BİR İNTİHARIN ANATOMİSİ...
20. yüzyıl Batı edebiyatının en büyüklerinden olan ve özellikle deneme alanında, Montaigne ile başlayan çizgiyi doruklara çıkaran Avusturyalı yazar Stefan Zweig (1881-1942), bundan yetmiş yıl önce, 23 Şubat 1942 tarihinde, Brezilya’nın Petrópolis şehrinde eşi ile birlikte intihar etmişti.
Dünya, İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarındaydı. Ama Zweig, bu cehennemin Nazilerin ve bombaların erişemeyeceği kadar uzağındaydı. Ayrıca çok varlıklıydı. Bu koşullara rağmen hayatına kendi eliyle son vermesi, sonraki yıllarda ‘aşırı karamsar’ ya da ‘zayıf iradeli’ gibi değerlendirmelerle de karşılaştı.
Aslında karamsar olmaması ya da dünyaya ‘iyimser’ bakması için hiçbir neden yoktu. Brezilya’da iken arkadaşı Victor Wittkowski ile yaptığı bir söyleşide şöyle der: “Bir İngiliz şehrine şu kadar bomba yağdırıldığını, Atlantik Okyanusu’nda bir Fransız gemisinin torpillendiğini ve şu kadar yolcu ile battığını okuduktan sonra nasıl çalışabilirim? Artık gazeteleri açamıyorum, çünkü böyle haberleri okuduğumda, böyle sayıların dile getirdiği o dev insani yıkım karşısında ürperiyorum, ve üstelik bu yıkımın daha önce olanların, şimdi de her gün devam edenlerin ancak çok küçük bir yüzdesi olduğunu da biliyorum. Düşünülebilecek en anlamsız yıkımın dünyayı kasıp kavurduğunu, binlerce ve binlerce masum insanın o yıkıma kurban gittiğini bildikten sonra nasıl soluk alabilirim, uyuyabilirim, yemek yiyebilirim ve çalışabilirim? Çünkü yaratmak, bir şeyler inşa etmek demektir, ve şeytani bir yıkımın sürüp gittiğini bildikten sonra, bu bilgi ile eşzamanlı olarak nasıl bir şeyler inşa edebilirim!”
Zweig, arkadaşı Berthold Viertel’e intiharından bir ay kadar önce, yazdığı 30.1.1942 tarihli mektubunda ise, yukarıdaki satırlardan yansıyan karamsarlık ile adeta bir hesaplaşmaya girer: “Artık sadece melankoliye kapılmamak veya delirmemek için çalışıyorum. Bir zamanlar gücümün kaynağını oluşturmuş olan şey şimdi, bu yaşadığım zamanlarda ancak mutsuzluğumun kaynağı olabiliyor: Yani berrak ve uzak görüşlü düşünebilmek, kendime yalan söylememek ve gerek kendimi gerekse başkalarını yanılsamalarla ve boş sözlerle aldatmamak. Bizim kuşağımızın hayatının kaderi artık kesinleşti, olayların akışını etkileyebilme gücünden yoksunuz ve kendi kuşağımızda bunca iflas ettikten sonra, bir sonraki kuşağa öğütler verme hakkına da sahip değiliz …Aramızdan hayatlarına sessizce son verenler, belki en bilge olanlardı, onların artık tamamlanmış birer hayatları var, bizler ise artık sadece kendi kendimizin gölgeleri olup çıktık...”
Stefan Zweig, ‘berrak ve uzak görüşlü’ düşünebilmesinden ötürü, bir olgunun farkındaydı. 1933’ten, yani Adolf Hitler’in Almanya’da iktidara gelişinden sonra olanlar, ‘Dünün Dünyası’ olan Avrupa’yı ve Erasmus’un mirası olan bir ‘Avrupa Düşüncesi’ni yıkmıştı. Böylesine radikal bir yıkımın ardından günün birinde sanki o yıkım hiç yaşanmamışçasına yola devam edilebileceği düşüncesi ise, yine Zweig’a göre, ancak bir ütopya olabilirdi.
Zaman, Zweig’ı haklı çıkardı…
Ve - ölümünden sonra kendisini çok iyi tanıyanların nitelendirmesiyle - ‘Son Avrupalı’, ya da Erasmus’un kurduğu Batı hümanizminin son sancaktarı Stefan Zweig, ölmeden önce kaleme aldığı son başyapıtı “Montaigne”de bir zamanlar Avrupa’yı Avrupa kılmış olan düşünce mirasının son bir özetini çıkardıktan sonra, hayatını büyük bir soğukkanlılıkla ve kendi eliyle noktaladı. Misyonunun artık bittiğine, gücünün ise tükendiğine inanmıştı. Dostlarına son bir mektupla: “Sizler yeni bir gündoğumunu bekleyebilirsiniz, benim ise buna gücüm kalmadı!” diye seslendikten sonra, noktayı koydu.
Böylesi, ne bir irade zaafıdır ne de bir ‘sendrom’dur; yalnızca, hayatının her anıyla hesaplaşabilmiş birinin erişilmesi çok zor irade gücüdür!
Cumhuriyet 06.04.2012
ODAK NOKTASI
Ahmet Cemal
ahmetcemal@superonline.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder