31 Mart 2013 Pazar

VATAN NASIL SEVİLİR - IŞIL ÖZGENTÜRK



Vatan Nasıl Sevilir?
Bu ülkede kime sorsan, “Ben bu vatanı çok seviyorum” der. Şimdi sorularımızı sıralayalım:- Hiç Güneydoğu ya da Doğu’ya giden bir tura katıldınız mı? - Anadolu’nun en önemli uygarlığı Bin Tanrılı Hititlere dair kaç heykel gördünüz ve kaç kent gezdiniz?- Hasankeyf’i biliyor musunuz? Gittiniz mi? Orada yapılacak barajın neleri su altında bırakacağını biliyor musunuz? Bununla ilgili herhangi bir yere imza attınız mı? Herhangi bir protesto eylemine katıldınız mı? - Selçuk-Efes’e gittiniz mi? Kentin muhteşem genelevine hayretle baktınız mı? İlk tuvaletleri gördünüz mü? - Bodrum Kalesi ve Sualtı Müzesi’nde hayallere daldınız mı? - Konya’daki Mevlana şenliklerine gittiniz mi?- Kayseri’deki Selçuklu medreselerine, camilerine hayran oldunuz mu? - Uluslararası bir çabayla kurtarılan Zeugma kenti mozaiklerinin sergilendiği Antep’teki muhteşem müzeyi gördünüz mü?- Peygamberler kenti Urfa’da balıklı göle yem attınız mı? - Zılgıt çeken kadınların bu işi nasıl başardıklarını düşünüp hiç zılgıt çekmeye çalıştınız mı?- Antakya’da üç dinin bir arada yaşamasına tanıklık ettiniz mi?- Maveraünnehir nereye denir? - Bir sabah vakti Karadeniz yaylalarında uyanıp, o günü size bağışlayan hayata teşekkür ettiniz mi? - Antalya’da Antalya Müzesi’ne gidip yorgun Herkül’le bir fotoğraf çektirdiniz mi? - Mimarların mimarı Koca Sinan’ın kaç eserini gördünüz? - Sevdiğiniz ve etkilendiğiniz beş romancının adları nelerdir?- Klasik Türk müziğinde nam salmış beş şarkıyı söyler misiniz? - Beş halk ozanı sayabilir misiniz?- Türk sinemasından en sevdiğiniz beş filmi sayabilir misiniz? - Karadeniz’de Sümela manastırında duvarları süsleyen belki de ilk zenci İsa’yı gördünüz mü? - Anadolu uygarlıklarından Likya uygarlığının toprak yollarında yürüdünüz mü?- Türkiye denizlerinde kaç cins balık yaşar?- Türkiye topraklarında kaç bin endemik bitki yaşar?- Türkiye topraklarında kaç çeşit endemik canlı türü yaşar?- Lüferin soyunun tükenmemesi için elinize bir mezura alıp balıkçılarda sarı kanat boylarını ölçtünüz mü? - Hiçbir hayvan barınağına gidip gönüllü çalıştınız mı?- Türkiye’nin yeraltı zenginlikleri nelerdir? - Termik santral nedir? Zararları nelerdir? Biliyor musunuz? Hiç termik santral yapımını protesto eden bir eyleme katıldınız mı?- Türkiye’nin altının silme altın madeni olduğunu biliyor musunuz? - Hiç inatla bölgenizdeki bir eski binanın resimlerini çekip, binanın yaşatılması için gerekli yerlere başvurdunuz mu?
- Anadolu Medeniyetleri Müzesi kimin emriyle kurulmuştur? Hiç gittiniz mi?- Osmanlı’dan beri sürgün yeri olan Sinop Cezaevi’nde kaç muhalif yazar yatmış, biliyor musunuz? - Adana neden Yılmaz Güney’lerin, Yaşar Kemal’lerin, Orhan Kemal’lerin yurdudur, hiç düşündünüz mü? - En son hangi protesto eylemine katıldınız?Sorularımız bunlar, daha da çoğaltılabilir, öyle “vatan sevmek” kolay değil. Her şey gibi o da tanınmak ister, bilinmek ister ve emek ister.Sevgilerle, hadi kalemi alıp sorulara yanıt verin.
31 Mart 2013 - Cumhuriyet


27 Mart 2013 Çarşamba

27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü Bildirileri


27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi / Göksel Kortay 

Hep Vardı Tiyatro

Bilim, ilim, teknolojinin hızla ilerlediği yaşamımızda, gelişimini tamamlamış çağdaş, modern ülkelerde kültür ve sanat da aynı paralelde değişmekte... Ülkemizde, bereketli Anadolu toprakları üzerinde antik çağlardan beri hüküm sürmüştür tiyatro... Kazıldığında neredeyse her metrekaresine bir antik amfi tiyatro düşecek kadar zengin, başlıbaşına bir kültür hazinesi Türkiye... Osmanlı İmpartorluğu döneminde de tiyatro geleneği ortaoyunu, meddahı, Karagözü-Hacivatı ile çok dilli, çok kültürlü dokusunu korumuş, saraydan halka, halktan saraya bir köprü olmuştur. Cumhuriyetimizin kuruluşundan sonra bir Rönesans yaşandı adeta Türkiye’mizde.. Cumhuriyet kurumları ve kazanımları içinde, diğer sanat dalları ile birlikte, gerekli ve önemli yerini aldı tiyatro...

Lâik, demokratik cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk'ümüzün vurguladığı gibi: “Sanatsız kalmış bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Çünkü sanat, ülkenin çatısına destek veren temel dayanaklardan biridir.

Özgürlükçüdür, özgürlüktür tiyatro.. Işıktır.. Aydınlanmadır. Uygar insan düşünen, yorumlayan, araştıran, eleştiren, özgün insan olmalıdır. Ufkumuzu genişletmek, beynimizi ve ruhumuzu zenginleştirmek için tiyatro yaşamda vazgeçilmezlerden, olmazsa olmazlardandır.

Birey çağına tanıklık eder tiyatro aracılığıyla; sorar, sorgular. Güçlüdür tiyatro sanatı, çünkü anlatacak sözü vardır hep... Dinamiktir, enerjiktir tiyatro, en yalın eğitim aracıdır. Dil birliği bir ülkenin temel yapı taşlarındandır....  Her ülkede dilin en güzel kulllanıldığı yer tiyatro sahnesidir kuşkusuz. Günümüzde aşırı derecede yozlaşan Türk dili kullanımınının doğru çizgide gelişmesinde çok önemli bir rol üstlenir tiyatro.

Hoşgörü yoksunluğunun alabildiğine egemen olduğu ülkemizde olayların, sorunların şiddetle değil; anlatarak, anlaşarak çözülebileceğini vurgular tiyatro. Aydın insan şiddete başvurmayan insandır. Barışçıl bir dünya düşler tiyatro... Şiddetten uzak.. Bölücü değil; bütünleştiricidir, yıkıcı değil, yapıcıdır tiyatro.. Eleştirir, inceler, yanlışı, kötüyü haykırır yüzümüze.. Toplumun gelişmesine, değişmesine öncülük eder..

Ancak günümüzde ne yazık ki durum farklı. Nicel olarak zaten yetersiz kalan tiyatro salonları yıkılıyor, yok oluyor. Sanatın beşiği bu şehr-i İstanbul’da tam nitelikli tiyatro salonu sayısı her geçen gün azalmakta. Ödenekli tiyatrolar bile salonsuzluk sorunuyla karşı karşıya...

Tüm engellemelere ve zorluklara karşın, İstanbul gibi pek çok kültürün aynı potada eridiği böyle muhteşem bir kentte, bugün irili ufaklı mekanlarda üç yüze yakın oyun sergilenmekte... Pırıl pırıl, yetenekli gençler, mesleklerini sürdürebilmek adına, buldukları her delikte, dehlizde, kovukta, apartman katında, odasında, bodrumunda vurucu, etkileyici oyunlar sahnelemekte... Ne var ki bu alternatif mekanların çoğu da yıkılarak otel, alışveriş merkezi olma yolunda. İstanbul’daki karamsar tabloya karşın, neyse ki Anadolu’nun çeşitli kentlerinde giderek tiyatrolar yeşermekte.

Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde ekonomiden öte en önemli asal kriter kültür, sanat ve elbette tiyatrodur. Nüfusu iki milyonun altındaki AB ülkelerinde, kasabalarda bile opera, tiyatro varken bizde neden olmasın? Bu bağlamda, gelin her ile, her kasabaya bir tiyatro hayalini hedef belirleyelim. Bu hayal, yalnızca daha iyi eğitimle gerçekleşebilir.

Tiyatro aşktır, sevdadır, tutkudur, yaşam biçimidir. Haydi bizler de harekete geçelim, her ile, her kasabaya; tüm Anadolu’ya tiyatro tohumları serpelim... Gelin tiyatroya, bizimle birlikte yaşayın, YAŞATALIM...

Hep vardı TİYATRO.. Hep varolacak TİYATRO....






27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi / Göksel Kortay

Hep Vardı Tiyatro

Bilim, ilim, teknolojinin hızla ilerlediği yaşamımızda, gelişimini tamamlamış çağdaş, modern ülkelerde kültür ve sanat da aynı paralelde değişmekte... Ülkemizde, bereketli Anadolu toprakları üzerinde antik çağlardan beri hüküm sürmüştür tiyatro... Kazıldığında neredeyse her metrekaresine bir antik amfi tiyatro düşecek kadar zengin, başlıbaşına bir kültür hazinesi Türkiye... Osmanlı İmpartorluğu döneminde de tiyatro geleneği ortaoyunu, meddahı, Karagözü-Hacivatı ile çok dilli, çok kültürlü dokusunu korumuş, saraydan halka, halktan saraya bir köprü olmuştur. Cumhuriyetimizin kuruluşundan sonra bir Rönesans yaşandı adeta Türkiye’mizde.. Cumhuriyet kurumları ve kazanımları içinde, diğer sanat dalları ile birlikte, gerekli ve önemli yerini aldı tiyatro...

Lâik, demokratik cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk'ümüzün vurguladığı gibi: “Sanatsız kalmış bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Çünkü sanat, ülkenin çatısına destek veren temel dayanaklardan biridir.

Özgürlükçüdür, özgürlüktür tiyatro.. Işıktır.. Aydınlanmadır. Uygar insan düşünen, yorumlayan, araştıran, eleştiren, özgün insan olmalıdır. Ufkumuzu genişletmek, beynimizi ve ruhumuzu zenginleştirmek için tiyatro yaşamda vazgeçilmezlerden, olmazsa olmazlardandır.

Birey çağına tanıklık eder tiyatro aracılığıyla; sorar, sorgular. Güçlüdür tiyatro sanatı, çünkü anlatacak sözü vardır hep... Dinamiktir, enerjiktir tiyatro, en yalın eğitim aracıdır. Dil birliği bir ülkenin temel yapı taşlarındandır.... Her ülkede dilin en güzel kulllanıldığı yer tiyatro sahnesidir kuşkusuz. Günümüzde aşırı derecede yozlaşan Türk dili kullanımınının doğru çizgide gelişmesinde çok önemli bir rol üstlenir tiyatro.

Hoşgörü yoksunluğunun alabildiğine egemen olduğu ülkemizde olayların, sorunların şiddetle değil; anlatarak, anlaşarak çözülebileceğini vurgular tiyatro. Aydın insan şiddete başvurmayan insandır. Barışçıl bir dünya düşler tiyatro... Şiddetten uzak.. Bölücü değil; bütünleştiricidir, yıkıcı değil, yapıcıdır tiyatro.. Eleştirir, inceler, yanlışı, kötüyü haykırır yüzümüze.. Toplumun gelişmesine, değişmesine öncülük eder..

Ancak günümüzde ne yazık ki durum farklı. Nicel olarak zaten yetersiz kalan tiyatro salonları yıkılıyor, yok oluyor. Sanatın beşiği bu şehr-i İstanbul’da tam nitelikli tiyatro salonu sayısı her geçen gün azalmakta. Ödenekli tiyatrolar bile salonsuzluk sorunuyla karşı karşıya...

Tüm engellemelere ve zorluklara karşın, İstanbul gibi pek çok kültürün aynı potada eridiği böyle muhteşem bir kentte, bugün irili ufaklı mekanlarda üç yüze yakın oyun sergilenmekte... Pırıl pırıl, yetenekli gençler, mesleklerini sürdürebilmek adına, buldukları her delikte, dehlizde, kovukta, apartman katında, odasında, bodrumunda vurucu, etkileyici oyunlar sahnelemekte... Ne var ki bu alternatif mekanların çoğu da yıkılarak otel, alışveriş merkezi olma yolunda. İstanbul’daki karamsar tabloya karşın, neyse ki Anadolu’nun çeşitli kentlerinde giderek tiyatrolar yeşermekte.

Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde ekonomiden öte en önemli asal kriter kültür, sanat ve elbette tiyatrodur. Nüfusu iki milyonun altındaki AB ülkelerinde, kasabalarda bile opera, tiyatro varken bizde neden olmasın? Bu bağlamda, gelin her ile, her kasabaya bir tiyatro hayalini hedef belirleyelim. Bu hayal, yalnızca daha iyi eğitimle gerçekleşebilir.

Tiyatro aşktır, sevdadır, tutkudur, yaşam biçimidir. Haydi bizler de harekete geçelim, her ile, her kasabaya; tüm Anadolu’ya tiyatro tohumları serpelim... Gelin tiyatroya, bizimle birlikte yaşayın, YAŞATALIM...

Hep vardı TİYATRO.. Hep varolacak TİYATRO....


**********************
Türkiye Tiyatrolar Birliği
27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü Bildirisi


Haluk IŞIK
Yazar,Dramaturg, Yönetmen
Türkiye Tiyatrolar Birliği Dönem Eşsözcüsü

            Sanat Unuttukça, Kolay Oluyor Sanatı Unutturmak

            Tiyatro örgütü olduğunu yalnızca 27 Mart’ta anımsayanlar gibi, sade suya tirit bildirilerle yetinemeyiz. Sanatın yararları, tiyatronun yüceliği üstüne bayat sakızlar çiğneyemeyiz. Sanat ve sanatçı üstüne tanım arayışlarıyla oyalanamaz, sözü dolaştıramayız.
            27 Mart, bugünü doğru okuma, doğru anlama ve doğru bir duruş oluşturma gerekçesinden başka bir şey olamaz ve genelde sanat, özelde tiyatro için, kuşkusuz ortada kutlanacak bir durum da yoktur.
            Bugün, sanatsal ürünler yasaklanmakta, sanat emekçilerine her yönden saldırılmaktadır. Dolaylı ya da doğrudan sansür uygulamaları gün geçtikçe ağırlaştırılmakta, otosansür doğallaştırılmaktadır. Yapıtlar ya topyekun ortadan kaldırılmakta ya da içeriklerinin boşaltılması dayatılmaktadır. Sanatta işlenebilecek suç olmadığı unutularak, sanat emekçileri tutuklanmakta, yargılanmakta, mahkum edilmektedir. Zaten az sayıda olan, çoğu üretim ve paylaşım koşulları açısından elverişsiz sanat mekanları, çarçur edilmekte, rantiyenin doymazlığına kurban edilmektedir. Sanat kurumları geleceğe dair belirsizlik içindeyken, çalışanlarını da işsizlik sorunu beklemektedir. Özel tiyatroların bu fotoğraftaki yeri daha da düşündürücüdür. Bir yandan ticarethane muamelesiyle ağır ekonomik yaptırımlar uygulanırken, bir yandan üretim ve paylaşım açısından dayatılan sorunlar, özel tiyatroların yaşama koşullarını ortadan kaldırmaktadır. Yerel yönetimlerde ve eğitim kurumlarında amatör girişimler, her türlü engelle karşılaşmakta, sanatla uğraşmak neredeyse illegal bir eylem olarak görülmekte, örneğin isteği yalnızca salon olan üniversite öğrencilerine saldırılmaktadır.
Tarihsel süreç içinde darbelerin yardımıyla biriken, her adımda daha da ağırlaşan yasa ve uygulamaların, faşist anlayışların işini kolaylaştırdığı unutulmakta; sözgelimi yeni anayasa adına yapılan söz sarfiyatında, muğlak genellemeler dışında, kültür ve sanata dair tek bir söz işitilmemektedir.
             Bugün bol bol kullanılan açılım, dönüşüm, barış, demokrasi gibi kavramların somut karşılıklarını görmek için, hayatın ve sanatın ahvaline bakmak yetmektedir. Sanat ve sanatçı algısını yok etmeye uğraşan, muhalif olanı hedef gösteren ve bu bağlamdaki saldırıları görmezden gelip kışkırtan zihniyet, uygulamalarını her geçen gün yoğunlaştırmaktadır. Oyun kostümlerine müdahale etmekten, seyircilerin haremlik selamlık halinde oturtulmasına kadar pek çok vehamet, doğallaştırılmaya çalışılmaktadır.
            Bütün bunları ortadan kaldıracak güç, yine bizzat sanatta ve sanat emekçilerindedir. Kuşkusuz, öncelikle nitelikli ürünlerle, hayata ve sanata yakışmak gerekmektedir. Sözü estetiğe, estetiği söze kurban etmenin yararsızlığı ve sanata ne kadar zarar verdiği, yeterince kanıtlanmıştır. Sanatın demokratikleşmesi yolunda düşünce ve eylem üretirken, haksız rekabet ve kayıtdışılığın, “işi ve ekmeği” sanata bağlı olanlara verdiği zararlar unutulmamalıdır. Bugün kendini derin bir yalnızlık içinde hisseden sanat ve sanat emekçisi, hayatın içinde yalnız bıraktıklarına dair duyarsızlığını anımsamak, özeleştiri yapmak ve toplumun tüm kesimleriyle büyük buluşmalar gerçekleştirmek durumundadır.
            Tüm sanatsal örgütlenmeler ve buluşmalar, geçmişten ders çıkarmak, bugünü doğru okumak, yarına yönelik somut öneriler ve eylemler üretmek göreviyle karşı karşıyadır. Üretimdeki onurlu rekabet, mesleki işbirlikler ve toplumsal dayanışmalarla desteklenmek durumundadır. Üniversitelerin ilgili bölümlerinden demokratik kitle örgütlerine, sanat topluluklarından siyasi oluşumlara, kimse bu bağlamdaki görev ve sorumluklarından kaçamayacağını bilmelidir.
            Çünkü bugün, 27 Mart Dünya Tiyatro Gününde hayat ve sanat, hepimizin aynı gemide ve vahim bir geleceğe doğru sürüklendiğini, yeterince kanıtlamaktadır.
            Bütün bu gerçekleri sanat unuttukça, kolay olmaktadır sanatı unutturmak. Dersimize buradan başlamak, şimdi yürüdüğümüz yol uğruna bedel ödeyenlere, yakışmanın ve eklenmenin ön koşuludur.
            Hayat için dayanışmak, sanat için birleşmek! “Yeni bir dünya mümkündür!” diyen sanat emekçileri, bunu mutlaka gerçekleştirecektir.






27 Mart Dünya Tiyatro Günü Bildirisi / Dario Fo

Uzun zaman önce, varlıklarına katlanılamayan Commedia dell’Arte oyuncuları konusunu İktidar karara bağladı; kovalayıp ülkeden çıkardı onları.

Bugün oyuncular ve tiyatro toplulukları sahne, salon ve izleyici bulmakta güçlük çekiyorlar. Bütün neden kriz. O nedenle, iktidar sahipleri inceden inceye alay ederek seslerini duyuranların nasıl denetleneceği gibi sorunlarla uğraşmıyorlar artık. Zira oyuncuların ne yeri yurdu var, ne de seslenecekleri halk kitlesi. Rönesans İtalya’sında, tam tersine, iktidardakiler Commedianti’yi köşeye kıstırmak için hayli çaba harcamak zorundaydılar; çünkü yığınla izleyicisi vardı onların.

Commedia dell’Arte oyuncularının ülkeden büyük çıkışının karşı-Reformasyon yüzyılında gerçekleştiği biliniyor. O dönemde bütün tiyatro mekânlarının boşaltılması emredildi. Özellikle Roma’da oldu bu. Tiyatrolar o kentin kutsallığına zarar vermekle suçlanıyordu. Papa 12nci Innocent 1697 yılında burjuvazinin daha tutucu kanadının ve ruhban sınıfı çoğunluğunun ısrarlı baskısına boyun ederek Tordinona Tiyatrosu’nun yıkılmasını buyurdu. Ahlak bekçileri en çok müstehcen gösterinin orada sahnelendiğini iddia ediyorlardı.

Karşı-Reformasyon döneminde çabalarını Kuzey İtalya’da yoğunlaştırmış olan kardinal Carlo Borromeo ‘Milano çocukları’ dediği halkın günahkârlıktan kurtarılmasını hedef bellemişti kendine. Onun gözünde sanat ile tiyatro arasında açık bir ayırım vardı: Birincisi ruhsal eğitimin en yüksek kademesi, ikincisi ise ulviyete sırt çevirip ego kabartma uğruna boş işlerle uğraşmanın dışa vurumuydu. İşbirlikçilerine yazdığı bir mektupta görüşlerini mealen şöyle dile getiriyordu: “Bu meşum zararlı otun kökünü kazımayı dert edindik. Rezil konuşmalar içeren tekstleri yakmak için elimizden geleni ardımıza koymadık. Hepsini insanların belleğinden silmeye çalıştık. Aynı zamanda öyle yazıları baskıya dökerek yaymaya kalkanların peşine düştük. Ancak görünüşe bakılırsa anlaşılıyor ki biz uyanmamışken şeytan yepyeni bir kurnazlıkla çaba harcamış. Gözle görülen şey kitapta okunana kıyasla ruhun ne kadar derinliklerine nüfuz edebiliyor! Ağızdan çıkan sözle ve ona uyan hareketle ergenlerin ve gencecik kızların zihinlerinde yapılan tahribatın yanında kitaplardaki ölü sözcükler nedir ki. Bu nedenle, kentlerimizi istenmeyen ruhlardan temizlediğimiz gibi tiyatro icracılarından da kurtarmalıyız.”

Böylece görülüyor ki günümüzün krizini aşmak için de tek umut bizlere karşı büyük bir dışlama kampanyasının düzenlenmesidir. O seferberlik tiyatro sanatını öğrenmek isteyen genç insanlara yönelik olmalıdır özellikle. Sonuçta kovulan tiyatro icracılarından doğacak çağdaş Commedianti diasporasının böyle bir baskıdan akla hayale gelmedik yararlar sağlayarak yepyeni temsiller yaratacakları kuşkusuzdur.


21 Mart 2013 Perşembe

Nevruz Bayramı Tarihçesi






Nevruz, eski takvimlere göre yılın ve baharın ilk günüdür. Yeni takvime göre ise gece ve gündüzün eşit olduğumartın yirmi birine rastlamaktadır.

Nevruz, bütün Türk devlet ve topluluklarında bilinmektedir. Bir başka ifade ile Nevruz’u tanımayan, yaşatmayan, uygulaması bulunmayan herhangi bir Türk devleti veya topluluğu yoktur. Bu yönüyle Nevruz; birlik, beraberlik ve barışı ifade etmektedir. Türkiye’de Yılsırtı, Mart Dokuzu, Mart Bozumu, Sultan Nevruz, Gün Dönümü, Yeni Gün, Ölüler Bayramı, Nevruz isimleriyle

bilinmektedir.

Diğer Türk devletleri ve topluluklarında durum şöyledir: Altay Türkleri Cılgayak Bayramı; Azerbaycan Novruz, Ergenekon Bayramı, Bozkurt Bayramı, Ölüler Bayramı; Başkurt Türkleri Ekin Bayramı, Doğu Türkistan Yeni Gün, Baş Bahar, Gagavuzlar İlkyaz; Karaçay-Malkar Türkleri Gollü, Gutan, Saban Toy, Tegri Toy; Kazakistan Türkleri Navruz, Nevruz Bayramı, Nevruz Köce, Ulus Günü; Kazan Türkleri ve Karakalpaklar/Terekemeler Ergenekon Bayramı; Kırgızistan Türkleri Noruz; Kumuk Türkleri Yazbaş; Nogay Türkleri Navruz, Saban Toy; Özbekistan Türkleri Nevroz; Tatarlar Nevruz; Türkmenler Teze Yıl; Uygur Türkleri Yeni Gün adlarıyla bu güne özel bir önem vermektedirler.

Nevruzun Türk tarihinde ve kültüründe köklü bir geçmişi bulunmaktadır. Türklerin Ergenekon’dan çıkış gününün yirmi bir marta rastladığı kabul edilmektedir. On İki Hayvanlı Türk Takviminde yıl başı da aynı güne rastlamaktadır . Oğuz Kağan’ın bu günü kutsal saydığını ve bayram gibi törenlerle karşıladığı bilinmektedir. Türklerin Nevruz kutlamaları Eski Uygur Dönemi nesimlerine de konu olmuştur. Selçuklu Sultanı Sultan Celaleddin Melikşah, devrin uzay bilimcilerini Selçukluların başkenti İsfahan’da toplamış, kendi adıyla anılan Celali Takvimi’ni yaptırmıştır . Şemsi Takvim adıyla İran ve Afganistan’da kullanılan bu takvime göre yılbaşı yirmi bir marttır. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Nevruz gününü yılbaşı kabul etmiş, vergileri buna göre düzenlemiştir. Sultan kelimesinin Nevruzla birlikte kullanılması, padişahların halkla birlikte Nevruz kutlamalarına katılmasıyla ilgilidir. Ertugrul Gazi Törenleri, II. Abdülhamid zamanına kadar ( eski takvime göre) mart dokuzu yani Nevruz günü yapılmaktaydı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Ankara Keçiören’de 21 Mart 1922′de Ergenekon Bayramı ismiyle düzenlenen bir törene katılmıştır. Sovyetler Birligi’nin dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan Cumhuriyetleri’nde 21 Mart 1991′den itibaren Nevruz resmi bayram ilan edilmiş ve bayram kutlamaları devlet töreni durumuna getirilmiştir.

Nevruz kutlama ve uygulamaları Türk dünyasında genel olarak ortaklık arz etmektedir. Ateş kültü, su kültü ve atalar kültütemel inanışlardır. Sabahleyin ilk iş olarak ateş yakmak, dışarıda yakılan ateşin üzerinden atlamak gibi uygulamalar ateş kültü ile ilgilidir. Nevruz günü ikinci uygulama olarak çeşmeden su alınıp yola ve eve serpilmesi, geri kalan suyun ev halkınca içilmesi; ırmak, göl ve akarsuların kenarında törenler yapılması, su üzerinden atlanması ise su kültünü yansıtmakladır. Atalar kültü çerçevesinde bu günde eve uğurlu sayılan yaşlı bir kişi davet edilmekte, büyüklere ziyarete gidilmektedir. Mezarlıkta kutlamalar yapılıp atalar anılmaktadır.

Birkaç gün önce evlerin temizlenmesi, özel yemeklerin hazırlanması, yeni elbiseler alınması; Nevruz günü törenler çerçevesinde yapılan yarışmalar ve sportif karşılaşmalar, halk oyunları ve geleneksel seyirlik oyunlarının oynanması yine Türk dünyasının ortak uygulamalarıdır.

Türk Kültüründe Nevruz Bayramı

Gece ile gündüzün birbirine eşit olduğu her yılın 21 Martında kutlanan bayram, Türk toplulukları arasında dini bayram olmaktan çok, bir tabiat bayramı, bir kurtuluş bayramı olarak kabul edilmektedir

Yenigün’ü Türklerin Milattan yüzlerce yıl önce kutladıkları Çin kaynaklarında yazılıdır. Bu kaynaklarda belirtildiğine göre; Hun Türkleri, 21 Mart’ta türlü yemekler hazırlayarak kıra çıkar, kırlarda şenlikler düzenlermiş (Genç, 1995:15-23). ”Nevruz ateşi” yakılarak üzerinden atlanır. Aynı gün sabahın erken vakitlerinde suyun üzerinden atlama geleneği de vardır. Çünkü Türk kültüründe “ateş” ve ”Su” da arıtma/ temizlik, bolluk-bereket, canlılık/ dirilik sembolüdür. İslamiyet’ten önce Yenigün’ün başlangıcı ile ilgili birtakım inanışlar hayat bulmuştu. ‘ Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

1) Türklerin Ergenekon ‘dan çıkış günü 21 Mart gününe rastlamakta olup, Türk boylan bu günü “kurtuluş bayramı” olarak kutlamaktadır.
2) On iki hayvanlı eski Türk takviminde, gece ile gündüzün eşit olduğu 21 Mart günü “yılbaşı” olarak kabul edilmekte, bu günde yeni yıl kutlamaları yapılmaktaydı.
3) Kış mevsiminin sona erip baharın başladığı, tabiatın canlandığı/ dirildiği 21 Mart’ta, Türkler kışlaklardan yaylaklara göçmeye başlamakta ve bu günü “Bahar Bayramı” olarak kutlanmaktaydı.

Türkmenistan’ da Yenigün’ de doğanlara Nevruz, Nevgül, Tazegül.., gibi adlar verilir (Aşırov, 1996:110). Türkmenistan Türkleri, sıcaklığın toprağa girerek tohumların dirilmesine sebep olduğunu düşündükleri bu günü “diriliş günü” olarak kabul etmektedirler (Nurmemmet, 1996: 77)

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yenigün konusunda yüzlerce kitap yazıldı/yazılacak. Bütün bunlardan bir kere daha anlıyoruz ki, Yenigün bütün Türk Dünyası’nda çok eskilerden beri kutlanan köklü bir bayramdır; Türk boylarını birbirine yaklaştıran, ortak kültürümüzü oluşturan önemli unsurlardan biridir.

Nevruz’un Tarihi Kaynakları

En eski Türk bayramı olan Nevruz, Türkler aracılığıyla Avrasya’ya yayılmıştır. Eski Doğu geleneklerinin devamı olarak yaşamıştır. Çin kaynaklarına dayanarak Hunların milattan yüzlerce yıl önceleri 21 Mart’ta hazır yemeklerle kıra çıktıklarını, bahar şenlikleri yaptıklarını, bugün Nevruz kutlamalarındaki geleneklerin o zamanda da yer aldığını biliyoruz. Aynı gelenekler, Hunlardan sonra Uygurlarda da görülmüş ve bugüne kadar uzanmıştır.

Netice itibariyle görülmektedir ki, kaynağı neresi olursa olsun M.Ö. 3. Yüzyıldan, Mete Han zamanından beri Türklerde var olan bir bayram, bir bahar bayramı geleneğidir.

Nevruz Kutlamaları İle İlgili Adetler

Çeşitli adlarla ve yaygın olarak Nevruz adıyla kutlanan bu bahar bayramıyla ilgili olarak Türk topluluklarında çeşitli gelenekler meydana gelmiştir. Orta Asya’dan, Balkan Türkleri’ne ve hatta Amerika’daki Kızılderililerin yaşatılan âdetlerinde bu gelenekleri ve törenleri tespit edebiliyoruz.

K. K. Yudahin’in eserinden Kırgız Türkleri‘nde Nevruz gününün, Mart ayında olduğu ve yeni yılın ilk günü anlamına geldiği ifade edilir. Bu günde “Nouruz Köcö ” denilen özel bir yemek yaparlar. “Köcö”, darı yarması veya bulgur konulmak suretiyle yapılan bir nevi tirittir.

Kazak Türkleri de Kırgız Türkleri’nin yaptığı aşı pişirirler. Ayrıca Nevruz törenlerinde mevlit okuturlar. O günü evler baştanbaşa temizlenir, yeni elbiseler giyilir. Nevruz törenleri sırasında ev duvarlarına veya çeşitli eşyaların üzerine kil kaplar atılarak parçalanır. Ateş üzerinden atlanır. Çadırlar kurulup sofralar açılır.

Özbekistan‘ın Semerkant, Buhara, Andican taraflarında, Nevruz günü başlayan törenler bir hafta kadar devam eder. Halk bu törenlerde çadır çadır gezerek birbirlerinin bayramını kutlar. Bu ziyaretlerde ikram edilen yemek “aş” adı verilen pilavdır. Köpkarı, güreş, at yarışları, horoz dövüşleri gibi gösteriler düzenlenir.





Tacikistan‘da Nevruz Mart ayının başından, 21 Mart gününe kadar baharın gelişini ve tabiatın canlanmasını karşılamak amacıyla kutlanır. Nevruzda yenilen “Ş” harfi ile başlayan 7 yiyecekten süt; temizliği, tatlı; yaşama sevincini, şeker; serinlik ve dinlenmeyi, mum; ateşe tapınmayı, tarak; kadının güzelliğini temsil eder. İslâmeyetten sonra İslâmî geleneklere göre “Ş” ile başlayan 7 nesne bunların yerini almıştır.

Afganistan‘da Nevruz, Türkler arasında doğum günü olarak kutlanır. Bugün herkes en yeni elbiselerini giyerler. Kabir ve akraba ziyaretleri yapılır, güreş tutulur ve oğlak oyunu oynanır. İnsanlar arasındaki dargınlıkların kaldırılmasına çalışılır. Yeni yıla nasıl başlanırsa, yılın öyle geçeceğine inanılır.

Türkmenistan‘da Nevruz bayramında halk gününü ülkemizdeki dini bayramlara benzer bir şekilde geçinmekte, karşılıklı ev ziyaretleri yapılmakta, tebrik mesajları gönderilmektedir. Nevruz kutlamaları basın yayın organlarında geniş bir şekilde yer almaktadır.

Azerbaycan‘da her yıl Mart’ın 21/23′ünde, Nevruz bayramı büyük törenlerle kutlanır. Mezarlık ziyareti yapılır. Bu ziyaretlerde hazırlanan helva pilav ve diğer yiyecekler fakirlere dağıtılır. “Gapı Pusma”, “Suya Yüzük Atma”, “Su Başı”, “Baca Baca” adetlerinde uzun yılların gelenekleri çeşitli motif ve oyunlarla sürdürülür. Semeni göğertilir. Yani tohum çimlendirilir.

Anadolu sahasında da 21 Mart’ta büyük bir coşkuyla kutlamalar yapılmaktadır. Geçmişte o güne has olarak macunlar, şerbetler, hediyeler hazırlanarak devlet erkanı büyükten küçüğe, bunları birbirlerine takdim ederlerdi. Bu adetler günümüzde Mesir Macunu Şenlikleri adı altında hâlâ devam etmektedir. Anadolu’da Yörük Bayramı günümüzde de kutlanarak bu adeti yaşatmaktadırlar.

Güneydoğu Anadolu Bölgesi illerimizden Gaziantep ve çevresinde 22 mart gününe “Sultan Nevruz” adı verilir. Diyarbakır’da; Nevruz günü halk, eğlence ve mesire yerlerine giderek Nevruz’u kutlarlar. Kars ve çevresinde; bu tarihte kapı dinleme, baca baca adetleri görülür. Evde bulundurulan çeşitli meyvelerden baca baca gezenlere verilir.

Tunceli ve çevresinde; bu gün erkekler alınlarına kara sürerek su kaynaklarına giderler. Bu karaları orada temizleyerek dua ve niyazda bulunurlar. Özellikle Orta Anadolu’da Nevruz, “Mart Dokuzu” olarak bilinir. Diğer bölgelerdekine benzer kutlama adetleri yapılır. Nevruzla ilgili Anadolu’da görülen diğer gelenekler arasında, ağacın güneşten etkilenmemesi için ağaca bez bağlanarak yapılan “Mart ipliği” adeti ve özellikle Giresun’da “Mart Bozumu” adeti önem taşır.

Tekirdağ’da Nevruz soğukların sonu, baharın başlangıcı olarak kabul edilir ve “Nevruz Şenlikleri” adıyla kutlanır. İzmir, Uşak, Sivas ve Şebinkarahisar’da hemen hemen aynı geleneklerin devam ettiği görülür. Bilindiği üzere eski takvim Mart ayından başlardı. Mart ayının ilk on iki günü ayrı ayrı ayları temsil etmek suretiyle, o yıl içinde neler olacağı ilk on iki günden tespit olunurdu. O gün yedi çift, bir tek baş harfi “S” ile başlayan yiyeceklerden yenilmesi adettendir. 



Zeki Sarıhan
1922’DE ANKARA’DA GÖRKEMLİ NEVRUZ KUTLAMASI

Zeki Sarıhan
Yeni Mesaj gazetesinin 25 Mart 2013 tarihli sayısında Av. Gülseren Aytaç, “Yedi Gün” başlıklı yazısında Kurtuluş Savaşı Günlüğü kitabının 4. Cildinin 335. Sayfasındaki kısa bir bilgiyi aktararak 21 Mart kutlamalarından yakınıyor.
Kitaptan aktardığı cümle: 22 Mart 1922 günü Ankara’da Nevruz’un kutlanmasıyla ilgilidir ve 23 Mart 1922 günkü İkdam, Hâkimiyeti Milliye ve Yenigün gazetelerinin 23 Mart 1922 tarihli sayılarına atıf yapmaktadır.
Okuyuculara ilginç geleceği düşüncesiyle bu haberi Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yeniden okuyarak aşağıda vereceğim. Ankara Hükümeti Nevruz gününe nasıl bakıyordu? Bunu Kurtuluş Savaşı’nın zaferi için nasıl birleştirici bir gün olarak resmen kutluyordu? O zaman da Nevruz’un renkleri neydi? Bu haberden günümüz için de çıkarılacak dersler vardır.
Kurtuluş Savaşı yıllarında hükümetin yarı resmi yayın organı Hâkimiyeti Milliye’nin 21 Mart 1922 tarihli 461. Sayısında, birinci sayfada şu küçük haber yayımlanmıştır:
“Yarınki Resmi Geçit: Yarın Nevruz münasebetiyle şehrimizde bulunan kıtaat Büyük Millet meclisi önünde bir resmigeçit icra ettikten sonra şehri dolaşacaktır.”
Bu resmigeçidin ve kutlamanın haberi ise aynı gazetenin 23 Mart 1922 tarihli Perşembe günkü 463. sayısında verilmektedir. Metin aynen verilmektedir. Yalnızca eskimiş bazı sözcüklerin bugünkü karşılıkları ayraç içinde yazılmıştır
“RESMİGEÇİT
BÜTÜN GÖĞÜSLERİ KABARTACAK RDERECEDE
MUNTAZAM OLMUŞTUR
Nevruz ananevi ve halkımızın riayet ettiği bir teferrüc (gam dağıtma, gezinti) ve sürur (sevinç) günüdür. O kadim anane ve âdete teban (uyarak) dün askerlerimiz daha sabahtan şehir içinde harekete başlamışlardı.
Badezzeval (Öğleden sonra) saat birde Meclis önündeki meydanlığa Darülmuallimîn (Erkek Öğretmen Okulu) binası yanlarına, Taşhan önüne, Millet Bahçesi’ne kadın erkek birçok halk toplanmaya başlamışlardı.
Saat üçte Meclis’te bütün mebusan ve vekiller toplanmış olduğu gibi hariçte de binlerce halk içtima etmişti. Uzaktan Karaoğlan Çarşısı cihetinden mızıkası işitilmeye başlanınca kahraman askerlerimizi görmek için halktaki heyecan arttı.
Meclis kapısının önünde bir polis müfrezesi iki tarafı ahzı mevki etmişti (tutmuştu)
Meclis azası Meclis bahçesinde ve balkonlarda bulunuyorlardı.
Bando gelerek karşıda durdu ve resmigeçide karşı terennüme devam ediyordu.
Sırasıyla atideki (aşağıdaki) kıtalar gayet muntazam elbise, teçhizat ve kahramanlara yakışan vaz (duruş) ve intizam ile Meclis’in ve halkın alkışları arasında geçti.
1. 1. Esbsüvar (atlı) zabitan ve bir süvari kıtası.

