31 Mart 2012 Cumartesi

Ortalık Barbara Cartland’lardan Geçilmiyor / ÜLKÜ TAMER

Ortalık Barbara Cartland’lardan Geçilmiyor

31 Mart 2012 - Cumhuriyet
Bir zamanlar ülkemizde best seller türünün simge adı Barbara Cartlanddı. Romanları Altın Kitaplar tarafından dilimize aktarılır, yayımlanırdı. Yayınevinin yöneticisi dostum Dr. Turhan Bozkurt hiçbirini okumazdı o kitapların. Yazarı küçümserdi. Adını bile Türkçe yazıldığı biçimde, Cyi C olarak, Cartı çatlatarak Cartland diye söylerdi.
Ne yapayım derdi. Cartlandları yayımlamasak klasikleri de yayımlayamayız herhalde. Doğru dürüst kitaplarımızın giderlerini onun romanları karşılıyor.
***
Best seller denilince sadece pembe kitaplar ve kadın yazarlar gelmesin akla. Bu türün ülkemizde en ünlüsü Kerime Nadirdi elbette. Ama bir Esat Mahmut Karakurt, bir Abdullah Ziya Kozanoğlu da kendi alanlarında önderdiler.
Satış açısından ilk sıradaydılar hep. Ama sanat-edebiyat ya da kalıcılıkterazisine vurulunca bugün baktığımız yerdeydiler.
Yanlış anlaşılmasın, best sellerları küçümsemiyorum. Pembe diziler olmasa bile, gerilim türünde anılabilecek nicelerini okudum. Okudum ve unuttum. Okurken bana verdikleri keyifle yetindim. Ama bir Çehovu, bir Hemingwayi yaşamımın bir yanına yerleştirdim.
***
Best seller okuru ya zamanla okumayı bütün bütüne bırakır, eviyle, işiyle, televizyonla, bilgisayarla yetinir ya da pembe dizi tiryakiliğini sürdürür
Ya da onları bir basamak olarak kullanıp nitelikli edebiyat yapıtlarına geçer.
Bunun birinci dereceden tanık olduğum örneği annemdi. Kerime Nadirlerle,Muazzez Tahsinlerle başlayan okuma tiryakiliği, onu önce Reşat Nuri Güntekinlere, sonra Dostoyevskilere sürüklemişti. Hıçkırıkla başlayıpRüzgâr Gibi Geçtiyle, Şahikayla süren okuma serüveni Suç ve Cezayla noktalanmıştı.
***
Bugün bakıyorum da ortalık Barbara Cartlandlardan geçilmiyor.
Olabilir. Neden olmasın? Onlar da belirli bir okuma gereksinimini karşılıyor.
Benim takıldığım bir nokta var:
Yazarların kendilerini Virginia Woolf ya da James Joyce saymaları.
Yazdıklarını has edebiyat örnekleri sanmaları.
Kerime Nadir bugün yaşasaydı herhalde Hıçkırıkta demir atmayacaktı. Gözyaşlarını sevdiğinin mendiline silip verem olan kızlar yerine, daha karmaşık aşklar yaşayan gençleri anlatacak, arada entelektüel yorumlar döktürecekti.
Bilgisayar çağına ayak uyduracaktı.
Bugünün birçok yazarını Kerime Nadirin uzantısı olarak görüyorum. Ama kendileri, kendilerini öyle görmüyorlar. Dergilerde, gazetelerde, televizyonlarda has edebiyat temsilcileri olarak boy gösteriyorlar.
En büyük dayanakları, yapıtlarının çok satması.
***
Çok geriye gitmeyelim. Üç yıl öncesinin best seller listelerine bakalım. O listelerde başı çeken kitapların bugün hangileri okunuyor, hangileri hatırlanıyor?
Batıda öyle değil mi? ABDde, İngilterede, Fransada bir süre önce ortalığı kasıp kavuran kitaplar unutulmuş. Aşk Hikâyesinin Erich Segali nerede? Ama Ernest Hemingway kitapçı raflarındaki yerini koruyor.
Çok satan bütün kitapların edebiyat değerlerinin olmadığını söylemiyorum. Sözgelimi, Murathan Munganın yapıtları hem satış hem sanat değeri olarak üst düzeyde
Ama ortalığı kasıp kavuran yazarların çoğu yarın hatırlanmayacak diye düşünüyorum.
Kimler mi?
Üstüne alınmak isteyen varsa buyursun alınsın.

