demek, Türkiye’yi, Anadolu’yu kucaklamak demekti.
Sen mimar gazeteci ya da gazeteci mimar; ben mimariye âşık gazeteci; Cumhuriyet’e gelmeden önce de senden ve yazılarından ne çok şey öğrenmiştim… 30 küsur yıl çalıştığım gazeteden kovulduktan sonra geldiğim Cumhuriyet’te, beni “evimde” hissettiren ilk yazarlardan biriydin. Şehircilik bilincimi bileyen, Türkiye’nin her köşesinde uzmanlık alanım olmayan konularda bile, “sanatsal kültürel bakışı” dile getirmem için konuşmaya kışkırtan sendin. Biraz nazlanacak olsam, “Anadolu’ya borcumuz var”ı anımsatan yine sendin. 
Yürürlükteki yağma yasaları
Sevgili Oktay, salt mimari, şehircilik, çevrecilik, korumacılık değildi meselen… Yaşama bakışındaki, hayatı ve dünyayı kucaklayışındaki değer ölçüleriydi seni sen yapan. Yürürlükteki yağma yasalarına karşı da senin Oktay Ekinci yasaların vardı.
Ve seni sen yapan yasaların başında Cumhuriyet ilkeleri vardı: Atatürksevgisi, aydınlanma, çağdaşlaşma tutkusu, laiklik gibi ilkeler… Dürüstlük vardı. Çalışma tutkusu vardı. Yararlı olma tutkusu vardı. Dostlara kucak açma dürtüsü vardı. Toplumcuydun. Emeğe saygın sonsuzdu.
Hiç unutmuyorum: 12 Eylül 2013 tarihli Cumhuriyet’te yazdığın yazıyı. Faşist darbenin yıldönümüydü. Ve sen bu sayfadan haykırıyordun:
“Günümüzün yürürlükteki yağma yasaları 12 Eylül 1980 faşist darbesinin ürünüdür” diyordun.
Diyordun ki: 12 Eylül’ün “temel gerekçesi”, sermayenin tam egemenliğini ve sınırsız emek sömürüsünü hedefleyen 24 Ocak -ekonomik- kararları 1961 Anayasası’nın demokratik ve özgürlükçü özüyle çelişince, “baskı ve sömürüye uygun bir rejimin” getirilmesiydi…
Örnekler veriyordun: “Turizmi Teşvik Yasası”… Döviz gelirini çoğaltmak adına, yapılaşma haklarının “bakanlık onayı ile değiştirilmesi… “Emlak gelirini artırma”nın özellikle son 10 yılda hukuksal dayanak olması… Özelleştirme İdaresi’nin pazarladığı kamu arazilerinde, hem satışı çekici kılmak, hem de daha çok para kazandıracak imar değişikliklerini doğrudan Öİ’nin yapması… TOKİ’nin özel yasayla imar yetkilerini eline alarak, yine kendisine ortak kıldığı şirketlere “emlak gelirini yükseltecek” yüksek yapı yoğunluğu hakkı tanıması…
Ve şöyle haykırıyordun: 12 Eylül’ün “yerel yönetimleri devre dışı bırakarak hükümet planlarıyla uygulama yapmak” ilkesi, 30 yıl sonra da aynen geçerli…
Öyledir sevgili Oktay, bakma “12 Eylül’ü yargılıyoruz” palavralarına, işlerine geldi mi, darbe yasalarına bayılırlar! Şimdi sen de gittin, korkarım ki, işleri daha da kolaylaşacak!
Canım arkadaşım, hastanede güzel manzaralı odaya geçtiğinde: “Biliyor musunuz, bu manzaranın bozulmaması için ben bir ömür verdim” demişsin… Bir ömür bundan daha güzel nasıl özetlenebilir ki! Işıklar içinde uyu…


