24 Ocak 2013 Perşembe

UĞUR MUMCU


Uğur Mumcu- Güldal Mumcu 

"Dağ gibi, karayağız birer delikanlıydık.Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yasayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.Vurulduk ey halkım unutma bizi…
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi…
Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi…
Bağımsızlık, Mustafa Kemal´den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara .Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular. Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi…" Uğur Mumcu (25 Ağustos 1975) 

XXX
Bugün 24 Ocak. Uğur Mumcu'nun...
Günlerdir Güldal Mumcu'nun "İçimden Geçen Zaman" kitabını (um:ag yayınları) okuyorum. Müthiş bir kadın o! 
İsyan ederek, kahrolarak, Güldal Mumcu'nun cesaretine, yiğitliğine, azmine, yüreğine ve duruşuna bin kat daha daha, daha daha saygı ve hayranlık duyarak okuyorum... 
O gün iktidar ve güç sahibi olanlar "namus borcumuz" deyip; "namus sözü" vermişlerdi Güldal Mumcu'ya katliamın aydınlatılacağına dair. Sözlerini tutmadılar!Ama biz unutmadık! 
24 Ocak 1993'den bu yana 12 hükümet, 8 başbakan, 16 içişleri, 15 adalet, 9 milli savunma bakanı, 10 emniyet genel müdürü; 10 İstanbul emniyet genel müdürü değişti. Namus borcu hala ödenmedi... Unutmadık ! 
Devlet Güvenlik Mahkemesi askeri Savcısı Ülkü Coşkun'un 1993 şubatında Güldal Mumcu'ya söylediği "Bu işi Devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer" sözü, yok ederken insanlığımızı, yeniden öldürüldük! Ama biz unutmadık! 
Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar'ın "Karşımıza sürekli engeller çıkıyor. Bir duvar örülüyor sanki." deyişini ama duvardan bir tuğla çekmeye yanaşmadığını unutmadık!
12 Eylül faşist darbeyle, terörün bıçak la kesilmiş gibi durduğunu da unutmadık! 
Soluk soluk okuyorum bildiğim ve bilmediğim gerçekleri, Güldal Mumcu'nun ironisi ve duyarlılığını da gizlemeyen satırlardan...
"Hayat ne garipti . Bazı gerçeklere ulaşanlar ya ortadan kaldırılıyor ya da görevlerin yapamaz hale getiriliyordu. Korku ve baskı, gözdağı vermeler, gerçekler ortaya çıkmasın ve çıkarılmasın diye ustalıkla kullanılıyor ve kurulu düzen devam ettiriliyordu." 

XXX

"Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi…Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi…! Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi."
Unutmadık. Unutmayacağız. 

Cumhuriyet- 24 Ocak 2013
 Zeynep ORAL

*******************************************************************************************************************
ÖZGE MUMCU, BABASI UĞUR MUMCU'YU YAZDI...

Belleğimde mezar taşları...

Bu yıl babam öldürüleli 20 yıl oluyor. Önceki gün, arkadaşım Önder ile, evin önündeki sinevizyonu hazırlarken bir yandan düşmemeye bir yandan da düşünmemeye çalışıyordum. Bugün yazıyı yazarken, düşünüyorum… 1987 Dikili konuşmasında, ağabeyim geçirdiği bisiklet kazası yüzünden dikişleriyle Burhaniye’de doktor olan Lemi Eniştemin yanındayken, ben altı yaşında oradaki çay bahçesinin uzak bir köşesinde bisikletten korkup annemle otururken, aslında o şunları söylüyor: “Şimdi, barış, demokrasi… İnsandan şüphelenmemek lazım önce. Memleketin yazarı, çizeri, aydını niçin bu memleketi bir kıyama süreklesin? Niçin? Ha siz, sizin kafanızda bir takım problemler varsa, siz ülkeyi bir takım ayrıcalıklarla dayanarak yönetmek istiyorsanız, aydınlar buna karşı çıkıyorsa, sorun buradadır. Biz gerçek demokratlar isek, düşüncelerine katılmadığımız insanların cezalarına da karşı çıkmalıyız.” Çay bahçesinde söyleşinin yapıldığı o günü, hayal meyal, kalabalıklar arasında babamı göremediğimi ama hoparlörden sesini duyduğum gün diye hatırlıyorum. İnsan zihni, az geçirdiği değerli zamanlara da altın tozu serpmeyi de iyi biliyor.

Öldürülmesinden önce haberler düşüyor evin içine… Salondan içeri sesler giriyor: “Çetin Emeç’in şoförü de mi öldürülmüş?…” Bahriye Üçok’un haberini aldığımızda teyzemlerin evindeyiz, bomba patlamadan az önce taksiyle kapısının önünden geçmişiz. Altyazıdan okuyoruz… Muammer Aksoy’un yaka kartı giriyor evin içine, birkaç kez evde gördüğüm yaşlı amcanın neden öldüğünü anlamadığım gibi, öldürme fiilinin de ne olduğunu aslında anlamadığımı da, sonra anlayacağım. “Susturucu takılmış öldürülürken” sesi içeri giriyor yine… Musa Anter öldürülüyor, Ayvalık’ta öğreniyor babam, apar topar Diyarbakır’daki cenazeye doğru gitmeye çalışıyor. Aynı gün çok sevdiği İlhami Soysal da trafik kazasında ölüyor. Yakınlarından ölenlerin ve öldürülenlerin sayısı her geçen gün artıyor.

Sonra 24 Ocak 1993 günü, beni de yanında hastanedeki Kazım Amca’yı ziyarete götürmek istiyor. Ağabeyim Bulutsuzluk Özlemi konserine gitmiş. Evde yalnız kalmamı istemiyor. İçime hiç gitmek gelmiyor, gelmemi istiyor, evde kalabileceğimi söylemek için annemle konuşuyorum. Annem babamla konuşuyor, babam ikna olmasa da evden çıkıyor; ben evde kalıyorum… Sonrası malum, inanılmaz bir patlama sesi, giden elektrikler, çalan telefonlar, beni kontrole gelen komşular, akrabalar. Çocukluğumdan da derin bir şekilde kopuşumun anı. Ailemizin kaderini de, ülkenin kaderini de belirleyen bir patlaması sesi… Madımak henüz yanmamış, o yılın 2 Temmuz gününde bir de yangını yaşayacağız.

27 Ocak, yani cenaze günü, aklıma şöyle kazınacak. Morgda babamı görmek isteyeceğim, annem karşı çıkacak. Çok kızdıktan sonra cenaze boyunca sırılsıklam yanımızda arabanın yanımızda koşan Tuncay Özkan’a soracağım – o morgdan yeni çıkmış: “Nasıldı Tuncay ağabey?” Durakladıktan sonra yanıt verecek: “İyiydi, gülümsüyordu…” Uzun yıllar bunu hatırlayacağım, soğuk morgda gülümseyen bir yüz…

Ertesi yıl 24 Ocak’ta henüz dava açılmamış ve evin önünde sorgulayan kalabalıklar geliyor. Birkaç yıl geçiyor, anma etkinlikleri diye bir durum hayatımıza giriyor. Işık Kansu her yıl bitmez tükenmez bir sevgi ve kararlılıkla tiyatro metinlerini yazıyor… Mehmet Açıktan her yıl anma etkinlikleri için bir fikir üretiyor, oraya buraya koşturuyor. Sevdiğimiz oyuncular, müzisyenler, her yıl bir başkası bu anmada bize yardımcı olmak için koşturuyor.Ortaokulu bitiriyorum, liseye geçiyorum. Evin önüne anıtlar dikiliyor, çeşitli illerde / ilçelerde parklar açılıyor; bazılarının açılışına gidiyorum. Ahmet Taner Kışlalı öldürülüyor. Çocuğu henüz 40 günlük. Üniversiteye başladığım ilk günler… Defterime “her seferinde aynı acı sanki” diye not düşüyorum.

Hizbullah evine baskından sonra bir diskette babamın evinin krokisinin bulunduğu söyleniyor. Yıl 1999 olmalı. Sonra Uğur Mumcu Uzun Takip adıyla bir operasyon başlıyor. Yolları İran’dan geçen türlü sanık bu davanın içine giriyor. Tatbikat yaptırıyorlar bir gün, Abdullah Karakuş’un yüzüne bir maskeyi takarak. Sanırım bahar dönemi vizelerime hazırlanıyorum. Evin önünde canlı yayın arabaları, tatbikatı da canlı yayında izliyoruz.

Koalisyonlar kuruluyor, koalisyonlar dağılıyor. Bir ara dalgalanma oluyor, Abdullah Öcalan yakalanıyor. Hükümetler değişiyor. Oysa cinayetler değişmiyor. 1980 öncesine göre sayıca azaldı, diye bir garip iç ferahlaması var ama cinayetlerin rotası başka bir coğrafyaya da kaymış. Güneydoğu’dan gelen ölüm haberleri, şehirlerde patlayan bombalar, sürekli bir yerden düğmeye basıldı yorumları… Üniversitenin son yılı biterken, Necip Hablemitoğlu öldürülüyor. “Susturucu takılmış…” yorumu televizyondan içeri giriyor. İrkiliyorum.

2007’de ise Hrant Dink öldürülüyor. Babam ile Hrant Dink’i karşılaştıran, ağabeyimin deyişiyle “ölüleri yarıştıranlar” çıkıyor. Defterime not bile düşemiyorum artık, babamın sözü sürekli aklımda “insanlar öldürülürken susulmaz.”

İnsanlar haksız yere tutuklanırken, hapishanelerde ne için tutuklandıkları bile belli olmadan terörist payesi altında tutulurken, Sivas’ta zaman aşımı kararına devletlilerimiz “hayırlı olsun” derken, aile yakınları, insanlar sokakta gaz yerken de susulmayacağı gibi.

Son bayramlarda, Cebeci Asri mezarlığında ölen dedem ile babaannemin yerine Muammer Aksoy’da girmişti. Dolaşırdık o yeşil mezarlıkta taşlarında yazanlara bakardık, peşimizde plastik şişelerle dolaşan çocuklar…

Belleğimde mezar taşları, 30’lu yaşlarıma giriyorum.

Babam öldürüleli ise 20 yıl olmuş.

Gözlerdeki damla hala taze oysa.

(Cumhuriyet)

23 Ocak 2013 Çarşamba

UĞUR MUMCU -FAZIL SAY



UĞUR MUMCU ANISINA 
Yakın aile dostumuz Uğur Mumcu'nun öldürüldüğünü öğrendiğim 24 Ocak 1993 akşamı, o yıllarda yaşadığım Berlin'de tam bir konsere çıkmak üzereydim ve haberi duyduğumda kaskatı kesilmişltim. Dışarıda kar yağıyordu , ben cam kenarından dışarı bakıyordum, Fasanen strasse üzerindekı soluk sarı ışıklarda parlayan karlar uzaklaşır gibiydi yoğunlaşan düşüncelerimde, aklımdan -bizi bekleyen karanlık günler ile ilgili- büyük bir endişe geçmekteydi. İçimden bir çok kere "bu olamaz-nasıl olur" diye sayıkladığımı hatırlıyorum.
Daha bir kaç hafta öncesinde Ankara'daki evimizde beraber olduğumuz Uğur Mumcu'nun güler yüzü aklıma geliyordu, o zamanlar Kamuran Gündermir'den piyano dersi alan çocukları 8 yaşındaki Özge ve 11 yaşındaki Özgür de evimizdeydi, bize eski piyanomda küçük parçalar çalmışlardı, baba Uğur Mumcu, bana "nasıllar abisi?" diye takılarak sormuştu... Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi gazetecisi Uğur Mumcu, bu sıcak ortamı yaşadığımzın bir kaç hafta sonrası bombalanarak öldürülmüştü, Gazi Osman Paşa'daki bu patlama o derece şiddetliydi ki aynı anda Ulus'dan duyulmuştu. Mezopotamya meleği yine oradaydı yine büyük bir hüzünle seyrediyordu, üzgün ellerini uzatmış bütün mahalleye dağılmış araba ve insan parçacıklarının üzerini örtmeye gayret ediyordu...
. Ölüm kültürü... Ölüm kültürü.... Bitmeyen, tükenmeyen, acımayan ölüm kültürü...
Olaydan 6 ay kadar sonra Sıvas Madımak olayları yaşandı. 37 aydın yakılarak öldürüldü.
Bu olaylar 20 yıl önce oldu.
Pek çok aydın vuruldu. Yıllar içinde pek çok aydınlık savunucusu hapise atıldı baskıya uğradı...
Aydınları susturmak için çok can aldılar... Elbet, elbet, sindirdiler herkesi...
Masum insan kalbine karşı, silahlı bombalı ölüm kültürü...
Kim daha gerçek?
Mezopotamya meleği seyrediyor olup biteni, üzgün ellerini uzatmış, yardım etmek istiyor, o bile edemiyor...