2. 2. Gök sancakla bir piyade kıtası.

3. 3. Al sancakla bir piyade kıtası.

4. 4. Sarı sancakla yine bir piyade kıtası.

5. 5. Al yeşil sancakla yine bir piyade kıtası.

6. 6. Sıhhiye kıtası levazımatı sıhhiye ile.

7. 7. Yeşil sancakla makineli tüfek kıtası.

8. 8. Milli elbise ile pek mükemmel ve mücehhez Giresun maiyet gönüllü bölükleri.

9. 9. Merkez Taburu ve diğer piyade kıtası.

1 10. Mükemmel itfaiye kıyafeti ve levazımıyla itfaiye bölüğü

Resmigeçitten evvel kıtaatı askeriye kışlalarından hareketle Müdafaai Milliye Vekâleti’nde saat bir buçukta içtima etmişler ve Müdafaai Milliye Vekili Kâzım Paşa huzurunda resmigeçit yapmışlardır.[1]
Askerlerimiz saat iki buçukta Müdafaai Milliye’den hareketle Koyun Pazarı’nı takiben Karaoğlan Çarşısı’ndan Meclis önüne gelmişler ve İstasyon’a giden caddeden hareketle kışlalarına dağılmışlardır.”
(İkdam’daki haberin başlığı “Türklerin Kurtuluş Günü Ergenekon’un Ankara’da kutlanışı”dır. Yenigün’ün 22 Mart tarihli sayısında Kütahya Mebusu Besim Atalay’ın “9-22 Mart: Ergenekon Türklerin Kurtuluş Günü” başlıklı bir yazısı da vardır, Yakup Kadri’nin İkdam’daki yazısının başlığı da Nevruz’dur. )
Sonuçlar:
1. Kurtuluş Savaşı Ankara’sı geleneksel olarak kutlanan baharın gelişini hem Nevruz, hem Ergenekon Kurtuluş günü olarak kabul etmektedir.

2. Hükümet askeri geçitlerle kutlayarak bu güne resmî bir mahiyet vermiştir. Böylece gelenekle resmiyeti birleştirmiştir.

3. Nevruz’un renkleri olan yeşil, kırmızı ve sarı, askeri birliklerin sancaklarında yer almıştır.

18 Mart 2013 Pazartesi

Çanakkale Şehitlerine

Fotoğraf: "Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,   
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten atalarımız inerek öpse o temiz alnı değer."
BU DİZELERİ HATIRLADINIZ DEĞİL Mİ? ÇANAKKALE DESTANINI MEHMET AKİF'TEN DAHA MANALI YAZAN OLMUŞ MUDUR ACABA? ÇANAKKALE'Yİ MEHMET AKİF'TEN KUVVA-İ MİLLİYE'Yİ DE NAZIM HİKMET'TEN OKYACAKSIN ARKADAŞ! MEHMET AKİF'İN "ŞU BOĞAZ HARBİ" ŞİİRİ NE YAZIK Kİ ÇOCUK VE GENÇLERİMİZİN ANLAMASINDAN UZAK. OSMANLICA YAZILMIŞ DOĞAL OLARAK. BU ŞİİRİN BİR EDEBİYAT ÖĞRETMENİMİZ TARAFINDAN GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİ'NE UYARLANMASINI YARIN SABAH OKUYACAĞIM. İZLER MİSİNİZ?






ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE 

Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? 
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi 
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya 
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. 
Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 
Nerde gösterdiği vahşetle "bu: bir Avrupa'lı" 
Dedirir, yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, 
Varsa gelmiş, açılıp mahpesi, yahut kafesi! 

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak 
Boşanır sırtlara vadilere sağnak sağnak. 
Saçıyor zırha bürünmüş de namerd eller, 
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller. 

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, 
Sürü halinde gezerken sayısız teyyare. 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler,
Kahraman orduyu seyret ki, bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman? 
Hangi kuvvet onu, haşa edecek kahrına ram? 
Çünkü te'sis-i ilahi o metin istihkam 

Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar taşlar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar, 

Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor; 
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor! 

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker, 
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer. 
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi, 
Bedr'in aslanları ancak bu kadar şanlı idi. 
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? 
"Gömelim gel seni tarihe" desem sığmazsın. 
Hercümerc ettiğin edvara da yetmez o kitap 
Seni ancak ebediyetler eder istiab. 

"Bu taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına, 
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına, 

Sonra gök kubbeyi alsam da rida namiyle 
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramiyle 
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan 
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan. 
Sen bu avizenin altında bürünmüş kanına 
Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına. 
Türbedarın diye ta fecre kadar bekletsem, 
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem. 

Tüllenen magribi akşamları sarsam yarana, 
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana... 

Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber, 
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber. 
Mehmet Akif Ersoy




HEY ONBEŞLİ TÜRKÜSÜNÜN HAZİN HİKAYESİ

Hey onbeşli onbeşli... Bu türküyü hatırladınız mı? 'Onbeşli' türküsünün hazin hikâyesini biliyor musunuz? İşte size Onbeşli türküsünün hikayesi

Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı

Aslan yârim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi onyediye

Çanakkale Cephesi, sanki bir ölüm değirmeni gibiydi; tükettiği insanlar haddi hesabı aşmasına ve İngiliz generali Aspinall-Oglander’in “Gelibolu’daki kanlı muharebeler, Türk ordusunun çiçeğini bitirmiştir,” tespitinde ifadesini bulan -gerçekten de İngilizler şehit olan gençlerimizi, "çiçeğin tomurcuğu" ve "vakti gelmeden solan gül goncası"na benzetiyorlardı- koskoca bir eğitimli genç nesli yutmasına rağmen bir türlü doymak bilmiyordu.

O kadar ki cephede meydana gelen boşlukları doldurmak için, diğer cephelerden asker getirilemediğinden, en yakın çevreden başlayarak, 15 yaşın üstündeki eli silah tutan bütün gençlerin dahi, gönüllü olup olmadığına bakılmaksızın, Çanakkale’ye sevk edilmeleri alışılmış normal bir hadise haline gelmişti.

O günler, köyde, kasabada erkeğin kalmadığı, gücü kuvveti ve boyu posu yerinde olan herkesin asker olduğu ya da asker olmak zorunda kaldığı kara günlerdi.

Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı ordusunda insan kaybı öyle bir noktaya varmıştı ki Harbiye Nezareti, harp bütün hızıyla sürerken askerleri birkaç günlüğüne de olsa memleket iznine göndermeye gayret etmişti.

Çünkü harpte gün geçtikçe daha da artan kayıplar, nüfusun tükenmekte olduğu korkusunu doğurmuş ve savaşan askerler memleketlerine nüfusu çoğaltmak üzere gönderilmişlerdi.

Çanakkale Savaşı sırasında, İtilaf Devletlerinin Nisan 1915’ten itibaren kara çıkartmasına başlamalarıyla birlikte cephede takviye kuvvetlere ihtiyaç hâsıl olunca Sultan V. Mehmed Reşad 14 Mayıs 1331’de (27 Mayıs 1915) bir irade (emir) yayınlayarak, yukarıda sözünü ettiğimiz Askeri Mükellefiyet Kanunu’nda değişiklik yapmak ve lise talebelerini de cepheye çağırmak zorunda kalmıştı.

Sultan Reşad, yayınladığı iradede, Mükellefiyet Kanunu’nun 42. Maddesine ek olarak hazırlanan “kâtib-i sultaniye 10. sınıf müdaviminine mütedair (devam edenlere dair)” başlıklı fıkra hakkında şöyle geçici bir düzenleme yapma yoluna gitmişti:

“Madde 1: Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-u Muvakkatinin (geçici kanununun) 42. Maddesindeki fıkra atiye (geleceğe) tezyil (ertelenmiş) olunmuştur. Muayene-i intihaiye esnasında (muayene sonucunda) mekatib-i sultaniyenin (sultani mekteplerinin) onuncu sınıflarında bulunanlar da hizmet-i makzura (zikri edilen hizmet) hakkına nail olacaktır.”

Sultan V. Mehmed Reşad’ın iradesinden sonra Harbiye Nezareti de bir tebliğ yayınlayarak, 1314 (1896) doğumluların (yani 19 yaşındakilerin) henüz askerlik hizmetine çağrılmamışları ile 1315 (1897) doğumluların, bedenleri gelişmiş, harbe elverişli ve silah kullanmaya kabiliyetli olanlarından müsait bulunanların da kıtalara teslim olmalarını istemişti.

Padişahın ve Harbiye Nezaretinin bu çağrısı üzerine, Balıkesir, Bursa, Kütahya, Manisa, Adapazarı, İzmir, Aydın, Muğla ve Konya’nın, tahsilleri ve hayatlarının henüz başındaki bu yeni yetme gençleri, vatanın kendilerinden beklediği yüce vazifeyi hakkıyla ifa etmek azim ve inancıyla silâhaltına koşacaklardı.

Ekseriyeti 15 ila 19 yaşında olan bu genç bahadırların cepheye katılımları anısına Anadolu’da yakılan meşhur “Hey Onbeşli Onbeşli” adlı türküde de söz konusu durum çok acı ve dramatik bir dille anlatılmıştır. Burada sözü edilen “15’liler” 1315 doğumlulardır.

Yani 1 Haziran 1897 ile 22 Mayıs 1898 arasında doğan ve tam 18 yaşını doldurmuş olan gençlerdi. Türküde, bu 1315’li gençlerden şöyle bahsediliyordu:

Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı

Aslan yârim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi onyediye

Gidiyom gidemiyom
Az doldur içemiyom
Sevdiğim pek gönüllü
Koyup da gidemiyom


17 Mart 2013 Pazar

Mustafa Balbay

"Ben Türkiye’nin ciddi, ağırbaşlı ve bağımsız gazetesi olan Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Mustafa Balbay’ın eşiyim."
***Üç yazar...***
**************
Nilgün Cerrahoğlu
Tiranlığa Karşı Direniyoruz
Cumhuriyet Gazetesi
“Saygıdeğer konuklar,
Hukukun, demokrasinin ve insan haklarının ayaklar altına alındığı Türkiye’den gelerek sizlere selam ve saygılarımı sunuyorum.
Sizlere, dört yıldır zorbalık ve acı kuyusu bir hücrede hukuk, yaşam ve demokrasi mücadelesi veren bir gazetecinin eşi olarak seslenmek istiyorum.
Aile olarak yaşadıklarımızı sizlerle paylaşarak eşim ve ülkemle ilgili kaygılarımı dile getirmek amacındayım. Umarım sizlere Türkiye’nin 2013’te nasıl bir noktada olduğuna dair bir eskiz çizmeyi başarabilirim.
Ben Türkiye’nin ciddi, ağırbaşlı ve bağımsız gazetesi olan Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Mustafa Balbay’ın eşiyim.
Eşim 2008 yılında gazetemizin Ankara Temsilciliği’ni yürütmekteydi. Görevi gereği günleri Meclis, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı üçgeninde mekik dokuyarak geçerdi. Dönemin iktidarı şu anda da başta olan AKP idi. Basın özgürlüğünün giderek daraldığı bir ortamda eşim kimseye boyun eğmeden, özgürce gazeteciliğini yapmaya çalışıyordu.

‘Dört yıldır kâbusu yaşıyoruz’

Temmuz 2008’de eşim sanal bir örgütün üyesi olması nedeniyle gözaltına alındı. Evimizde yapılan beş saatlik aramalarda her yer tarumar edildi. Duvarlarımızdaki tablolara kadar her şey açıldı, savruldu. O zaman 8 yaşında olan kızım ve henüz 30 günlük oğlumla, emniyete götürülen eşimin arkasından bakakalırken ünlü ressam Edward Munch’un tablosundaki figürü aratmayacak bir haldeydim.
Balbay, tam beş gün 4 metrekare bir odada, ışıkta bekletilerek sorgulandı. Beşinci günün sonunda serbest bırakıldı.
Sonrasında Balbay, mesleğini yapmaya devam etti. Korkusuzca, çizgisinden sapmadan ve kaleminden ödün vermeden...
5 Mart 2009’da Ergenekon kâbusu bir kez daha kapımızı çaldı. Bu defa daha kararlıydı. Eşim Nazi toplama kamplarını aratmayan Silivri Cezaevi’ne konuldu. Aradan tam dört yıl geçti. Henüz evine, okurlarına, arkadaşlarına kavuşamadı.
Son iki yıldır sadece salgın hastalığı olan veya bir disiplin suçu işlemiş olanların sadece 10, en fazla 15 gün tutulduğu bir hücrede yaşıyor. Hücre sekiz metrekare. Tuvaleti ve banyosu içinde. Aynı muslukta çamaşır ve bulaşıklarını yıkıyor, diğer ihtiyaçlarını gideriyor. Haftada en az 1 saat olan diğer tutuklular ile buluşturulma hakkından faydalandırılmıyor. Koridorda yürürken sağa sola bakması, biriyle göz göze gelmesi dahi yasak.

‘Yaşadığımız hukuksuzluk’

Şimdi ‘Peki eşiniz ne suç işledi de bunları yaşıyor’ dediğinizi duyar gibiyim. Yanıtı çok basit ve utanç verici. Maalesef Türkiye’de muhalifsen, geniş kitleleri etkileyen bir entelektüel gücün varsa, demokrasiden, aydınlıktan yanaysan içeridesin.
Şu anda eşim için 2’şer ağır müebbet hapis cezası hükümeti cebir ve şiddet uygulayarak yıkmaya kalktığı için, 20 yıl halkı isyana teşvik ettiği için ve 10 yıl da varlığı hâlâ ispatlanamamış Ergenekon terör örgütüne üye olduğu için isteniyor.
Mahkemenin delil olarak önümüze koydukları ise nasıl bir hukuksuzluk yaşadığımızı açıkça ortaya koyuyor. Bilgisayarında bulunan notlar bize delil olarak dayatılıyor. Eşimin bilgisayarında bulunan notların emniyette alıkonduğu sırada silinip tahrif edilerek yeniden bilgisayarına yüklendiği bizim resmi bilim kurumumuzca tespit edildi, raporlandığı halde mahkeme delil olarak göstermekte kararlı. Diğer delil olarak sunulanlar ise gazetemizin santralından kaydedilen konuşmalar ve Balbay’ın yazdığı kitaplarındaki belgeler...”
(Konuşmanın devamı Zeynep Oral’ın köşesinde...)


Fotoğraf: "Ben Türkiye’nin ciddi, ağırbaşlı ve bağımsız gazetesi olan Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Mustafa Balbay’ın eşiyim."
***Üç yazar...***
      **************
Nilgün Cerrahoğlu 
Tiranlığa Karşı Direniyoruz
Cumhuriyet Gazetesi  
“Saygıdeğer konuklar,
Hukukun, demokrasinin ve insan haklarının ayaklar altına alındığı Türkiye’den gelerek sizlere selam ve saygılarımı sunuyorum.
Sizlere, dört yıldır zorbalık ve acı kuyusu bir hücrede hukuk, yaşam ve demokrasi mücadelesi veren bir gazetecinin eşi olarak seslenmek istiyorum.
Aile olarak yaşadıklarımızı sizlerle paylaşarak eşim ve ülkemle ilgili kaygılarımı dile getirmek amacındayım. Umarım sizlere Türkiye’nin 2013’te nasıl bir noktada olduğuna dair bir eskiz çizmeyi başarabilirim.
Ben Türkiye’nin ciddi, ağırbaşlı ve bağımsız gazetesi olan Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Mustafa Balbay’ın eşiyim.
Eşim 2008 yılında gazetemizin Ankara Temsilciliği’ni yürütmekteydi. Görevi gereği günleri Meclis, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı üçgeninde mekik dokuyarak geçerdi. Dönemin iktidarı şu anda da başta olan AKP idi. Basın özgürlüğünün giderek daraldığı bir ortamda eşim kimseye boyun eğmeden, özgürce gazeteciliğini yapmaya çalışıyordu.

‘Dört yıldır kâbusu yaşıyoruz’

Temmuz 2008’de eşim sanal bir örgütün üyesi olması nedeniyle gözaltına alındı. Evimizde yapılan beş saatlik aramalarda her yer tarumar edildi. Duvarlarımızdaki tablolara kadar her şey açıldı, savruldu. O zaman 8 yaşında olan kızım ve henüz 30 günlük oğlumla, emniyete götürülen eşimin arkasından bakakalırken ünlü ressam Edward Munch’un tablosundaki figürü aratmayacak bir haldeydim.
Balbay, tam beş gün 4 metrekare bir odada, ışıkta bekletilerek sorgulandı. Beşinci günün sonunda serbest bırakıldı.
Sonrasında Balbay, mesleğini yapmaya devam etti. Korkusuzca, çizgisinden sapmadan ve kaleminden ödün vermeden...
5 Mart 2009’da Ergenekon kâbusu bir kez daha kapımızı çaldı. Bu defa daha kararlıydı. Eşim Nazi toplama kamplarını aratmayan Silivri Cezaevi’ne konuldu. Aradan tam dört yıl geçti. Henüz evine, okurlarına, arkadaşlarına kavuşamadı.
Son iki yıldır sadece salgın hastalığı olan veya bir disiplin suçu işlemiş olanların sadece 10, en fazla 15 gün tutulduğu bir hücrede yaşıyor. Hücre sekiz metrekare. Tuvaleti ve banyosu içinde. Aynı muslukta çamaşır ve bulaşıklarını yıkıyor, diğer ihtiyaçlarını gideriyor. Haftada en az 1 saat olan diğer tutuklular ile buluşturulma hakkından faydalandırılmıyor. Koridorda yürürken sağa sola bakması, biriyle göz göze gelmesi dahi yasak.

‘Yaşadığımız hukuksuzluk’

Şimdi ‘Peki eşiniz ne suç işledi de bunları yaşıyor’ dediğinizi duyar gibiyim. Yanıtı çok basit ve utanç verici. Maalesef Türkiye’de muhalifsen, geniş kitleleri etkileyen bir entelektüel gücün varsa, demokrasiden, aydınlıktan yanaysan içeridesin.
Şu anda eşim için 2’şer ağır müebbet hapis cezası hükümeti cebir ve şiddet uygulayarak yıkmaya kalktığı için, 20 yıl halkı isyana teşvik ettiği için ve 10 yıl da varlığı hâlâ ispatlanamamış Ergenekon terör örgütüne üye olduğu için isteniyor.
Mahkemenin delil olarak önümüze koydukları ise nasıl bir hukuksuzluk yaşadığımızı açıkça ortaya koyuyor. Bilgisayarında bulunan notlar bize delil olarak dayatılıyor. Eşimin bilgisayarında bulunan notların emniyette alıkonduğu sırada silinip tahrif edilerek yeniden bilgisayarına yüklendiği bizim resmi bilim kurumumuzca tespit edildi, raporlandığı halde mahkeme delil olarak göstermekte kararlı. Diğer delil olarak sunulanlar ise gazetemizin santralından kaydedilen konuşmalar ve Balbay’ın yazdığı kitaplarındaki belgeler...”
(Konuşmanın devamı Zeynep Oral’ın köşesinde...)

Zeynep Oral

Tiranlığa Karşı Direniyoruz
Cumhuriyet Gazetesi 
(Sevgili okurlar, Gülşah Balbay’ın konuşması, Nilgün Cerrahoğlu’nun bıraktığı yerden devam ediyor.) 