27 Mart 2012 Salı

KÜTÜPHANELER



           Mart ayının son haftası  pazartesi ile başlayan hafta "Kütüphaneler Haftası "olarak kutlanır.Kitap evi ,kitapların toplu bulunduğu yer...Yazı tarihimiz kadar eski kurumlar. Taş üstüne ,deri üzerine derken sonunda kağıt icat edilmiş kitaplar çoğalmış.Daha çok insan okusun ,bilgilensin diye kitaplar bir mekanada toplanmış ve kütüphaneler olmuşmuş.Kitap okumanın önemini kavratmak, dikkat çekmek amacıyla da her yıl bugünlerde   hafta kutlanır.
Yaşadığım İlçedeki  Halk kütüphanesinin çocuk bölümünden kareler
                                        

          Anımsadığım ilk" Kütüphaneler haftası "kutlamalarında şu sözleri söyledim "kitapsız yaşamak kör,sağır,dilsiz yaşamaktır" .Belki birinci sınıftaydım ilkokulun belki ikinci sınıf..Küçük hikaye kitaplarımız vardı mavi yada kımızı kaplı.Yanlarında minicik etiketli.Yeni kitap aldığımda sevinçle eve koşar anneme gösterirdim.Annem okumayı çok severdi. Ben okuduktan sonra  o da okurdu;ben hikayeyi anlatırken  doğru anlayıp anlamadığımı böylece kontrol ederdi .Sınıflarım büyüdükçe okul dışında  çocuk ve şehir kütüphaneleri ile tanıştım.Sessiz ,soğuk kitap kokulu mekanlar.Kendimi en mutlu hisstiğim anlar.Minicik ellerimle zor kaldırdığım ansiklopetiler.Keşke evimizde olsa gece gündüz okusam dediğim ansiklopetiler..(Şimdi atacak yer bulunamayan ansiklopetiler).Yaşımız küçük olduğundan eve ödünç kitap verilmezdi ;akşam olup memur kapatıyoruz dediğinde yüreğim cız ederdi. Ne olur eve götürebilseydim diye içten içe isyan ederdim.


          Hiç unutamadığım bir anım da Nazilli Halk Kütüphanesinde lise yıllarımdandır .Sanat tarihi öğretmenimiz Ayça Hanım ünlü ressamların hayatlarını araştırmamızı isterdi. Bana ünlü ressam El Greco çıkmıştı çekilen kurada. Okul çıkışı,bir öğleden sonra kütüphanedeydim. sonra kütüphanedeyim  ;ansiklopetilerden buldum bilgileri. bilgiler çok uzun ,tek başıma  yazmakla akşama yetiştirmem olanaksız.O günlerde fotokopiler yok,olsa da ben bilmiyorum. Bir an başımı kaldırdım ; güzel bir yüz ,güzel bir çift göz bana bakmakta.Bir ( sanırım ünüversiteli)  abla ; benim sıkıntımı, telaşımı uzaktan izliyormuş .Yanıma geldi nasıl yadımcı olabileceğine karar verdi. Bilgileri özetliyecektik,o daha hızlı yazdığı için yazıverecekti.Sevinçle kabul ettim,o güzel yüzü ve düzgün parmakları uzun yıllar geçse de unutmuyorum, unutamam da..Çok düzgün el yazısı ile araştırmam mesai saati bitiminde hazır olmuştu.O kağıdı  sakladım ,belki bir eski defterimin arasındadır hala .O yazıyı unutmadığım gibi ressam El Greco yu da hiç unutmadım.

           Kütüphaneler benim en sevdiğim mekanlar olarak yaşantımın içindeler.Yüksek öğretim yıllarımda İzmir 'de başta" Milli Kütüphane" olmak üzere büyük kütüphaneler de güzel anılarımın geçtiği mekanlardır.

          Haftayı kutlarken ;bol kitaplı günler dilerim,kitaplar eksilmesin hayatımızdan...

Arzu Sarıyer

 


21 Mart 2012 Çarşamba

TELLİ KAVAK

Bir telli kavak büyürdü,
Daday’ın Çiydere köyünde usuldan usuldan.
Yerin karanlığından azad olmus,
Aydınlık sular yürürdü ayaklarının ucundan.                
Kendi halindeydi telli kavak.
Geceleri gökyüzüne bakarak,
Samanyolunu düşünürdü yaprak yaprak.
Başka sey de dilemezdi.
En uzak rüzgarlara kaptırmıştı başını;
Ona konmayan kuşa kuş,
Ona değmeyen rüzgara rüzgar da denmezdi.

Gel zaman git zaman,
Kızını everecekti Çiydereli Halil
Cebindeki yetmezdi.
Bir gece sabaha karşı;
Ver yansın ettiler baltayı ayak bileklerine Telli’nin.
Uyanıverdi ilk vuruştan
Aman,dedi telli kavak;kıyman!
Sular bulandı ayaklarının ucundan,
Yapraklar yalvardı hep bir ağızdan;vurman!

Aman zaman dinler miydi Çiydereli Halil
Kızını everecekti,cebindeki yetmezdi.
Yıkılıverdi telli kavak,
Ortasına gecenin boylu boyuncak.
Oldu mu ya,dedi telli kavak
Böğründe duran baltaya;
Yaşayıp gidiyorduk şunun şurasında.
Kim gönderecek şimdi selamını suların,
Samanyoluna yaprak yaprak?
Ne olacak şimdi rüzgar?
Kuşlar nereye konacak?

Ordan oraya atıldı telli kavak
Elden ele satıldı.
Boynuna dört demir takıldı
Çankırı’ya beş mavzer atımı uzak,
Bir tepenin duldasına cakıldı.
Telefon direği oldu telli kavak.
Vınladı durdu telefon telleri boynunda.
Samanyoluna baktı geceleri.
Suları düşündü ayaklarının ucunda,
Yapraklarını düşündü,
Rüzgarı düşündü avcunda,
Gözleri dolu dolu oldu.
Bir türkü tutturdu en sonunda;
‘Telefonun tellerine,kuşlar mı konar
Herkes sevdigine cicim,böyle mi yapar?’

Aydın Gün

Aydın Gün Kimdir?
Carl Ebert’in asistanı olan Tenor Aydın Gün Türkiye’de operanın gelişmesine çok büyük katkıları olan değerli bir kültür sanat insanıdır. 19 Şubat 1957’de Ankara Devlet Operasında sahnelenen ve Van Gogh’un hayatı üzerine kurgulanan operanın rejisi Aydın Gün’e aitti. Gün, operayı Ankara dışına taşımak ve İstanbul’da ikinci bir opera oluşturmak için çok çalıştı. Türk operasına daha başından beri damgasını vuran kişilerden biri olan Aydın Gün, yöneticiliğinin yanında birçok eserde başrolleri üstlenmiş ve eserler sahneye koymuştu. Aydın Gün bu birikimini İstanbul’a taşımış; İstanbul Belediyesi Şehir Operasını açmak için bütün hazırlıkları tamamlamıştı. 19 Mart 1960’ta Tepebaşı Tiyatrosunda “Tosca”‘yı seslendirmek için perde açıldı. Dönemin Belediye Başkanı Kemal Aygün’ün de desteğiyle sanat hayatımıza kazandırılan İstanbul Operası, bu tarihten sonra birbirinden güzel eserleri sahnelemeye başlamıştı. Aydın Gün, 1950’li yılların sonlarından itibaren opera klasiklerinden yaklaşık 40 yapıtın rejisini yaptı ve yurtdışında operalar sahneledi. 1951 yılında Rigoletto rejisiyle büyük başarı kazandı. Bunun üzerine devlet tarafından Viyana’ya gönderildi. 1957 yılında Klagenfurt Operası’nda Turandot ve Rigoletto’nun rejisörlüğünü üstlenmiştir. 1966 yılında Paris’te Giacomo Puccini’nin “La Funcuilla del West” operasını, 1972 yılında Nantes kentinde Giuseppe Verdi’nin “Aida” operasını sahneledi. Aydın Gün, Devlet Operası Genel Müdürlüğü ve Uluslararası İstanbul Müzik Festivali’nin Sanat Yönetmenliği gibi görevlerde bulundu, Avrupa Konseyi Kültür Ödülünün yanı sıra 1988 yılında “Devlet Sanatçısı” unvanıyla onurlandırıldı. İKSV İstanbul Festivali’nin oluşumunda ve gelişiminde büyük katkıları olan ve bir dönem de CRR’nin Genel Sanat Yönetmenliği görevini üstlenen Gün, 1990′larda Yapı ve Kredi Bankası A.Ş.’nde Kültür-Sanat Danışmanı olarak çalıştı, Yapı Kredi Sanat Festivali ve bankanın özel etkinlikleri çerçevesinde 1994-1997 döneminde gerçekleştirilen ikiyüzü aşkın başarılı uluslararası ve ulusal sahne performansının organizasyonunda çok etkin bir rol üstlendi. Aynı dönemde, Yapı Kredi’nin yayınladığı “Büyük Besteler Büyük Ustalar” CD’leri başta olmak üzere çeşitli müzik projelerinde değerli müzisyen Bekir Sıtkı Sezgin’le eşgüdüm içinde çalışan Aydın Gün, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık tarafından gerçekleştirilen uluslararası resim sergilerinin projelendirilmesi sürecinde de değerli katkılar koymuştur. İlki 1995 yılında gerçekleştirilen, Yapı Kredi’ye kültür-sanat organizasyonları alanında IPRA’dan altın madalya kazandıran ve bankanın 2000 yılında son verdiği Yapı Kredi Uluslararası Leyla Gencer Şan Yarışması’nın fikir babası ve kurucusu olan Gün, 1990′ların sonunda, eşi Azra Gün ve oğlu, ressam Mehmet Gün’le Berlin’e yerleşti. Aydın Gün, sahne sanatları ve resim başta olmak üzere kültürel ve sanatsal alandaki çalışmalarını Berlin’de sürdürmekteyken, 90 yaşında yaşamını yitirdi.
 

18 Mart 2012 Pazar

KONUŞMA DİLİNİN ŞİİRİ // ATAOL BEHRAMOĞLU

KONUŞMA DİLİNİN ŞİİRİ

Sevdiğimiz şiirlerden aklımızda yer etmiş bazı dizeler ille de simgesel, mecazsal sözler değil, kimi kez, hatta çoğu kez sıradan sözcüklerdir.

İzninizle dilimin ucuna bu bağlamda ilk gelen bazı dizeleri sıralayayım:

Ne güzel şey hatırlamak seni (Nâzım Hikmet) / Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış (Yahya Kemal) / Her şey yerli yerinde havuz başında servi (A.H. Tanpınar) / Tahtadan yapılmış bir uzun kutu (Necip Fazıl) / Yaş otuz beş yolun yarısı eder (Cahit Sıtkı) / Üfleme bana anneciğim korkuyorum (Dağlarca) / Beşikler vermişim Nuh’a (A. Arif) vb…

Her biri bir güzel şiiri başlatan bu dizeler bütündeki bağlamdan koparılarak okunduğunda pek de şiirsel gibi gelmeyebilirler... Sıradan düz yazı cümlelerinden farksız oldukları bile söylenebilir. Onlara şiir lezzetini kazandıran, sonraki dizeler ve böylece de şiirin bütünü içinde kazandıkları işlevselliktir. Şimdi birkaç tanesiyle bunu örnekleyelim:

Ne güzel şey hatırlamak seni / Ölüm ve zafer haberleri içinden / Hapiste / Ve yaşım kırkı geçmiş iken

Şairin bu dizeleri hangi ortamda, kendi yaşamının, ülkesinin ve dünyanın hangi döneminde yazdığını bilmek, bu olgulara yakınlık duyanlar için şiirselliği daha da arttıran etkenlerdir. Yukarıdaki dizelerin her birini böylece bütünseldeki bağlamına oturtarak, anlama ve sese ilişkin örgünün oluşumunu göstererek, nasıl şiirsellik kazandıklarını görebiliriz. Bunlar konuşma dili cümleleridir, fakat bütün içinde anlamsal ve biçimsel öğelerle şiirsellik kazanmışlardır… Buna gereksinimi olmayan, başlı başına şiir olan dizeler de vardır. Bu tür dizeler genellikle simgesel, mecazsal, konuşma dilinden alınmamış öğelerle yapılmışlardır…

Birkaç örnek: Gülün tam ortasında ağlıyorum (C. Süreya) / Örneğin rakı içiyoruz içimize bir karanfil düşüyor gibi (E. Cansever) / Sular bizden akıllıdır (Dağlarca) / Sabah şaire saldırıyor (İ. Özel) / Eflatun gözlerin olduğunu bilmiyordum (A. İlhan /) Ben senin krallığın ülkene yetiştim (İ. Berk) vb…

Bu örneklerden sonra asıl söylemek istediğime geliyorum…

Yine konuşma dilinden alınmış, hatta konuşma dilinin tam içinden çıkmış olup, herhangi bir mecaza ya da simgeye de dayanmaksızın ve bağlama da gereksinim duymaksızın başlı başına şiir tadı taşıyan dizeler de vardır…

Bence Orhan Veli bu türden bir şiirin, daha açık bir deyişle de konuşma dilinden çıkarılmış, konuşma dilinin kendisinin şiire dönüştürüldüğü bir şiirin öncü şairidir. Farklı şiirlerinden dizeleri yan yana sıralayarak ne demek istediğimi anlatmaya çalışayım: Gün olur alıp başımı giderim / Bakakalırım giden geminin ardından / Her bir tüylerinde ayrı telaş / İçmeyip de ne halt edeceksin / Yazık oldu Süleyman Efendiye / Bir acayip kuşların hali / Serde erkeklik var ağlayamam vb…

Şimdi biraz daha ilerleyerek Metin Eloğlu’na ve oradan da Can Yücel’e geliyorum: Hasan değil sen değil sürahiyi kim kırdı (M. Eloğlu) Orhan Veli’nin izinden giden bir şair olarak Metin Eloğlu, işi “lettirisme”e (sözcükçülüğe) vardırmadan önce ya da irini dozunu çok abartmadığında, “Horozdan Korkan Oğlan” vb kitaplarındaki şiirleriyle, şiirimizi konuşma dilinin doyumsuz tatlarıyla, yanı sıra da günlük yaşamın kendisinin canlı şiiriyle donatmıştır…

Can Yücel de öyledir. Onun birçok şiirinde dil, şiirin kendisi gibidir. Sanki şiiri değil, dili okuyor gibiyizdir… Söz gelimi, “Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim”i böyle okuyun, ne dediğim daha iyi anlaşılacaktır…

Ve Turgut Uyar… İkinci Yeni şairleri içinde, tek tek dizeler bağlamında, simge ve mecazı en az kullanan belki odur…

Sana bir boyun atkısı gerek çünkü kış geldi…

Ne kadar yalın, insanca, mecazsız, simgesiz ve şiirle dolu…

Ya da: İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım…

Aynı şey…

Ya da: Halbuki korkacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar / Ve ölünce beş on bin ölüyorduk güneşe karşı…

Sıradan sözlerle yapılmış büyük bir şiir…

Bunları bana, bir kez daha, şu günlerde yayınlanan “Aşkla Kedi Arasındaki Yedi Benzerlik” adlı kitabındaki şiirleriyle Barış Pirhasan düşündürdü… Pirhasan’ın şiirleri, yukarıdaki örneklerde olduğu kadar açık, aydınlık, anlaşılır değil… Ama dikkatli bir okuma, bu şiirlerde, bölünmüş hayatlarımızın parçalanmış kırıntılarından, kırpıklarından oluşturulmuş, acıtıcı, hakiki, canlı, somut imgesini görecektir… Belki tümüyle mecazsız ve simgesiz değil, fakat kesinlikle abartısız, yaşamın kendisi gibi karmaşıklığı içinde yalın, savrukluğu içinde tutarlı şiirler…

Konuşma dilinin, somut yaşamın, başkaca bir aracıya gereksinimi olmaksızın şiir oluşu…

Cumhuriyet Gazetesi Pazar  Eki 18.03.2012
Pazar Söyleşileri. ATAOL BEHRAMOĞLU

16 Mart 2012 Cuma

UTANÇ GÜNLERİ ZÜLFÜ LİVANELİ


70’li yıllardı. Türkiye’deki hoyrat rejim bizleri önce hapse koymuş, sonra da uzak diyarlara savurmuştu.

İki göz bir öğrenci evinde kıt kanaat geçinip gidiyor, ülkeden gelecek haberleri bekliyorduk. Ama o zamanlar böyle uydu yayınları, cep telefonları, internet yoktu ki.

Kocaman lambalı radyolardan TRT’nin dış yayınlarını dinlemeye çalışırdık. İbreyi daracık bir aralıkta sabit tutmaya çalışır, ses parazitlendiğinde sağa sola oynatarak spikerin sesini Rusça konuşmaların, Bulgar müziğinin ya da ne bileyim Hırvat şarkılarının arasından anlamaya çalışırdık. Çoğu zaman da iyice kaybolan sesi geri getirmek için geleneksel yönteme başvurarak radyoyu yumruklamaya başlardık.

Tam o günlerde karlı Stockholm’e, ellerinde sazlarıyla iki âşık geldi. Birinin kocaman bıyıkları ve küçücük bir curası vardı. Ötekinin ise bıyıkları küçüktü ama sazı kocamandı. Curayı çalan Âşık Nesimi’ydi, divan sazını çalan Âşık Daimi.

Bizim nohut oda, bakla sofa eve yerleştirdik onları. Dar gelirli bir hâkim karısı olan babaannemin deyimiyle “Maksat gönüller geniş olsun”du.

Evde üç saz vardı artık. Akşamları bu üç sazı çıkarıyor ve saatlerce çalıyor, söylüyorduk. Âşık Daimi’nin “Ne ağlarsın benim zülf-ü siyahım“, Nesimi’nin “Ey şahin bakışlım“, kulunuzun “Leylim Ley“ türküleri art arda sıralanıp gidiyor, semahlar uzun havaları, mersiyeler ağıtları kovalıyordu. Vatan özlemi bastıkça çalıyorduk, çaldıkça sıla hasretimiz artıyordu.

İki ay kaldık bizim evde. Öğrenci bursu neye yetiyorsa onu bölüştük.

Bir gün İlhan Koman’ın yaşadığı gemiye götürdüm âşıkları. Koman büyük bir heykelciydi; karısı Kerstin, çocukları ve bembeyaz sakalıyla hurda bir teknede yaşıyordu. Teknenin adı Hulda’ydı.

Yine sazları çıkardık, yine Anadolu dile geldi. Saatlerce çaldık. İlhan Koman heyecanından hep ayaktaydı, oturamıyordu bile. Oğlu Ahmetise her şeyi banda kaydediyordu. İyi ki de etmiş.

İlhan Koman öldü, Âşık Daimi öldü, Âşık Nesimi Sivas’ta yakılarak öldürüldü.

Hulda ise İstanbul’a geldi, o kayıtlarla birlikte.

***

Ankara’nın sisli puslu kış havasını herkes bilir. Baharları Bulvar’daki ağaçlara tüneyen ve gelip geçen herkesin omuzuna bir işaret konduran sığırcık kuşlarını da.

O şehrin eski hâlini düşününce gözümün önüne şair, yazar arkadaşlarım geliyor: Utangaç utangaç gülen Metin Altıok, dudakları bıyıklarının altında muzipçe kıvrılan Vasıf Öngören, Sergi Kitabevi’nde bir yandan sohbet edip bir yandan kitap paketleyen Erdal Öz, kendisine “sinirlenmemelisin“ diyen doktora “sinirlenmek benim mesleğim“ diye cevap veren Ahmed Arif, Yevtuşenko gibi stadyumlarda şiir okumak isteyen Ataol Behramoğlu, yüzünden esmer gülümseyişi hiç eksik olmayan İlhan Erdost, her zaman bir Danton edasıyla konuşan Uğur Mumcu...

Metin’i Sivas’ta yaktılar, Uğur’u Ankara’da havaya uçurdular, İlhan’ı hapishane aracında döve döve öldürdüler, Erdal’la hapis yattık, Vasıf sürgünde sıla özlemi içinde öldü; Ahmed Arif, Erdal Öz öldüler, çok şükür Ataol yaşıyor.

***

Kaç gündür bunları düşünüyorum. Sivas’taki arkadaşları bir daha yakan “zaman aşımı“ faciası aklıma geliyor.

Hepsinin gülen, umutlu, heyecanlı, yurtsever, Türkiye’yi daha güzel bir ülke haline getirme düşüyle esrimiş yüzlerini görüyorum.

En değerli evlatlarını bir canavar gibi yiyen sisteme isyan duyguları yükseliyor içimden.

Sonra da, başlarına hiçbir şey gelmediği halde ekranlara çıkıp “zulüm gördük“ diyenleri seyrediyorum.

İnsanlığımdan, ülkemden, siyasetçilerimden utanıyorum. 


14 Mart 2012 Çarşamba

DAĞILAN GÜL / BEHÇET AYSAN


DAĞILAN GÜL / BEHÇET AYSAN

ne söylersen söyle bu aşk ikimizindi
ikimizindi bir zamanlar aynı gökyüzü
bir samanın tutuşması gibi olan şey
biraz erzurumdu biraz rize biraz mardin
geniş, dingin, sürekli bir yurt gibi

ne söylersen söyle rüzgardır duyan
düşleri çağıran iri siyah gözleriyle
ve yanıbaşımızda mutlu kalan ne var ki
belki bir kuş akşamın ölü ağzındaki
sadece güldür dağılmış ayaklanmaya

ne söylersen söyle ruhum bağırıyor
acı içinde bağırıyor giden her şeye
uzak kapıların ses verip çağırmadığı
mutsuzluk değil mi biraz da şarkıdır
üzgün, kırık, iri bir gül gibi kanayan

ne söylersen söyle bir gün yiteceğiz
çam seli halinde kalabalık bir orman
alıp götürecek bizi kuytu ölümlere
yaşamanın anlamını sorsam da söyleme
konuştukça bir gemi açılıyor kıyıdan.


6 Mart 2012 Salı

ROSENBERGLERİ ANIMSAMAK



ROSENBERGLERİ ANIMSAMAK

İstanbul Şehir Tiyatrolarında “Rosenbergler Ölmemeli “ adlı oyun kısa süre sahnelendikten sonra tuhaf bir şekilde kaldırılmasaydı belki Rosenbergler şu sıralar bu denli anımsanmayacak, konuşulmayacaktı.Tiyatro yönetimi ile Onk ajansı arasındaki uyuşmazlıkta kim haklı bilemem. Bildiğim Rosenberglerin tiyatroda sahnelenmesinin toplumsal duyarlık açısından sayılmayacak kadar çok yararı olduğudur. Soğuk savaş tam tamlarının yeniden duyulmaya başladığı dünyada silahlanmaya harcanan olağanüstü bütçelerin tetikleyeceği yeni savaşları, nükleer tehditleri bir kez daha sorgulama şansını bulacaktık. ABD’de ikinci dünya savaşı sonrası sosyalistlere, aydınlara, bilim ve sanat insanlarına karşı başlatılan cadı avını da bir kez daha anımsayacak belki de yeni dersler çıkarma fırsatını yakalayacaktık...

Rosenberler Ölmemeli Oyununun Yönetmeni Orhan Alkaya, son oyunun ardından Radikal gazetesinden İpek İzci’nin sorularını yanıtlamış. Söyleşide yürekten katıldığım pek çok tümcesi var Alkaya’nın. Kısa bir alıntıyı aktararak yetineyim: “…Sanat korkuyla mücadele eder, korkunun ilacıdır. Sanatın konuşamayacağı, el atamayacağı hiçbir konu yoktur. Bir seri katili de anlatırsınız, hırsızı da, politikacıyı da… ‘Neden onların seçildiği oyunlar yapıldı?’ diye bir soru sorulduğunda zaten atmosfer faşistleşmiş demektir.” Sansür sevdalıları, korku belası oto sansüre sığınanlar, meslektaşlarını ispiyonlamaktan utanmayanlar, yurtseverliği ırkçılıkla örtüştürmeye kalkışanlar bu sözlerden bir ders çıkarabilirler mi? Gidişata bakılırsa sanmıyorum.

