31 Aralık 2011 Cumartesi

NOEL BAYRAMININ KÖKENİ -MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ




Noel bayramının kökeni....
İnanabilir misiniz, yüzyıllardır Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramının, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramı olduğuna? Nereden nereye, inanılacak gibi değil, değil mi? Ben de ne yazık ki, yeni öğrendim.

Bu senenin galiba ilk başlarında idi Adnan Atabek imzalı bir e-mail aldım. Çok ilginç gelmişti, Hıristiyanların Noel bayramını tamamıyla Türklerden almış olduğunu gösteriyordu. Fakat üzerinde durmaya vaktim olmadı, hem de Noel zamanına doğru ele almayı düşünmüştüm. Bu arada Türk devletlerinden başka birilerine aynı konuyu bilip bilmediklerini sordum. Bana İran'ın Azerbaycan bölgesinden İsmail Bey'den yanıt geldi, verdiği yanıt birebir aynı olmasa da çok uyduğunu gördüm.  Olay şöyle:

Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Bunun tepesi, gökyüzünde oturan Tanrı Ülgen'in sarayına kadar uzanıyor, buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Ülgen, insanların koruyucusu, o sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi, gündüzü, güneşi yönetiyor. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor Türklerde. Bayramın adı Nargudan, nar=güneş, tugan, dugan=doğan. Doğan güneş. Astronomik olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşi geri verdi diye Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya
gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. İnanca göre bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş. Bu bayram için, evler
temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.

Yazılana göre akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş.  Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden bu olayın Türklerden  Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden
sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok. Doğum, güneşin yeniden doğuşu.

Meydan Larousse'da, İsa evrenin nuru olarak algılanıyor ve bu olayın  Pagan halklardan alınıp İsa'ya yakıştırıldığı yazılıyor. İnternette yazılanlara göre, İmparator Konstantin (324-337) zamanında İznik'te toplanan konsülde,  22 Aralık'ta güneşin doğumu için yapılan bu Pagan Bayramı'nı İsa'nın  doğumu olarak 24 Aralık'a alınıyor ve Noel Bayramı deniliyor. Batı
kilisesi ise, yani Katolikler 25 Aralık'ta kutluyorlarmış bunu. Çam süsleme ise ilk 1605'te Almanya'da görülüyor, oradan Fransa'ya geçiyor.

Ne kadar ilginç değil mi? Batı, en büyük bayramını göçebe, ilkel olarak tanımladığı Türklerden yürütmüş. Yeni yapılmakta olan çalışmalarla Batı'ya Türklerden kimbilir daha nelerin geçtiği ortaya çıkacak? Belki de yazının ve dillerin anası Türkler olduğu kanıtlanacak.

Muazzez İlmiye Çığ 18.12.2007

ÇAM SÜSLEME GELENEĞİ

Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.  Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.  Buna hayat ağacı diyorlar.   Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.

Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı
22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar.   Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.

Bayramın adı Nargudan.   (nar=güneş, tugan, dugan=doğan)    Doğan güneş
Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.  Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.

Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş.  Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden bu olayın Türklerden  Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor.  İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok.
Doğum, güneşin yeniden doğuşu.                          
 
 Sümerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ
 

28 Aralık 2011 Çarşamba

TURNUSOL MEVSİMİ

PATİKA
HALUK IŞIK
Turnusol Mevsimi

Perşembe gecesi, Eşrefpaşa Selahattin Akçiçek Kültür ve Sanat Merkezinin, balkon hissi veren girişinden İzmir’e baktın. İnce telli yağmur altında, yorgun ve yaşlı bir terzinin kolundaki iğneliğe benziyordu. Orasında burasında değişik renklerde üç beş iğne başı, geçen gün bitmiş bir gelinlikten iki üç sırma tel ve sayısız iğnenin kim bilir hangi cekete, gömleğe, eteğe, yani kaç hayata ilişip, geride bıraktığı pençe pençe karanlıklar. Binlerce yıllık kadim iğnelik, İzmir’di ve işte bu kadardı. 
Rıfat Ilgaz’ın “Karartma Geceleri”ni anımsatıyordu manzara. Ya da yorgun ve yaşlı bir terzi, titrek sarı lamba altında bir çocuğa yeni yıl elbisesini dikerken, tozlu pencereden nasıl görünürse, işte öyleydi. “Yalnızlık ne ki, sen asıl kimsesizliğe bak” diye başlayan şiirler yazılabilirdi bu saatte. “Ben kendimi anlatamadım, bu bana ders olsun. Ama siz de beni anlayamadınız, bu da size ders olsun” diye başlayan bir 21. Yüzyıl söylevi çekmek kolaydı ve haklılık için yeterince gerekçe vardı. Tevfik Fikret’in Sis’i yazarken İstanbul’a dair ruh halini giyip, bir ömür tüketilmiş sokaklarında, paldır küldür yürümek ve sonra Bayraklı dağlarını aşıp, çekip gitmek de vardı. Giderken İzmir’in duvarlarına şunları yazsan, sana benzeyen kaç kişinin söyleyemediğini dillendirmiş olabilirdin acaba; “Kadıdan daha cevval, cellattan daha telaşlı, mezarcıdan daha hevesli olmak, size ne kazandırdı?”
Oğuz Atay, çıkıverseydi şimdi Poligon yokuşundan. İkiçeşmelik başındaki ucuz meyhanelere gitseydiniz, hazin ve korkunç bir şarkıya tutunarak, turnusol zamanlardan söz etseydiniz. Ah sevgilim İzmir! Senden kaç kişi kalacak bende ve benden ne kalacak senin kalbinde? Yakınmana yanıt verseydi dostun; “Sonunda bunu da yaptınız insanlarım!”
Oysa şimdi nelerden söz edebilirdin. Şadan Gökovalı örneğin, geçenlerde Konak Belediyesinin saygıdeğer etkinlik dizisi “Ustaya Saygı” bağlamında selamlandı. Sana oyun yazarlığında ilk ödülü muştulayan insandır. Mitolojinin bir “masal” değil, tarihe doğaya insana dokunmanın önsözü olduğunu öğretendir. Elinde büyüdüğün ve ne çok şey öğrendiğin insanlardan biridir. Elbette Cevat Şakir’dir, Azra Erhat’tır, Eyüboğlu’dur. Taşıdığı ve tanıttığı kişiselliklere bir bak, dört yanını sarmaya yeltenen işgaliye güruhuna bir bak. Değiyorlar mı bunca incinme ve kırılganlığa?
Oysa şimdi neler bekliyor anılmayı ve anlatılmayı. Orhan Beşikçi’nin “Basmane Günlüğü”nü okudun, anlatsana bir kentin rüya dolu bir semti nasıl yazılır ve mutlaka okunması gerekir. Emeğine selam olsun Beşikçi’nin. 
Geçen hafta, bir ülkenin gençlerini ne hale getirdiğine dair yakınmıştın. Elbette gençlik oldukça, umut tükenmezdi. Sana bunu, bir de İzmir İleri teknoloji Enstitüsü’nün “Uzak” dergisi kanıtladı. O dergiye emek verenlerden, Yasemin’den, Ferit Deniz’den, Cem’den, Müge’den, Cansu’dan ve nicesinden söz etsene. 
Gel, Babaannemizin dediğince hayra yoralım ahvali. Diyelim ki, “Öyledir, cezasız kalmaz böylesi demlerde hiçbir iyilik, emek ve samimiyet.” Sonra ekleyelim, bir turnusol mevsimi yaşadık işte, ayıkladı molozu, çamuru, cürufu. İşte şimdi yeniden başlamalı. 
Çünkü yeni yıl geliyor ve o çocuk yeni bir elbiseyle başlamak istiyor. Yalnızca onun için ayağa kalkmaya değer: Geçit Yok!
Sevgilimiz İzmir’e, Ege’ye, selamını sabahını esirgemeyenlere, bizi biz yapanlara dilediklerince bir yıl dileyelim. Ötekilere gelince… Verilecek selamımız bile kalmamıştır.