“Değerli dinleyiciler, geçen 11 Mart’ta Ergenekon duruşmalarının 277’ncisi yapıldı. 4 yıldır süren yargılamalar boyunca yaklaşık 3000 saati yargıç karşısında geçti. Hem de aç ve susuz. Hem de iddianameyle ilgisiz sorulara maruz kalarak. Eminim tiyatro yazarı Henrik İbsen yaşasaydı ve Silivri Cezaevi’nin içinde yapılan duruşma salonunda bir gün bulunsaydı yeni bir oyun yaratmak için ilham konusunda zorlanmazdı.
İnsan ömrünün okumaya yetmeyeceği kadar klasörlerin yer aldığı, sanıkların savunma haklarının gasp edildiği bir davadan ne kadar adil bir karar çıkacağı meçhul. Davanın tam gaz başlamasında sireni çaldıran Tuncay Güney denen şahsın ‘Ergenekon bir projeydi’ açıklamasından sonra Silivri’nin kapılarını açmak için nedir beklenen bilemiyorum.
Adaletin, hukukun olmadığı bir ülkede dışarıda olan bizler bile kendimizi özgür hissedemiyoruz. Adaletin olmadığı yerde tiranlık başlar. Biz bu tiranlığa karşı tüm gücümüzle direniyoruz.

O bir gazetecidir

Basın özgürlüğü diğer özgürlüklerin emniyet supabıdır. AKP hükümeti bizzat kendi eliyle onu kısmıştır. Bu, diktatörlükten başka bir şey değildir. Şu anda 100’e yakın gazeteci içerde. İktidarın gözünde hepsi terörist.
77 masumu gözünü kırpmadan öldüren faşist katil Breivik bile yargılanırken bizim ülkemizdeki tutuklu gazetecilerden çok daha fazla hakka sahipti. Bunları dile getirirken ülkem için acı ve utanç duyumsamasının içinde boğuluyorum.
Eşim hukuk arayışını ve mücadelesini, kalemini elden bırakmadan siyasal alanda verme kararı aldı. Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt Cumhuriyet Halk Partisi’nden iki sene önce seçime girdi ve İzmir milletvekili oldu.
Balbay bu yolla Türk kamuoyunun vicdanında çoktan beraat etmiştir.
Eşim suçsuzdur. O bir gazetecidir. Onun gönlünde çok sevdiği mesleği ve gazetesi Cumhuriyet yatmaktadır. Mesleğini özgürce yapabileceği günleri özlemle beklemektedir.

Yitik bir toplum olduk

Benim ülkemde faili meçhul cinayetlere kurban giden gazeteciler oldu. Ancak şimdi gazeteciler mermiyle, bombayla değil hukuk yoluyla katlediliyor.
Yahudilerin Nazi döneminde toplama kamplarına gidecek olan trene sessiz sedasız binişi gibi aydınlarımızda kaderine boyun eğmenin verdiği suskunluk var. Edilgen, yabancılaşmış, yitik bir toplum olduk. Herkes sıra bana ne zaman gelecek kaygısında.
Yıllar önce ülkemde komünizm düşmanlığı yaratılmıştı. Muhalif yazarlara, sanatçılara ‘Sen komünistsin, içeri!’ denilirdi. Şimdiyse iktidarı eleştiren gazetecilere, öğrencilere, avukatlara, akademisyenlere ‘Sen teröristsin, haydi Silivri’ye!’ deniliyor.
(Devamı Işıl Özgentürk’ün köşesinde...)

Işıl Özgentürk

Tiranlığa Karşı Direniyoruz
Cumhuriyet Gazetesi 
(Zeynep Oral’ın bıraktığı yerden devam ediyorum.)


“Sevgili konuklar,

AKP iktidarı süresince demokrasimiz tam manasıyla geri viteste. Uluslararası alanda hukuk ve demokrasi konularında duyarlı pek çok örgüt tarafından ülkemizde yaşanan anti-demokratik anlayışla ilgili rapor hazırlandı. Türkiye ile yakından ilgilenen, daha önce ülkenizin başbakanlık ve dışişleri bakanlığı görevlerini yürütmüş olan şimdi Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland, özellikle Türk yargısındaki zihniyetin değişmesi gerektiğini vurguluyor. Türkiye’deki demokrasinin, ifade özgürlüğünün Avrupa standartlarının çok uzağında olduğunun altını çiziyor.

Benim eşim tutukluluğunun beşinci yılına girdi. O cezaevine konulduğunda kızım 8 yaşındaydı, şimdi 12 oldu. Oğlum kucağımda 8 aylık bebekti, şimdi beş yaşında. Haksız yere hepimizin hayatından dört yılımız çalındı.

Eşimle haftada bir kez 10 dakika telefonla konuşabiliyoruz.

Ayda üç kez kapalı görüş yapabiliyoruz. Aranızdan ‘Geceyarısı Ekspresi’ni izleyenler bilir. 400 santimetrekare, kalın çift camlı bölmeden telefon yardımıyla görüşebiliyoruz.

Ayda bir kez de açık görüş hakkımız var. Bizim için mutluluk ayda sadece 45 dakika.

Her görüşe giderken tüm tutuklu yakınları üç kez aranıyoruz. Kadınlar pedleri, çocuklar bezlerine kadar kontrol ediliyor. Görüş kapalı yapılacak olsa dahi...

Tüm bu insan haklarına aykırı uygulamalar, beni içeride çürütülmek, bitirilmek istenen eşimi ziyarete gitmekten alıkoyamadı. Her çarşamba 600 km yolu aynı gün gidip geliyorum, yorulmadan. Beni asıl yoran tüm bu yaşadığımız zulme siyasilerin kayıtsız kalması...

Değerli dostlar,

Bildik bir Norveç atasözüdür:

‘Yalan dört nala gider, gerçek adım adım yürür, fakat gene de vaktinde yetişir.’

Şunu söylemeliyim ki, ülkemizde Ergenekon yalanı dört nala gitti. Gerçek, kaplumbağa hızında yürüyor. Vaktinde yetişemese de ortaya çıkmasında ve bu haksızlığın sona ermesinde sizlerden duyarlılık bekliyorum.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.”

Yağmur Balbay’ın konuşması:

“Değerli büyüklerim,

Benim adım Yağmur Balbay. Ben gazeteci Mustafa Balbay’ın kızıyım. 12 yaşındayım.

Dört yılımı babama hasretle geçirdim. Babamın hapse alındığı ilk yıllar benim için çok zor geçti. Okulda arkadaşlarım tarafından teröristin kızı damgasını yedim. Ne zaman ki Ergenekon davasının bir tertip olduğu Türk kamuoyunca anlaşıldı, benim hayatım da düzeldi. Şu anda herkesçe sevilen bir kızım. Ama yine de mutlu değilim. Çünkü babam yanımda değil. Onu yanımda görmek istiyorum.

Karıncayı bile incitmeye çekinen babam, nasıl oluyor da cebir ve şiddet yoluyla hükümeti devirmekten suçlanır, anlayamıyorum. Bizim evimize oyuncak silah dahi girmemişken nasıl babam terörist olarak yargılanır, kabul edemiyorum.

Babam ve benim her sene bir ülkeyi gezme hayalimiz vardı. Bu güzel ülkeniz Norveç’e de babamla seyahat için gelmeyi ne çok isterdim. Ama çocukluğumu karartan ve beni babamdan ayıran bu hayal ürünü terör örgütü üyeliğine isyanımı sizlerle paylaşmak ve babamı kurtarmanızı istemek için geldim.

Dileğim, hiçbir çocuğun haksız yere babasından ayrı kalmaması...

Teşekkür ederim.”


Norveç Gazetecilik Enstitüsü ( Institutt for Journalistikk / The Norwegian Institute of Journalism ) tarafından Cuma günü Tonsberg kentinde düzenlenen “Özgür Medya Konferansı”na; Mustafa Balbay’ın kızı Yağmur Balbay ve eşi GülşahBalbay’ın konuşmaları damga vurdu.
YAĞMUR BALBAY: BABAMI KURTARIN
"Değerli büyüklerim,
Benim adım Yağmur Balbay. Ben Gazeteci Mustafa Balbay’ın kızıyım. 12 yaşındayım.
Dört yılımı babama hasretle geçirdim. Babamın hapse alındığı ilk yıllar benim için çok zor geçti. Okulda arkadaşlarım tarafından teröristin kızı damgasını yedim. Ne zaman ki Ergenekon Davası‘nın bir tertip olduğu Türk kamuoyunca anlaşıldı benim hayatım da düzeldi. Şu anda herkesçe sevilen bir kızım. Ama yine de mutlu değilim. Çünkü babam yanımda değil. O’nu yanımda görmek istiyorum.
Karıncayı bile incitmeye çekinen babam, nasıl oluyor da cebir ve şiddet yoluyla hükümeti devirmekten suçlanır, anlayamıyorum. Bizim evimize oyuncak silah dahi girmemişken nasıl babam terörist olarak yargılanır, kabul edemiyorum.
Babam ve benim her sene bir ülkeyi gezme hayalimiz vardı. Bu güzel ülkeniz Norveç’e de babamla seyahat için gelmeyi ne çok isterdim. Ama çocukluğumu karartan ve beni babamdan ayıran bu hayal ürünü terör örgütü üyeliğine isyanımı sizlerle paylaşmak ve babamı kurtarmanızı istemek için geldim.
Dileğim hiçbir çocuğun haksız yere babasından ayrı kalmaması...
Teşekkür ederim."
GÜLŞAH BALBAY: TİRANLIĞA KARŞI DİRENİYORUZ
“Saygıdeğer konuklar,
Hukukun, demokrasinin ve insan haklarının ayaklar altına alındığı Türkiye’den gelerek sizlere selam ve saygılarımı sunuyorum.
Sizlere, dört yıldır zorbalık ve acı kuyusu bir hücrede hukuk, yaşam ve demokrasi mücadelesi veren bir gazetecinin eşi olarak seslenmek istiyorum.
Aile olarak yaşadıklarımızı sizlerle paylaşarak eşim ve ülkemle ilgili kaygılarımı dile getirmek amacındayım. Umarım sizlere Türkiye’nin 2013’te nasıl bir noktada olduğuna dair bir eskiz çizmeyi başarabilirim.
Ben Türkiye’nin ciddi, ağırbaşlı ve bağımsız gazetesi olan Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapan Mustafa Balbay’ın eşiyim.
Eşim 2008 yılında gazetemizin Ankara Temsilciliğini yürütmekteydi. Görevi gereği günleri Meclis, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı üçgeninde mekik dokuyarak geçerdi. Dönemin iktidarı şu anda da başta olan AKP idi. Basın özgürlüğünün giderek daraldığı bir ortamda eşim kimseye boyun eğmeden özgürce gazeteciliğini yapmaya çalışıyordu.
“MUNCH’IN TABLOSUNDAKİ GİBİYDİM”