FAZIL SAY





18 Ocak 2013 Cuma

BARIŞ





BARIŞ

Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.

Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba
elinde yemiş dolu bir sepet;
ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak testi gibi
ter damlalarıyla alnında...
barış budur işte.

Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman
ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara,
yangının eritip tükettiği yüreklerde
ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun,
ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık,
boşa akmadığını bilerek, kanlarının,
barış budur işte.

Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda
yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi
ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece.
Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun
gökyüzünün dolmasıdır içeriye;
gökyüzünün, renklerinden uzaklaşmış çanlarıyla
bayram günlerini çalan gözlerimizde.
Barış budur işte.

Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun
gözlerinin önüne tutulan kitaptır.
Başaklar uzanıp, ışık! Işık! - diye fısıldarlarken birbirlerine!
Işık taşarken ufkun yalağından.
Barış budur işte.
Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler
Geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü
ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından
cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi;
barış budur işte.

Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de
bir kök olduğu zaman
gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya.
Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman
dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardı sıra.
Ve sonunda, hissettiğimiz zaman yeniden
zamanın tüm köşe bucağında acıları kovmak için
ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin.
Barış budur işte.

Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,
iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın.
Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya
kuracağız demesidir;
ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.
Barış budur işte.

Ölüm çok az yer tuttuğu için yüreklerde
mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların
şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine
büyük karanfilini alacakaranlığın...
barış budur işte.

Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların
sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın.
Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.

Ve toprakta derin izler açan sabanların
tek bir sözcüktür yazdıkları:
Barış
Ve bir tren ilerler geleceğe doğru
kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden
buğdayla ve güllerle yüklü bir tren.
Bu tren, barıştır işte.

Kardeşler, barış içinde ancak
derin derin soluk alır evren.
tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini.
Kardeşler, uzatın ellerinizi.
Barış budur işte.


Yannis RITSOS
Çeviren : Ataol BEHRAMOĞLU

7 Ocak 2013 Pazartesi

YİNE ZONGULDAK !

     Maden, kömür diye yazılır ÖLÜM diye okunur. Köçük altında , gaz sızması , patlama; kader ,kötü kader  ve ölüm! Öleceğinizi bilerek ekmek parası için çalışma nasıldır bilenimiz var mıdır?...Bilsek ne olacak ki, nasıl değiştireceğiz bu kara kaderi kader olmaktan ?...Acı büyük ,ölüm kalleş ...Saygı ile anmak kalır geriye o kapkaranlık dünyadan!...

MADENCİYE AĞIT
Karadeniz kara yasta
döş dövüyor anam hasta
dutman beni emmi dayı
heryanlarım kor ataşda

kara gözde kömür sürme
bu ekmeğe elin sürme
dağıtılır beleş kömür
konşum ellerini sürme

sobalarda yanar kömür
yer altında bitti ömür
cenazeler bir bir çıkar
elleri yüzleri kömür

garadonda kara yasa
gara elmas gara tasda
söyle bana başvekilim
olur mu böyle bir yasa

yer altında tırnak kazma
anam bağlar gara yazma
gurban olam mamür beyim
cenazemi yannış yazma

Yazan: Ayşe Palo




Yukarda
Uzak bir göğün altındaydı deniz,
Suskunluğun adak testisi,
Kocaman deniz suların altında.
Dipte, maviliklerin oynaştığı,
Küçük bir balığın kanadı gibi yalnız,
Umutsuzluğun bir anlamı kalmadığı,
Kumlara gömülmüş ya da kayaya takılmış
Çapanın, gemisini bekleyen çapanın
Altında, toprak başlar ya, sonra da
Maden. Az önce çökmüş madenin altında,
Lamba söndükten sonra yıkılmış tavanın
Ve duvarı tutan kalasın altında
Tek başınaydı yaralı işçi, karanlık
Yok etmiş gözlerini ama
Kendindeydi daha, ufak bir güneş,
Dünyanın en ufak güneşi,
Çocukluk gibi, düşüncesiz kuşlar gibi,
Duydu demir aldığını geminin
Gürültülerle.
Ve yukarda,
Uzak bir göğün altındaydı deniz,
Bulutlar, martılar ve deniz.

Melih Cevdet Anday