Rosenbergleri ve onların trajik sonlarıyla ilgili olaylara kısaca değinmek isterim. Julius Rosenberg ve eşi çocuklarıyla New York kentinde yaşayan sol görüşlü bir ailedir. Savaş sonrası değişen güçler dengesi ile ABD’de ırkçılık hortlamış, komünistlere karşı bir tutuklama furyası başlamıştır. Julius Rosenberg 17 Temmuz 1950’de atom sırlarını Ruslara verdiği iddiasıyla tutuklanır. 11 Ağustosta ise bu kez eşi Ethel gözaltına alınır ve tutuklanır. Üç yıl süren duruşmaları boyunca Rosenbergler suçsuzluklarını kanıtlamak için uğraş verirler. Düzmece kanıtlar ve yalancı tanıklıklarla süren dava birçok ülkede ilgiyle izlenir ve Rosenbergler lehine kitle gösterileri yapılır. ABD’de ve Avrupa’daki insan hakları örgütlerinin çağrıları da dikkate alınmaz. Mahkemenin verdiği idam kararı onaylanarak Rosenbergler 19 Haziran 1953’te elektrikli sandalyede idam edilirler. İlginçtir Rosenberglerin Avukatı Perry Clark tüm hukuki yolların tükenmesinden sonra idamın durdurulması yolundaki taleplerini ve af mektubunu Başkan Eisenhowere iletmenin yolunu bulur. Oysa Beyaz Sarayın ne New York sokaklarında Rosenberglere af isteyen kalabalığı, ne de ceza evi önünde gözyaşı döken protestocu kalabalığı görmeye duymaya niyeti vardır. Akşam geç saatlerde Beyaz Saraydan yapılan açıklamada Eisenhower’in af dilekçesini okuduğu ancak bu olaya karışmak istemediği bildirilir. Böylece iki suçsuz insanın idamı da onaylanmış olur. Rosenberglerin trajik ölümleri tüm dünyada uzun yıllar yankı buldu. Rosenberglerin çocuklarına ve dostlarına cezaevinden yazdıkları hapishane mektupları “Ölüm Evi Mektupları” adıyla kitaplaştı.Oğulları Michel ile Robert Anne ve babalarının ölümünden sonra soyadlarını değiştirmek zorunda kaldılar. Aile dostları Meeropol’un soyadını aldılar. İki kardeşin Rosenberglerin kendilerine yazdıkları mektuplardan oluşturdukları, anı ve gözlemlerine de içeren bir kitap We Are Your Sons adıyla 1976 da yayımlandı. Ülkemizde de Şemsa Yeğin’in Türkçesi ile “Rosenbergler” adıyla Gözlem Kitapevinden yayınlanarak okurla buluştu.Türkiyeli aydınlar, yazar ve çizerler de Rosenberglerin davasına ilgisiz kalmadılar. Melih Cevdet Anday’ın Rosenbergler için yazdığı “Anı” şiiri hâlâ güncelliğini koruyor ve şiir severlerin ezberinde yaşıyor. Yazımı Ethel Rodsenberg’in çocuklarına adadığı bir şiiriyle sonlamak istiyorum. A:Kadirin çevirisi ile

“Eğer Ölürsek:
Bir gün öğreneceksiniz, evlatlarım, öğreneceksiniz,
Neden kestik türkümüzü yarıda,
Neden kitabımızı açık bıraktık, işimizi tamamlamadan,
Neden gittik toprak altında uyumaya.
Ağlamayın artık,evlâtlarım,ağlamayın.
Yalanlar ve pislikler neden sarmış dört bir yanı?
Neden bu göz yaşları, bu zulüm neden?
Öğrenecek bir gün bunu bütün dünya.
Yeryüzü gülümseyecek ,evlatlarım,gülümseyecek
Ve sevinçler yeşerecek mezarımızın üstünde
Kıyımlar sona erecek, dünya olacak mutlu
Kardeşliğin ve barışın koynunda.
Çalışın, evlâtlarım , çalışın ve bir anıt dikin.
Sevgiye ve sevince bir anıt,
İnsanlık onuruna ve de insanca,
Sizin adınıza koruduğumuz, sizin adınıza.

Ethel Rosenberg

evrensel.net Güncelleme tarihi: 2012-03-05 15:34:56

GERÇEĞİN GÖZÜYLE
Turgay Olcayto
turgay.olcayto@gmail.com



ANI

Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil bu anılacak şey değil 
Apansız geliyor aklıma 

Neredeyse gün doğacaktı 
Herkes gibi kalkacaktınız 
Belki daha uykunuz da vardı 
Geceniz geliyor aklıma 

Sevdiğim çiçek adları gibi 
Sevdiğim sokak adları gibi 
Bütün sevdiklerimin adları gibi 
Adınız geliyor aklıma 

Rahat döşeklerin utanması bundan 
Öpüşürken bu dalgınlık bundan 
Tel örgünün deliğinde buluşan 
Parmaklarınız geliyor aklıma 

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm 
Kahramanlıklar okudum tarihte 
Çağımıza yakışan vakur, sade 
Davranışınız geliyor aklıma 

Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil unutulur şey değil 
Çaresiz geliyor aklıma. 