 ZEYNEP ORAL
18 Ekim 2013 - Cumhuriyet

3 Ekim 2013 Perşembe

Turgut Özakman'ın Emaneti…Zeynep Oral



Turgut Özakman'ın Emaneti…

Filozof şairimiz Cemal Süreya söylemişti: “Her ölüm erken ölümdür” diye…
“Turgut Özakman aramızdan ayrıldı” haberini aldığım an, içime koca bir “Ah”yerleşti ve işte asıl bu, erken ölüm diye mırıldandım! Oysa Turgut Özakman’n 83 yaşında olduğunu, rahatsızlığını ve dolu dolu yaşamış olduğunu biliyordum. Ama bence yine de erkendi, çünkü daha yapmak istediği çok şey, yazmak istediği çok eser vardı. Ama ne mutlu bize ki, hayatı boyunca çalışmaktan, üretmekten geri kalmadı ve bize muhteşem bir hazine kazandırdı! Artık o hazine, bizlere emanet!
Oyun yazarlığından ‘Çılgın Türkler’e...
Turgut Özakman’ı ben önce oyun yazarı olarak tanıdım ve sevdim. Yazdığı oyunlarla tiyatromuzun temel taşlarından biri olmuştu. Oyun yazmaya 16 yaşındayken başlamış ve yıllar içinde tiyatronun her türünde eser vermişti.“Ocak”, “Duvarların Ötesi”, “Paramparça”, “Sarıpınar 1914”, “Fehim Paşa Konağı”, “Resimli Osmanlı Tarihi” başta olmak üzere, sayısız oyunu, hem profesyonel tiyatrolarca hem de amatör ve okul tiyatrolarının repertuvarından düşmez oldu.
Oyunların yanı sıra roman, senaryo ve meslek kitaplarını da yazmayı sürdürdü Turgut Özakman. Hangi türde eser verirse versin, bunların ortak yanları vardı: En başta özgün ve temiz Türkçe kullanması. Gösterişten uzak, (tıpkı kendi gibi) sahici ve yalın, duru bir dil. Sonra çok ayrıntılı gözlem gücü. Özenli seçim yapması. Müthiş akıcı ve akılcı diyaloglar. Ustalıklı dramatik kurgu. Eleştiriyi üstünlük taslamadan yapması. Mizahı, ince güldürüyü, düşündürücü kılması… Özetle tıpkı kendi gibiydi yazıları da... Alçakgönüllü, söyleyeceğini sessizce ama en etkili biçimde söyleyen bir yazardı…
Sonra, sonra Türkiye, Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” kitabıyla sarsıldı. Yüzlerce baskı, inanılmaz satış rakamları ve okur sayısı… Kitap rekordan rekora koşuyordu. Ardından “Diriliş-Çanakkale 1915”, “Cumhuriyet-Türk Mucizesi…” Çok kimse şaştı bu popülariteye. Oysa şaşılacak bir şey yoktu. Sonsuz bilgisine ve birikimine, şu yukarıda saydığım tüm özellikleri katmıştı Turgut Özakman… Bir de… bir de…
Ne çok özlemiştik
Bir de, bir de… Nasıl söylesem ki:
Ah son on yıldır Mustafa Kemal Atatürk’e ve silah arkadaşlarına yapılan hakaretler, yok saymalar, küçümsemeler… Kurtuluş savaşı destanının küçümsenmesi… Cumhuriyet mücadelesinin yok sayılması… Cumhuriyeti, kötülüklerin kaynağı olarak gösterirken Osmanlı’ya özenmeler…
Söylenen bir yalan, bin kez tekrarlanınca herkes inanır sanılıyordu. Oysa bu doğru değildi. Ama yine de gerçeği öyle çok, öyle çok özlüyorduk ki! Kışkırtmalardan, yalanlardan ve kavgalardan bıkmıştık. Sevgiyi özlemiştik, saygıyı özlemiştik.
İşte bu koşullarda ve ortamda usta bir yazar, belgelere dayanarak bize tüm ayrıntılarıyla bir mucizeyi, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Mucizesini anlatıyordu. Bir ulusun yoktan var oluşunu anlatıyordu. Bağımsızlık mücadelesini ama aynı zamanda yüzlerce, binlerce kadının, erkeğin, çocuğun, yaşlının hayatını anlatıyordu. İnsanı insan yapan değerleri, insanlık onurunu anlatıyordu. Hem de gerçeğini, özünü! Ne çok, ne çok özlemiştik!
Turgut Özakman bize o çılgın Türklerin gerçekleştirdiği mucizeyi yeniden anımsattı. Işık içinde uyusun…
3 Ekim 2013 - Cumhuriyet