26.Aralık 2011 Cumhuriye-Ege

18 Aralık 2011 Pazar

HEPSİ BOŞA MI GİTMİŞ ! OKTAY AKBAL

Oktay Akbal
Hepsi Boşa mı Gitmiş!

Çekmeceyi çektim. Seller gibi kâğıtlar yere düştü.

Bunlar benim eski yazılarım! Kesip sakladığım gazete parçaları... Gençken yazıları toplamayı düşünmemişim, kesip bir yana atmışım. Üstlerinde tarih de yok! Ama işlediği konulardan, hangi zamanda yazıldıkları anlaşılıyor.

“Vatan” gazetesinde başlayan köşe yazıları... Önce “kısaca” başlıklı, derken “Düş ile Gerçek” olmuş, gide gide “Evet Hayır”...

“Babıâli’de Elli Yıl” kitabımda yazdığım gibi bir ömrü geçirmişim daktilo başında! 1939’da annemin aldığı, uzun süre işimi görmüş. Sonra Hermes Baby’yi almışım büyükbabama... Londra’dan getirttiği Underwood, elli yıllık bir serüvenden sonra, kullanılmaz olmuş! Dedem bir elli lira vermiş, gitmiş almışım o küçük daktiloyu...

***

Yırtık pırtık olmuş yazılara bakarken kendime acıdım. Boşa gitmiş şeyler! Bunları yazacağıma keşke öykülerimle, biraz da romanımla uğraşsaydım diye... Edebiyattı bütün derdim, sevgim! Okumak, yazmak, yayımlamak. Gazetelere gönderdiğim öyküler günün modasına uygun saçmalıklardı. Sonra Sabahattin Ali’leri, Sait Faik’leri keşfedince, neyi, nasıl yazmayı öğrendim. Tam işe yarar öyküler orda burda yayımlandığında, dostum Ecvet Güresin bir uyarıda bulunmaz mı?

“Sen hikâye yazmakla geçinebileceğini mi sanıyorsun?

Sen bakma eskilere, Yakup’lara, Yahya’lara, onlar devlet korumalarıyla yaşadılar. Kimi mebus, kimi elçi, kimi profesör!.. Sen gazeteci olacaksın, gazete yazarı. Ama şimdi muhabir....”

***

Yaşamımı kazanmam gerekti. Yirmi yaşında bir öykücü olarak kalmak daha iyiydi. Bir Sait Faik örneği vardı. O da muhabirlik yapmaya kalkmış, olmamış, ama babadan anadan olanaklı, pek gereğini duymamış para kazanmanın! Ama ben öyle miydim?

Hep yazmışımdır, yineleyeyim. Yeni Sabah’ta polis muhabirliğinin iki gün sürmesini, sonra kendiliğimden bu işin bana uygun olmamasını!..

Yerden topladım o eski yazıları. Demokrat Parti’yi eleştirmek, 12 Mart’ı, derken Demirel dönemini, ardından Ecevit, derken derken Evren Paşa, ardından Özal, ardından Tayyip...

***

Hep boşa mı gitmiş bütün yazılar? Ama öyküler yaşıyor yeterince, yaşama güçleri varsa daha da yaşayacaklar. İşte yenileri, bir çekmece dolusu bekliyor gün ışığına çıkmayı...

Bağışlayın, durup dururken kendimden söz ettim. Ne yapsan kendinden kaçamıyorsun!


18 aralık 2011 Pazar Cumhuriyet Gazetesi



11 Aralık 2011 Pazar

GÜZEL OKUMALARA... OKTAY AKBAL

 
 

GÜZEL OKUMALARA...

Muzaffer İzgü’nün 143. kitabını okuyorum.

Bütün yaşamını yazmakla geçirmiş bir yazar az bulunur!

Mizahçı mı mizahçı! Aziz Nesin’i kıskandıracak kadar!..

Yok, o da severdi. Türk edebiyatında mizah dalında Muzaffer İzgü’nün değerini bilirdi.