Melih Cevdet ANDAY

4 Mart 2012 Pazar

ŞİİR OTEL / ATAOL BEHRAMOĞLU




ŞİİR OTEL

Şiir ve otel denildiğinde benim aklıma öncelikle Necip Fazıl’ın “Otel Odalarında” adlı şiiri gelir:

Bir merhamettir yanan daracık odaların

İsli lambalarında isli lambalarında…

Bu iki dizeyle başlayan şiir hüzün dolu ikili dizelerle (beyit) sürüp gider…

En ücra taşralarımızda bile beş yıldızlı otellerin boy gösterdiği ülkemizde hâlâ böyle oteller var mıdır, bilmem. Fakat şairin en güzel şiirlerinden biri olan bu şiiri, bizim edebiyatımızda otel kavramının bir hüzün ve yalnızlık imgesi olarak işlendiği, bunun da ötesinde bu kavramın şiire getirildiği belki de ilk örnektir.

Bunları yazarken Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları”nı unutmuş değilim kuşkusuz. “Han”, bambaşka bir konu… Onlar modern anlamıyla otel olgusunun çok daha öncelerdeki örnekleridir. Sıradan halkın konaklama mekânlarıdır. Çamlıbel’in şiirindeki öykü ne kadar hüzün verici olsa da, hanlar Necip Fazıl’ın betimlediği otel odalarından farklıdır… Halkın bulunduğu yerde, ne kadar yoksulluk olsa da, yalnızlık pek yoktur… Yalnızlık modern yaşama özgüdür…

***

Bu çok ilginç konu, bizim edebiyatımızda ve dünya edebiyatında otel izleği, derinliğine incelenmeye değer… Aklıma ilk gelen örnekler olarak Chauser’in “Canterbury Hikâyeleri”nden Jules Laforgue’un “Anonimin(adsızın) Büyük Oteli”ne kadar dünya edebiyatının (şiirinin) hanlarında ve otellerinde bir gezinti… Bizim edebiyatımızda halk şiiri örneklerinden, belki Evliya Çelebi’den başlayarak, yukarıdaki örneklerden geçerek, Nâzım Hikmet’in gurbet şiirlerine, Cansever’in “Oteller Kenti”ne bir yolculuk…

Bütün bunlar çok sayıda ve heyecan verici edebiyat incelemesi konularını oluştururdu… Fakat ben şiir ve otel konusunda bu uzun girişi burada noktalayarak yazımın başlığına gelmek, geçen yıl Denizli’de açılan harika otelden, “Şiir Otel”den söz etmek istiyorum…

***

Denizli “Şiir Otel”i, yukarıda sözünü ettiğim şiir ve otel konulu bütün kavramları altüst ediyor... Tepeden tırnağa şiirle donanmış bir otel bu… Adından başlayarak, “şiir otel” sözcükleri işlenmiş havlularına, terliklerine kadar… Duvarlarında şair büstleri, portreleri; gözünüzün değdiği her yerde şiirler, dizeler, şiire ilişkin çizimler; lobisinde dallarından yaprak yerine üzerlerinde şiirler yazılı kâğıttan yaprakların asılı olduğu şiir ağaçları… Bir şiir kitaplığı… Her biri bir şairin adını taşıyan odaların bulunduğu katlardan ve oda kapılarından başlayarak, oda içlerini de donatan şiirler, dizeler, şair portreleri…

Bunların yanı sıra, bir otelin sahip olması gereken temizlik, rahatlık, aydınlık, sadelik ve ferahlık…

Denizli “Şiir Otel”, şiir ve otel kavramlarının akla getirebileceği yalnızlık ve hüzün kavramlarını tersine çeviriyor…

Evinizden daha çok evinizde gibi oluyorsunuz…

Orada geçirdiğiniz zaman süresince şiirin konuğusunuz çünkü…

***

Bunca ülke gezdim… Kendi ülkemizde ve başka yerlerde sayısız otelde kaldım…

Ben Denizli’deki “Şiir Otel” gibi bir yer ne gördüm, ne işittim…

Önümüzdeki Mart ayının 22-25 tarihlerinde, Dünya Şiir Günü’nün kutlamalarından biri, başka ülkelerden seçkin şairlerin de katılımıyla Denizli “Şiir Otel”de yapılacak…

“Şiir Otel” adı Türkiye’de olduğu kadar dünyada da duyulmaya, öğrenilmeye, merak uyandırmaya başlayacak…

Denizli’ye, Pamukkale’ye, ülkemize ve şiire böyle bir güzellik armağan eden, başta Esat Bozbıyık olmak üzere otel sahipleri ve bütün yöneticileri, çalışanları, her türlü övgüyü, teşekkürü hak ediyor…

Şiirseverlerle 22-25 Mart Dünya Şiir Günü kutlamalarında, Denizli Uluslararası 1. Şiir Festivali’nde, “Şiir Otel”de buluşmak üzere…

Cumhuriyet Pazar Dergi 04.03.2012
ATAOL BEHRAMOĞLU Pazar Söyleşileri