29 Eylül 2013 Pazar

Tuncel Kurtiz: Biraz Şaman, Biraz Bedreddin, Çokça Bilge…Zeynep Oral

Tuncel Kurtiz: Biraz Şaman, Biraz Bedreddin, Çokça Bilge…

Sevgili Tuncel senin yüzün, senin sesin dizi furyasından çoook önce sarmıştı aklımı ve yüreğimi.
Yılmaz Güney’in “Umut” filminde: Hani Cabbar’ın (Yılmaz Güney’in) faytonuna atlayıp bir yandan sigara sararken bir yandan da para üzerine, varsıllık ve yoksulluk üzerine konuşan Hasan…
Tunç Okan’ın “Otobüs” filminde, İsveç’e kaçak işçi olarak gitmeye çalışan köylülerden biri… Çaresizliği, şaşkınlığı, olanaksızlığı ve yeryüzünün tüm çelişkilerini susarak anlatan yüzün…
Zeki Öktem’in, senaryosu Yılmaz Güney’e ait “Sürü” filminin aşiret Ağası Kürt Beyi Hano ile büyüledin beni. O yaşlı, acımasız, zalim, sert Hano Ağa’nın kentin karmaşasında ve kaosunda oğlunun adını haykırarak “Şivan”, “Şivan”diye koşuşu; sadece oğlunu değil, daha pek çok şeyini ve sesini yitirişini… 70’li yıllara damgasını vuran filmler.
Daha önce, ilk gençliğimin tiyatro sahnelerinden geçip gelmiştin: Tertemiz bir Türkçeyle, kendine özgü dolu dolu konuşma biçimin… (Dormen Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu, İstanbul Şehir Tiyatrosu, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, Münir Özkul Tiyatrosu, Kent Oyuncuları Gen Ar Tiyatrosu, Halk Oyuncuları)
Oyunculuğunu böylesi geliştirmen, böylesi inanılır ve sahici kılmanın gerisinde şunlar vardı:
Dünya görüşün… Öğrenme tutkun… Edebiyatla haşır neşir olman… Olağanüstü gözlem yeteneğin… Birbirinden çok farklı ustalarla çalışman… Araştırmacı kişiliğin… Kendini hep yenilemen… Sürekliliği kovalaman…
Ağzına batan çiviler
1971 Mayıs’ında Cannes Film Festivali sonrasında İsviçre, Almanya, İsveç ve Fransa sana tiyatro kapılarını açtı… Türkiye 12 Eylül darbesine hazırlanırken sen uluslararası çapta bir sanatçıydın. (Göteborg Şehir Tiyatrosu, Stockholm Kraliyet Tiyatrosu, İsveç Devlet Tiyatrosu, Berlin Schaubühne Tiyatrosu, Frankfurt Şehir Tiyatrosu, Peter Brook C.İ.T.T Tiyatrosu, Shakespeare Kraliyet Tiyatrosu, Hamburg Şehir Tiyatrosu.)
Sonra, sonra, bana armağan ettiğin o müthiş anılar… Bir ayin niteliğindeki“Mahabharata.” Yeryüzünün en müthiş tiyatro yönetmenlerinden biri Peter Brook’un Hint efsanesinden oluşturduğu oyunu “Mahabharata” dünyayı dolaşıyor. Yıl 1987 Los Angeles turnesi: Dokuz saatlik oyunda en önemli rollerden birindesin. İngilizce oynuyorsun. Muhteşemsin. Oyun sonrası kucaklaşıyoruz. Soluk alır gibi anlatıyorsun. Türkçeye aç kalmışsın, susuz kalmışsın!