“Padişahım Çok Yaşa”da birbirinden güzel, anlamlı öyküler var. Hepsi düşündürücü! Hem gülümsetiyor hem de sizi başka yerlere götürüyor... Ben de geçenlerde yazmıştım aynı adı kullanarak! O zaman çıkmamıştı İzgü’nün kitabı...

“Padişahım Çok Yaşa” güncelliğiyle yeniden yaşatmış o eski deyimi! Bir zamanların padişahlarını göz önüne getirmiş...

Artık padişahlık yok, diyoruz, ama ondan da beteri var. “Tek adam” yönetimi! Kendi eliyle seçtiği yüzlerce insanı yöneten, daha doğrusu tüm toplumu yönetmeye kalkışan bir tek adam...

Muzaffer İzgü’nün 143 kitabı var. Ama o, daha çok kitap yazacak. Milyonlarca okuru bekliyor.

***

“Gün Işığı” Kitaplığı birbirinden çekici yapıtlarla genç okurlara sesleniyor. Hemen hepsi ilkgençlik günlerinin öyküleri. Bu arada benim de “Kırmızı Yoyo” kitabım yer aldı bu dizide. Öykülerimden seçilmiş çocukluk anıları. Hepsini ben mi yaşadım, belki! Biraz da yaşamak istediklerim...

Fakir Baykurt’un da “Yandım Ali”si çıktı bu yakınlarda. Baykurt, köyü, köylüyü yakından tanıyan, seven, anlatan bir yazarımız. Genç yaşta yitirdik. Ama onlarca yapıtı yaşıyor. “Yandım Ali” de Baykurt’un ilkgençliğinin anıları gibi...

Fakir Baykurt dedem Tepeyran’ın “Küçük Paşa”sını çok severdi. Köy enstitülerinde Mustafa Nihat Özön’ün sevdirdiği bir roman, edebiyatımızda köy gerçeğini gözler önüne seren bir kitap. Yüzyıl önce yazılmış, yayımlanmış. Fakir de çok beğenirdi. Bir gün “Ben o romanı ele alıp yeniden yazmak istiyorum” demişti. Baykurt gibi sağlam bir yazar, kitaplarıyla ölümsüzdür.

***

Öyle çok kitap var ki okumaya, yazmaya değen. Benim gibi yaşlanmış, ama okumaya yazmaya doyamamış biri, hepsini değerlendiremediği için üzülüyor.

Yılmaz Gruda “Bektaşi Fıkraları”nı şiirleştirmiş. Hepsi birbirinden güzel, anlamlı. Kolaylıkla ezberlenebilecek şiirler. İrem Uşar’ın “Kuuzu ve Lunapark Ailesi” de Günışığı Kitaplığı’ndan çıkmış. O da hepimizin yaşadığı ama unutamadığı çocukluk düşlerine götürüyor.

Doğan Kuban, Cumhuriyet okurlarının çok sevdiği bir yazar. Her yazısı, bilimle sanatın bir çeşit sentezi. “Gelecek” adlı kitabında “geleceği sorgulayan toplumların geleceği”ni anlatmış bize...

***

Perihan Akçam’ın “Onca Çileden Sonra”sı bir annenin değişik düşüncelere kendini kaptırmış oğulları yüzünden çektiği acıların kitabı. Akçam’lar, hepsi belli görüşlerin, düşüncelerin insanları. Babadan oğula!..

***

İrfan Yalçın’ın “İlkyaz Ölümleri” bir roman, bir öykü değil, ama hepsi var. Zonguldaklı şairler Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu ve Kemal Uluser’i, yaşamları ve ölümlerini bir dost bakışıyla anlatıyor. İlkyaz ölümlerini tatmış, şiirleriyle yaşamış ve yaşatmış dört arkadaş; “Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip, Kemal Uluser! Geldiler, çok az kaldılar, gittiler.” Ama gitmediler, şairler kolay yok olmaz.

***

Ali Selçuk’un “Altın Denemeler”i de deneme alanında ün yapmış yazarlardan bir seçme... Hepsi önemle, ilgiyle okunmaya değer parçalar. Ali Selçuk “Deneme okumak, ‘insan’ı ve ‘dil’i okumaktır” diyor. Güzel okumalara.

Okunmayı bekleyen işte birkaç değerli kitap... Güzel okumalar dileğiyle...

Cumhuriyet 11.12.2011
EVET/HAYIR
Oktay Akbal

28 Kasım 2011 Pazartesi

HAYMATLOS KEMAL YALÇIN


 

 

Haymatlos

Dünya Bizim Vatanımız


Haymatlos- Dünya Bizim Vatanımız adlı kitabım, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından, 10 Haziran 2011’de, İstanbul’da yayınlandı.
Bu kitabımda 1933-1945 yıllarında, Nazi rejiminden kaçarak Türkiye’ye sığınmış mülteci Almanların, bilim insanlarının yaşam öykülerini anlattım. Türkiye’ye sığınmış 1400 kadar mülteci Almandan çoğu artık yaşamıyor. Ben onlardan sadece Cornelius Bischoff’u 2009 yılında Hamburg’da bulabildim.
Cornelius Bischoff, henüz on bir yaşında iken, annesi ve kız kardeşi ile birlikte, 1939’da, korkunç kaçış yollarından geçerek Gestapo’nun elinden kurtulmuş, Paris, Marsilya üzerinden İstanbul’a ulaşabilmişti. Cornelius’un babası Eduard Bischoff dülgerdi, Sosyal Demokrat Partili (SPD) bir sendikacıydı, Nazilere karşı mücadelede yer almıştı. Halası Berta Kröger, Hamburg Parlamentosunda SPD milletvekili idi. Annesi Berta Abronoviç Bischoff ise, İstanbullu bir Yahudi idi. Bischoff ailesi toplama kampına gitmekten son anda kurtulmuştu.
Türkiye ile Almanya arasındaki diplomatik ilişkiler 2 Ağustos 1944’de kesildi. Daha sonra da Türkiye, Nazi Almanyasına karşı savaş ilan etti.
5 Ağustos 1944’de Türk Hükümeti, tüm Alman vatandaşlarının bir hafta içinde Türkiye’yi terketmesini istedi. Bu karar üzerine 672 Alman Türkiye’den ayrıldı. 626 Alman vatandaşı ise geri dönmeyi kabul etmedi ve böylece Alman vatandaşlık hakkını kaybederek Haymatlos durumuna düştüler. Türk Hükümeti, Türkiye’de kalan Almanlara “Haymatloz” kimliği verdi. “Haymatloz”lar, 23 Ağustos 1944 sabahı evlerinden toplanarak Ankara yakınlarındaki Çorum, Kırşehir, Yozgat şehirlerine enterne edildiler.
Cornelius Bischoff, annesi Berta, babası Eduard ve kız kardeşi Edith ile birlikte Çorum’a enterne edilmişti. Çorum’da 300 kadar Enterne Alman vardı.
Enterne Almanların şehir dışına çıkmaları, çalışmaları, siyasetle uğraşmaları yasaktı. Kızılay’ın deprem fonundan verilen 10 ya da 20 lira aylıkla yaşamak zorunda idiler. Haymatlos Enterne Almanlar 1944-1945 yıllarında, 18 ay kadar Çorum, Yozgat ve Kırşehir’de yaşamışlardı.
Çorum, Yozgat ve Kırşehir’de yaptığım araştırmalarda, Haymatlos Enterne Almanlardan kalan izleri, belgeleri en çok Çorum’da bulabildim.
Cornelius Bischoff, hayat hikayesini, Çorum’da ve İstanbul’da yaşadıklarını ayrıntılarıyla bana anlattı. Elindeki belgeleri, fotoğrafları, kaynakları verdi. Bu nedenle Haymatlos’ta esas olarak Cornelius Bischoff ve ailesinin hayat hikayesini işledim. Corenlius’un hayatında yer almış olan insanlara; özellikle Yaşar Kemal’e, Zülfü Livaneli’ye, Resam Orhan Peker’e geniş yer verdim. Ayrıca, Ankara’nın, Çankaya Köşkü’nün, TBMM Binasının başmimarı Prof. Clemens Holzmeister’in yaşam öyküsünü de anlattım.