 Temmuz 2008’de eşim sanal bir örgütün üyesi olması nedeniyle gözaltına alındı. Beş saatlik yapılan evimizdeki aramalarda her yer tarumar edildi. Duvarlarımızdaki tablolara kadar her şey açıldı, savruldu. O zaman 8 yaşında olan kızım ve henüz 30 günlük oğlumla Emniyete götürülen eşimin arkasından bakakalırken ünlü ressam Edward Munch’ın tablosundaki figürü aratmayacak bir haldeydim.
Balbay, tam beş gün 4 metrekare bir odada , ışıkta bekletilerek sorgulandı. Beşinci günün sonunda serbest bırakıldı.
Sonrasında Balbay, mesleğini yapmaya devam etti. Korkusuzca, çizgisinden sapmadan ve kaleminden ödün vermeden...
5 Mart 2009’da Ergenekon kabusu bir kez daha kapımızı çaldı. Bu defa daha kararlıydı. Eşim Nazi Toplama kamplarını aratmayan Silivri Cezaevi’ne konuldu. Aradan tam dört yıl geçti. Henüz evine, okurlarına, arkadaşlarına kavuşamadı.
Son iki yıldır sadece salgın hastalığı olan veya bir disiplin suçu işlemiş olanların sadece 10 en fazla 15 gün tutulduğu bir hücrede yaşıyor. Hücre sekiz metre kare. Tuvaleti ve banyosu içinde. Aynı muslukta çamaşır ve bulaşıklarını yıkıyor, diğer ihtiyaçlarını gideriyor. Haftada en az 1 saat olan diğer tutuklular ile buluşturulma hakkından faydalandırılmıyor. Koridorda yürürken sağa sola bakması, biriyle göz göze gelmesi dahi yasak.
O NOTLAR TAHRİF EDİLDİ
Şimdi “Peki eşiniz ne suç işledi de bunları yaşıyor?” dediğinizi duyar gibiyim. Yanıtı çok basit ve utanç verici. Maalesef Türkiye’de muhalifsen, geniş kitleleri etkileyen bir entelektüel gücün varsa, demokrasiden , aydınlıktan yanaysan içeridesin.
Şu anda eşim için ikişer ağır müebbet hapis cezası hükümeti cebir ve şiddet uygulayarak yıkmaya kalktığı için, 20 yıl halkı isyana teşvik ettiği için ve 10 yıl da varlığı hala ispatlanamamış Ergenekon Terör örgütüne üye olduğu için isteniyor.
Mahkemenin delil olarak önümüze koydukları ise nasıl bir hukuksuzluk yaşadığımızı açıkça ortaya koyuyor. Bilgisayarında bulunan notlar bize delil olarak dayatılıyor. Eşimin bilgisayarında bulunan notların emniyette alıkonduğu sırada silinip tahrif edilerek yeniden bilgisayarına yüklendiği bizim resmi bilim kurumumuzca tespit edildi, raporlandığı halde mahkeme delil olarak göstermekte kararlı. Diğer delil olarak sunulanlar ise gazetemizin santralinden kaydedilen konuşmalar ve Balbay’ın yazdığı kitaplarındaki belgeler...

TİRANLIĞA KARŞI DİRENİYORUZ
Değerli dinleyiciler, geçtiğimiz 11 Mart’ta Ergenekon duruşmalarının 277. si yapıldı. 4 yıldır süren yargılamalar boyunca yaklaşık 3000 saati yargıç karşısında geçti. Hem de aç ve susuz. Hem de iddianemeyle ilgisiz sorulara maruz kalarak. Eminim tiyatro yazarı Henrik İbsen yaşasaydı ve Silivri Cezaevinin içinde yapılan duruşma salonunda bir gün bulunsaydı yeni bir oyun yaratmak için ilham konusunda zorlanmazdı.
İnsan ömrünün okumaya yetmeyeceği kadar klasörlerin yer aldığı, sanıkların savunma haklarının gasp edildiği bir davadan ne kadar adil bir karar çıkacağı meçhul. Davanın tam gaz başlamasında sireni çaldıran Tuncay Güney denen şahsın “Ergenekon bir projeydi” açıklamasından sonra Silivri’nin kapılarını açmak için nedir beklenen bilemiyorum.
Adaletin hukukun olmadığı bir ülkede dışarıda olan bizler bile kendimizi özgür hissedemiyoruz. Adaletin olmadığı yerde tiranlık başlar. Biz bu tiranlığa karşı tüm gücümüzle direniyoruz.

EŞİM SUÇSUZDUR

Basın özgürlüğü diğer özgürlüklerin emniyet subabıdır. AKP hükümeti bizzat kendi eliyle onu kısmıştır. Bu diktatörlükten başka bir şey değildir. Şu anda 100’e yakın gazeteci içerde. İktidarın gözünde hepsi terörist.
77 masumu gözünü kırpmadan öldüren faşist katil Breivik bile yargılanırken bizim ülkemizdeki tutuklu gazetecilerden çok daha fazla hakka sahipti. Bunları dile getirirken ülkem için acı ve utanç duyumsamasının içinde boğuluyorum.
Eşim hukuk arayışını ve mücadelesini, kalemini elden bırakmadan siyasal alanda verme kararı aldı. Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt Cumhuriyet Halk Partisi’nden iki sene önce seçime girdi ve İzmir Milletvekili oldu.
Balbay bu yolla Türk kamuoyunun vicdanında çoktan beraat etmiştir.
Eşim suçsuzdur. O bir gazetecidir. O’nun gönlünde çok sevdiği mesleği ve gazetesi Cumhuriyet yatmaktadır. Mesleğini özgürce yapabileceği günleri özlemle beklemektedir.
KOMÜNİSTLİKTEN TERÖRİSTLİĞE

Benim ülkemde faili meçhul cinayetlere kurban giden gazeteciler oldu. Ancak şimdi gazeteciler mermiyle bombayla değil hukuk yoluyla katlediliyor.
Yahudilerin Nazi Döneminde toplama kamplarına gidecek olan trene sessiz sedasız binişi gibi aydınlarımızda kaderine boyun eğmenin verdiği suskunluk var. Edilgen, yabancılaşmış, yitik bir toplum olduk. Herkes sıra bana ne zaman gelecek kaygısında.
Yıllar önce ülkemde komünizm düşmanlığı yaratılmıştı. Muhalif yazarlara, sanatçılara “Sen komünistsin, içeri!” denilirdi. Şimdiyse iktidarı eleştiren gazetecilere, öğrencilere, avukatlara, akademisyenlere “Sen teröristsin, haydi Silivri’ye!” deniliyor.
AKP iktidarı süresince demokrasimiz tam manasıyla geri viteste. Uluslararası alanda hukuk ve demokrasi konularında duyarlı pek çok örgüt tarafından ülkemizde yaşanan anti-demokratik anlayışla ilgili rapor hazırlandı. Türkiye ile yakından ilgilenen, daha önce ülkenizin başbakanlık ve dışişleri bakanlığı görevlerini yürütmüş olan şimdi Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland özellikle Türk Yargısı’ndaki zihniyetin değişmesi gerektiğini vurguluyor. Türkiye’deki demokrasinin, ifade özgürlüğünün Avrupa standartlarının çok uzağında olduğunun altını çiziyor.

KADINLAR PEDLERİ ÇOCUKLAR BEZLERİNE KADAR ARANIYOR

Sevgili konuklar,
Benim eşim tutukluluğunun beşinci yılına girdi. O cezaevine konduğunda kızım 8 yaşındaydı şimdi 12 oldu. Oğlum kucağımda 8 aylık bebekti şimdi beş yaşında. Haksız yere hepimizin hayatından dört yılımız çalındı.
Eşimle haftada bir kez 10 dakika telefonla konuşabiliyoruz.
Ayda üç kez kapalı görüş yapabiliyoruz. Aranızda “Geceyarısı Ekspresi”ni izleyenler bilir. 400 santimetrekare, kalın çift camlı bölmeden telefon yardımıyla görüşebiliyoruz. 
Ayda bir kez de açık görüş hakkımız var. Bizim için mutluluk ayda sadece 45 dakika.
Her görüşe giderken tüm tutuklu yakınları üç kez aranıyoruz. Kadınlar pedleri, çocuklar bezlerine kadar kontrol ediliyor. Görüş kapalı yapılacak olsa dahi...
Tüm bu insan haklarına aykırı uygulamalar beni içeride çürütülmek, bitirilmek istenen eşimi ziyarete gitmekten alıkoyamadı. Her Çarşamba 600 km yolu aynı gün gidip geliyorum yorulmadan. Beni asıl yoran tüm bu yaşadığımız zulme siyasilerin kayıtsız kalması...
Değerli dostlar,
Bildik bir Norveç Atasözüdür:
Yalan dört nala gider, gerçek adım adım yürür, fakat gene de vaktinde yetişir.
Şunu söylemeliyim ki ülkemizde Ergenekon yalanı dört nala gitti. Gerçek kaplumbağa hızında yürüyor. Vaktinde yetişemese de ortaya çıkmasında ve bu haksızlığın sona ermesinde sizlerden duyarlılık bekliyorum.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim”

Odatv.com