“Dil açısından güçlük çekmiyorum. Güçlüğü çeken yüreğim... Yani özlem... Anadilime hasretim... Nâzım hani Ferhat’a söyletir ya: ‘Sen konuştuğum Türkçem gibi güzelsin Şirinim’ diye. İşte bu sözü artık çok iyi biliyorum.”
Ve sonra bir daha beni asla terk etmeyecek tümceyi söylüyorsun:
“Başka dillerde oyun oynarken sanki ağzıma çiviler batıyormuş gibi oluyor.”
Hasret, özlem, ağza batan çiviler...
Ayin gibi, büyü gibi 
Bir başka ayin gecesi: Tiyatroyu, oyunculuğunu nicedir bir ayine dönüştürmüştün. 90’lı yıllar: Nâzım dizeleriyle bize Bedreddin’in sözlerini, eylemini, felsefesini iletiyorsun... Sesinin rengi, sesinin hacmiyle, sesini kullanış biçimiyle, bedeninin devinimiyle iletiyorsun.
Sen Bedreddin’sin; Bedreddin sen…
Seni izlerken Siyah Kalem’in çizgilerini, figürleri, devinimleri görüyorum.
Tibetli ses ustalarını, Şamanları, Zen ustalarını, adlarını bilmediğim tüm zamanların tüm düşünürleri, tüm müzikçileri, tüm dansçılarını toplayıp getiriyorsun güneşin sofrasına…
Ve “En yumuşak, en sert / en tutumlu, en cömert, en seven, / en büyük, en güzel kadın toprak / neredeyse doğuracak / doğuracaktı.”
Bu doğuma, yeryüzünün müthişliğine, oyunculuğunun gücüne tanıklık ediyorum.
Bir adam, sen, Tuncel Kurtiz, kendini sınaya sınaya, ateşte tutuşa tutuşa, yaşına, fizik kurallara meydan okuya okuya, güzelliğe, umuda, insanoğlunun gücüne kanat çırpıyorsun.
Sevgili Tuncel, bir tiyatro neferinden, bir Şaman, bir Bedrettin, bir Bilge Oyuncu, bir has insan yarattın.
Hiç unutmam, grevdeki Tekel işçilerinin yanı başındaydın, onlara destek çıkıyordun. Bir gazetecinin “Yoksa siz hâlâ komünist misiniz?” sorusuna şöyle yanıt vermiştin:
“Başka bir yol var mı yani? Başka bir düşünce, başka bir hissiyat, başka bir felsefe var mı? Dünyayı bir bahçe haline getirebilecek, insanoğlunun insanca yaşamasını, köleliğin kalkmasını, ırkçılığın kalmamasını öneren bir yol var mı? Bir hayal dünyasında yaşıyorum belki ama ona inanıyorum. Bir gün gerçekleşecek.”
Hoşça kal sevgili arkadaşım, gerçek usta!
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet Zeynep Oral
******************************************************
Zeynep Oral, 29 Eylül 2013 günkü Cumhuriyet’te “Esintiler” köşesinde Tuncel Kurtiz’i anlatıyor.

Tuncel Kurtiz, Biraz Şaman, Biraz Bedrettin, Çokça Bilge…” başlıklı yazının sonunu şöyle bitiriyor:

“Hiç unutmam. Grevdeki Tekel işçilerinin yanı başındaydın, onlara destek çıkıyordun. Bir gazetecinin “Yoksa siz hâlâ komünist misiniz?” sorusuna şöyle yanıt vermiştin:

“Başka bir yol var mı yani? Başka bir düşünce, başka bir hissiyat, başka bir felsefe var mı? Dünyayı bir bahçe haline getirebilecek, insanoğlunun insanca yaşamasını, köleliğin kalkmasını, ırkçılığın kalmamasını öneren bir yol var mı? Bir hayal dünyasında yaşıyorum belki ama ona inanıyorum. Bir gün gerçekleşecek.”

Aynı gün, Hürriyet gazetesinin Pazar Eki’nde Ebru Çapa “Tuncel Kurtiz… Veda” başlıklı yazısının sonunda şöyle yazıyor:

“Dümdüz, komünist olduğunu söylüyordu Kurtiz. Tadını çıkara çıkara. “Otosansürüm yok benim. Ben fikrimi söylüyorum. Komünistim diyorum. Umudumu kaybetmem ben. Bir gün insanların dünyayı daha güzel bir yer haline getireceklerine inanıyorum.”
***

Bu nasıl bir ruh halidir ki, bin bir yasaklarla dolu bir ülkede komünist olmanın tadını çıkarıyor! Bunun tadı neresinde? Komünist olmak, yani sınıfsız sömürüsüz bir insanlık geleceğine iman etmek ve bunun için çalışmak, sanat yapmak sana ne servet kazandırır, ne bundan ötürü seni bir yere müdür yaparlar? Kendi haline de bıraksalar gene iyi. Bu yüzden Sürmene açıklarında parçalanıp denize atılmak, ömrünü hapislerde çürütmek, işkencelerden işkence beğenmek, aç bırakılmak, memuriyetten atılmak, tiyatronun taşlanması, yakılması da var. Her taşına, her toprağına, her insanına aşık olduğun ülkenin senin için yaşanmaz bir yer haline getirilip gurbet ellere savrulmak da.  Seni mutlu eden şey, idraki yok edilemeyecek büyük insanlığın gelecekte seni anlayacağı inancı. Geç anlasa, hiç anlamasa da beis yok. İnandığın yolda yürüyorsun…

Büyük sanatçılar ve düşünce adamları çağımızda hep neden bu düşünceyi savunanlar arasından çıkıyor? Nazım Hikmet, neden bir Behçet Kemal Çağlar olmayı reddedip bunca yıl hapishanede yazmayı göze aldı ve Memleketimden İnsan Manzaraları’nı destanlaştırdı? Sabahattin Ali, neden düşünceleri için bunca eziyeti ve ölümü göze aldı? Romancısından, oyuncusundan, bestecisinden, şairinden bir liste yazsak Türk edebiyatının en kalburüstü emekçilerinin listesi haline gelecek: Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Ahmet Arif, Hasan Hüseyin, Ruhi Su, Genco Erkal, Hasan İzzettin Dinamo, Yılmaz Güney, Erkan Yücel, Cemal Süreya, Atilla İlhan daha yüzlerce yetenekli, kendini kanıtlamış sanatçı.

Yurdunu ve halkını, o halkın dilini derin bir kavrayışla sevmeyi, ömrünü emekçilerin davasına adamayı en iyi onlarda gördük. Yaşamaktan tat almalarının nedeni bu olmalı…


Zeki Sarıhan
Odatv.com

22 Eylül 2013 Pazar

TRABZON, NAZIM VE BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU… Prof.Dr.Kemal Kocabaş



TRABZON, NAZIM VE BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU…
Prof.Dr.Kemal Kocabaş

“Marifet hiç ezilmemek bu dünyada/Ama biçimine getirip ezerlerse/Güzel kokmak/Kekik misali/Lavanta çiçeği misali/Fesleğen misali/Itır misali/İsâ misali/Yunus misali/Tonguç misali/Nâzım misali” Bedri Rahmi Eyüboğlu

11 ve 12 Mart 2011 tarihlerinde Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (YKKED) Beşikdüzü Şubemizin bir toplantısı için Trabzon’daydık. Trabzon; tarihsel kimliği, coğrafyası, insanlarının heyecanı ve enerjisiyle önemli bir kent. Toplantı sonrası kentteki Atatürk Köşkü, Maçka yollarında çam ağaçları üzerinde yağan karın ürettiği olağanüstü fotografik güzelliklerle Sümela Manastırı ve Gümüşhane yolu üzerinde karlı bir havada Zigana Geçidine ulaşmak güzeldi. Trabzon; doğayla barışık yerleşim kültürüyle, köylerden aldığı göçle değişen sosyolojik yapısıyla ve enfes mutfak kültürüyle görülmeye değer bir kent. Aydınlanma ve Köy Enstitüleri hareketinin üç önemli adı Sabahattin, Bedri Rahmi ve Mualla Eyüboğlu kardeşlerin memleketinden çoğalmış ve zenginleşmiş olarak döndük.

12 Mart 2011 günü saat 11.00 sularında Trabzon’dan havalandığımızda aşağıda yeşili, mavisi ve denize paralel karlı dağlarıyla olağanüstü bir doğa tablosu sergileniyordu. Gazeteleri karıştırmaya başladım. Hürriyet Gazetesinin eklerinde Sayın Sibel Arna’nın yazdığı Nazım Hikmet-Bedri Rahmi Eyüboğlu dayanışmasını anlatan enfes bir söyleşi karşıma çıktı. Sayın Arna’nın yazısında Trabzon’da dostlarla yaptığımız konuşmalarda en çok adı geçen Eyüboğlu kardeşlerin bir başka yönlerini tanımanın güzellikleri karşımıza çıkmıştı.

Söyleşinin kahramanı Hughette Eyüboğlu idi. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun oğlu Mehmet Eyüboğlu’nun doktor eşi. Aslen Kanadalı. 1955 yılında Mehmet Eyüboğlu ile mektuplaşarak tanışırlar ve 1961 yılında evlenirler. Bir süre ABD’de kalırlar. 1966 yılında ülkeye dönerler ve Bayan Hughette 1991 yılında Cerrahpaşa’dan emekli olur. Ailenin tüm kültürel mirasının sorumluluğu ondadır. Bedri Rahmi’den çok şey öğrendiğini ifade eden Bayan Hughette; Sabahattin Eyüboğlı için “Üniversitem” tanımlamasını yapar. Söyleşide Bayan Hughette, kayınpederi Bedri Rahmi ile Nazım Hikmet arasında çok derin sevgi ve saygı bağları olduğunu ifade ederek söyleşiye başlar. Bayan Hughette 1966 yılında Türkiye’ye genç bir gelin olarak geldiğinde “gizemli bir kasetin” varlığından haberdar olur. Evde en çok konuşulan isim Nazım’dır. Genç gelin özellikle ev dışında Nazım’dan bahsetmemesi için uyarılır. Evdeki gizemli kasetin çok çok değerli olduğu anlatılır. Yasaklı yıllara, ağır yıllara rağmen korunmaya çalışılan bir kaset. Kasetin korunması aktarılarak devam eden bir aile onuru ve mirasa dönüşür. Evde kasetin yeri çok sık değiştirilir. 1971 yılında İsrail Büyükelçisi öldürüldüğünde İstanbul’da cadı avı başlar. Bedri Rahmi Anadolu’da turnededir. Oğlu Mehmet Eyüboğlu’nu arayarak kasedin korunup sahip çıkılması için uyarır. Bayan Hughette o panikle 80 kez kasetin yerini değiştirdiklerini, evlerinin de aranmadığını ifade eder.

Kasette Nazım’ın kendi sesinden yayınlanmamış şiirleri vardır. Nazım 1961 yılında Paris’te 57 şiirini bu kasede okur. Önce Bedri Rahmi şiirini okur. Nâzım Hikmet sorar “Başlayayım mı üstad?” Bedri Rahmi “Başla Reis!” der ve kayıt başlar. Kaset Bedri Rahmi’de kalır. Daha sonraki yıllarda Bedri Rahmi’nin oğlu Mehmet ve gelini Bayan Hughette kaseti günümüze taşır. Kaset arada bir aile meclisinde dinlenir. Kaset yakalanırsa Nazım’a ait olduğu anlaşılmasın diye Bedri Rahmi’nin “Mor” şiiri kaydedilir. Kaset zarar görür, yıpranır endişesiyle sadece Bedri Rahmi’nin giriş şiiri dinlenir. Yıllar sonra önce 1975 yılında Bedri Rahmi ve sonra da Mehmet Eyüboğlu ölür. Kaset ailenin gelini Hughette Eyüboğlu’nda kalmıştır. Bayan Hughette uzun yıllar bu kasetin korunması ve saklanması görevini yapar. 2-3 ay önce bu gizemin kalkması gerektiğine inanır ve İş Bankası Kültür Yayınlarına başvurur. Bedri Rahmi’nin de editörlüğünü yapan Ruken Hanım, makaralı teyplerde kaseti dinler. Kaseti götürür ve kaset bir stüdyoda CD’ye aktarılır. Bayan Hughette, kasetlerin korunmasında, bozulmamasında ışık ve sıcaklığın önemini ifade ederek 50 yıldır korunan kasetin seslerinin tertemiz günümüze taşındığını ifade eder. Saklanan, gizlenen, korunan kaset şimdi “Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden Şiirler” adıyla CD ile birlikte yayımlanır. Bayan Hughette görevini yapmıştır.