Kitabın konusu ile bağlantılı olduğundan, Naziler tarafından 1933-1935 yıllarında işlerinden atılan, toplama kampına gönderilme tehlikesiyle yaşayan tiyatro ve opera yönetmeni Carl Ebert’e ve onun özel tercümanlığını yapan Yazar Sabahattin Ali’ye; büyük müzisyenler Paul Hindemith, Ernst Preatorius Prof. Eduard Zukmayer’e; SPD’li siyasetçi, şehir planlamacısı Prof. Ernst Reuter’e kitabımda yer verdim, yaşam öykülerini ve mücadelelerini anlattım.
Prof. Ernst Reuter, Ankara’da yaşamıştı. Alman Özgürlük Birliği adlı gizli bir örgütün kurucuları arasındaydı. 1946’da Berlin’e döndü ve Berlin’in ilk Belediye Başkanı seçildi. Ernst Reuter’in Türkiye’deki sürgün yıllarının öyküsü Haymatlos’ta genişçe yer alıyor.
1933-1945 döneminde 700 kadar Alman bilim insanı Türkiye’ye sığınmıştı. Türk Hükümeti, Nazilerin görevden attığı bilim insanlarından bir kısmına 1933 yılında kurulan Türkiye’nin ilk üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’nde kurucu öğretim üyesi olarak görev verdi.
Birçok Alman bilim insanı Türkiye’ye sığınarak ölümden kurtulmuş, İstanbul ve Ankara üniversitesinde bilimsel çalışmalarını sürdürme olanağı bulmuştu. Alman bilim insanlarından en tanınmışı, Frankfurt-Main Üniversitesi’nden Yahudi olduğu için atılan hukukçu Ordinaryüs Prof.Dr. Ernst Eduard Hirsch idi; 1933-1953 yıllarında Türkiye’de kaldı, İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültelerinin kurulup geliştirilmesine büyük emek verdi. Haymatlos’ta, Prof. Hirsch’in hayatına da geniş yer verdim.
Benim amacım, Cornelius Bischoff ve hayatta kalan diğer canlı tanıkların anlatımlarına dayanarak, Hitler faşizminden kaçarak Türkiye’ye sığınmış Almanların maceralı hayatlarını öyküleştirerek bugüne aktarabilmek; dostluk ve sevgiye dayanan insan ilişkilerini Alman ve Türk toplumunun belleğinde canlandırabilmek; özellikle bugünün Türkiye ve Almanya’sında yaşayan gençlere bu örnek davranışları gösterebilmek; aynı zamanda bu konu hakkında merak uyandırabilmektir.
İnsanlık, Nazi rejimi gibi barbarlıkları, ölüm kamplarını, gaz odalarını, insan yakma fırınlarını bir daha görmesin, yaşamasın!
Haymatlos, savaşlarla yakılıp yıkılmış,  kül olmuş bir hayatın yeniden yaratılmısının; insan sevgisinin, vefanın, dostluğun, kardeşliğin romanıdır.
Bu kitabımı,1933 sonrasında Türkiye’de yaşamış Haymatlos Almanlara, mülteci Alman bilim insanlarına ve onlara kucak açmış olan Çorum, Yozgat, Kırşehir’in asil ruhlu, yardımsever insanlarına sunuyorum.