CD; Bedri Rahmi’nin “Yeşilden mordan pembeden” şiiriyle başlıyor. Sonra soluksuz okunan 56 Nazım şiiri ve kısa ara ile okunan “Bir Garip Yolculuk” şiiriyle bitiyor. CD’de hiç yayınlanmamış “Bütün Yolculuk Boyunca Hasret Ayrılmadı Benden” şiiri ile daha önce yalnızca Rusça yayımlanan “Bir Ucu Bir Kuyuda Kaybolan Rüzgarlı Bir Şoşede” adlı şiirler yer alıyor.
Söyleşide Bayan Huhhette; Sabahattin Eyüboğlu ve Bedri Rahmi Eyüboğlu kültürel mirasının edebiyat bölümünün başında olduğunu ifade ederek arşivle kimsenin ilgilenmediğini, bundan üzüntü duyduğunu, tez için kapısını çalan üniversite öğrencisinin olmadığını acıyla ifade eder. Kapısının herkese açık olduğunu ifade ederek “Biz Karadenizliyiz, kervanlar gelsin geçsin istiyoruz” der.

Sayın Sibel Arna’nın kaleme aldığı söyleşiyi okuduğumda Trabzon uçağı Ankara üzerindeydi ve Ankara beyaz kar örtüsü ile kaplıydı. Söyleşi sonrası olağanüstü bir zenginlik, dinginlik ve insana duyulan inanç ve güven içindeydim. Emeğe, kültüre, sanata ve Nazım’a, Bedri Rahmi’ye bir kez daha saygı duydum.


20 Eylül 2013 Cuma

Ruhi Su - Ben Melamet Hırkasını (haydar)

Saygı ve Özlemle...

Mehmet Ruhi Su, 1912 yılında Van'da doğdu. Memur olarak çalışan babasının tayini ve ataması vesilesiyle Van'a yerleşti ve çocukluğunun büyük bir bölümünü burada geçirdi. Genç yaşlarda babasını ve kısa zaman sonra da annesini kaybetti. Ermeni olduğu ve ailesini 1915 kırımında yitirdiği rivayet edilir. Oğlu Ilgın Ruhi Su, "Babamın 1912'de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek" demiştir.Çocukluğunun geri kalan ve gençlik yıllarını yanlarına verildiği yoksul bir aile ve daha sonra da öksüzler yurdunda geçirdi. Bir ara İstanbul'da askeri okullarda okudu, ancak müzik sevgisi onu yeni arayışlara itti. Adana Öğretmen Okulu'nda okurken, Ankara'ya Müzik Öğretmen Okulu'na (Musiki Muallim Mektebi) girmeyi başardı. 

1942'de Ankara Devlet Konservatuarını`nın Şan bölümünü bitirdi. Aynı yıllarda sırasıyla Ankara Cebeci İkinci Ortaokulu`nda sonra Hasanoğlan Köy Enstitüsü`nde müzik öğretmenliği yaptı. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na seçildi, konservatuvarın opera bölümünde de okudu ve daha sonra da Devlet Operası'nda çalıştı. Devlet Operası sanatçısı olarak, Bastien Bastienne, Satılmış Nişanlı, Madame Butterfly, Fidelio, Tosca, Yarasa, Aşk iksiri, Rigoletto, Figaro'nun Düğünü, Maskeli Balo ve Konsolos gibi operalarda rol aldı. Türk Opera Sanatı'nın temelinde Ruhi Su'nun da katkısı büyüktür.

Ankara Radyosu'nda onbeş günde bir yayınlanan türkü programları düzenledi; Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi`nde büyük bir koro oluşturdu.Aldığı klasik batı müziği eğitimi , ömrü boyunca kendini adadığı türkülerin yorum ve icrasına yaklaşımının kurumsal temelini oluşturdu.
Ruhi Su, sosyalist dünya görüşü nedeniyle 1952-1957 yılları arasında 1951 TKP tevkifatı dolayısı ile hapis yattı. 1960'ta İstanbul'da Taksim Belediye Gazinosu'nda sahneye çıkan Ruhi Su, bir yandan da halk türkülerini kaydedip, arşivleme görevini üstlendi. Bu arada radyoda da 'Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor' anonsuyla sunulan bir radyo programı yaptı. Bu programlardan birinde söylediği "Serdari Halimiz Böyle N'olacak? Kısa çöp uzundan hakkın alacak" türküsü nedeniyle radyodaki işine son verildi.

Söylediği türkülerdeki siyasi vurgular yüzünden aleyhinde kampanyalar başlatılan ve işini kaybeden sanatçı, türküleri derleyip, yeniden yorumlama işine kendi başına devam etti. 1975'te Dostlar Korosu’nu kurdu. 1978'den sonra ürettiği kasetlerle halk müziğinin, yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundu. Aydınlara türkü dinlemeyi öğreten kişi olarak da bilinir.
1978 yılında romatizma şikayeti ile gittiği hastanede kemik iliği kanseri başlangıcında olduğunu öğrendi. Tedavi için yurtdışına gitmek istedi ama 12 Eylül rejimi izin vermediği için çıkamadı. Evren ve güruhu "gider de gelmezse" diye Ruhi Su'yu tedavi için göndermedi. 1983 senesinde bacaklarında aşırı his kaybı olduğu için hastaneye yatırıldı.17 Eylül 1985 tarihinde eşi Sıdıka Su'ya vasiyetnamesini yazdırdı.20 Eylül 1985 günü derin bir sinir krizi geçirdi. Akşam saatlerine doğru sinir krizi beyin kanamasına dönüştü. Dört saatlik uzun bir uğraşıya rağmen akşam saat 21.09'da hayatını kaybetti. Ölümünden 22 gün sonra cenazesi İstanbul'a götürüldü. Ruhi Su'nun cenaze törenine binlerce kişi katıldı ve cenaze 12 Eylül döneminin ilk büyük kitle gösterisi haline dönüştü. Cenazede gözaltına alınan 163 kişi İstanbul siyasi şubede 15 gün süreyle gözaltında tutuldu.
Kendisi Alevi Deyişlerini okumuş, Pir Sultan'ın, Hatayi'nin ve diğer ozanların deyişlerini yorumlamıştır. Nazım Hikmet'in şiirlerini ilk besteleyenlerdendir. 1957'de hapisteyken söylediği Mahsusmahal adlı türküsüyle ünlendi.
Ruhi Su'nun sesini korumadaki hassasiyeti hakkında pek çok anlatı vardır. Bunlara göre Ruhi Su, sesine zarar vermemek için kuruyemiş ve çamaşır suyundan uzak dururmuş. Sorulduğunda, sesini korumadaki bu hassasiyetinin sanata ve dinleyenlere saygısından kaynaklandığını ifade edermiş.
Ruhi Su, ölümüne kadar 16 tane 45'lik plak, 11 uzunçalar çıkardı. Ölümünden sonra kurulan Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla eşi Sıdıka Su (ö. 18 Ekim 2006) ve oğlu Ilgın Su özel arşivlerdeki ses kayıtlarından yararlanarak plak, kaset ve CD üretimini sürdürdüler. Vakfın merkezi Beyoğlu, İstanbul'dadır.
Sanatçı hakkında Ajans21 tarafından, Ezgili Yurek: Ruhi Su 1995 (24 dk) adında bir belgesel hazırlanmıştır. Bu belgesel Ruhi SU hakkında hazırlanan ilk belgeseldir. Bunun dışında Avusturya Belgeseli ve Ruhi Su Belgeseli (Hilmi Etikan) adlarında iki belgesel film de Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla gösterilmektedir.