Bochum, 10 Haziran 2011                               Kemal Yalçın

17 Kasım 2011 Perşembe

EİNSTEİN DİYOR Kİ:

Yıllar önce Einstein ile yapılan ve güncelliğini yitirmeyen bir sohbet. Söyleşinin aslına ulaşamadığım için soru ve cevapların Türkçeye çevirisini aynen sunuyorum. Bozkurt Güvenç

Dünya neden kaoslar silsilesi yaşıyor?

* Dünya, kötü kişiler ve kararlardan dolayı değil, olanları durup seyreden ve olanlara ses çıkarmayanlar yüzünden yaşıyor kaosları.

Dünya Nereye Gidiyor?

* 3. Dünya Savaşı, doğal kaynak eksikliğinden çıkacaktır. O savaşta hangi silahların kullanılacağını bilmiyorum, ama 4. Dünya Savaşı’nda taş ve sopalar olacağını biliyorum.

Siz atomu keşfettiniz, Hiroşima ve Nagazaki’nin tepesinde atom bombası patlattılar. Ne düşünüyorsunuz?

* Her savaş insanlığın ilerlemesini engelleyen kötülük zincirine bir halka ekler. Ben atomu insanlığın yararı için keşfettim. Böyle olacağını bilseydim ayakkabı tamircisi olurdum.

Başarının formülü nedir?

* Formül A= X+Y+Z’dir. (A: Başarı, X: Çalışmak, Y: Çalıştığı konuyu oyun gibi görmek/sevmek, Z: Konuşmak yerine üretmek.)

Bilimin en son ulaşabileceği nokta ne olmalı?

* Dünya’da tek bir çocuk mutsuz olduğu sürece büyük icatlar ve ilerlemeler yoktur.

Ne zaman Dünya’nın sırrına ereceğiz?

* Bir kum tanesinin sırrını çözmeyi başarsaydık bütün Dünya’nın sırrını öğrenmiş olurduk.

Bir ülkenin geleceği neye bağlıdır?

* Ülke insanlarının geleceği eğitime bağlıdır. Egitimse, insanın okulda öğrendiği her şeyi unuttuğunda arta kalandır.

Dünya aptallarla dolu diyorsunuz. Aptalın tanımı nedir?

* Aynı şeyi defalarca yapıp farklı sonuç alacağını uman kişi. Aptallarla dolu bir dünya çekilemez; çünkü dehanın bir sınırı vardır, aptallığın asla.

Sizin zarif bir insan olmadığınızdan söz ediyorlar...

* Yüksek ruhlar her zaman sıradan akılların muhalefetiyle karşılaşır.

Eğer bilim adamı olarak gerçeği açıklamak istiyorsan, zarafeti terziye bırakmalısın. Diğer yandan şunu da söylemeliyim ki bu dünyada beni birkaç kişi anladı, onlar da yanlış anladı.

Tüm Dünya’ya tek bir mesaj vermek isteseniz, o mesaj ne olurdu?

* Yeryüzünde şartların düzelmesi, sadece bilimsel buluşlara değil, çok ahlaklı bir yaşama düzeninin gerçekleşmesine bağlıdır.

***

Yorum gerektirmeyen yalın bir dünya görüşü. Anlaşılmadığını bilen Einstein, çağların bilge kişilerini çağrıştıran alçakgönüllü mecazlarla, sanki günümüzün “siyasi doğruları”nı evrensel erdemlere tercih eden güçlü lider ve yöneticiler topluluğuna sesleniyor:

“Okyanus kıyısında çakıl taşlarıyla oynadığını” söyleyen Newton’un huzurunda, kum tanesinin sırrını bile çözemediğini kabul ederek;

“Beni bir kişi anlıyor o bile bazen anlamıyor” diye yakınan diyalektik filozofu Hegel’in tarihi ve dramatik yalnızlığını paylaşarak;

“Kültürü, okulda öğrendiklerimizi unuttuktan sonra geri kalan” olarak tanımlayan yazar André Maurois’yı onurlandırarak;

“Savaşa girmediği için kahraman milletimizin erkekliğini öldürmekle suçlanan barışçı İsmet İnönü’yü kendi ülkesine karşı savunarak;

“Toplumun yüzde 60’ı aptaldır ” diyen Aziz Nesin’in yanında, aptallık olgusunun kimsenin tekelinde olmadığını söyleyip bizi teselli ederek;

Küresel sorunların çözümünü bilime ve siyasete indirgeyen liderlere laf yerine üretimi ve ahlaklı bir yaşama düzenini hatırlatarak...

________

*Dr. Ferhan Erkey, Ruhi Görüşme."

Cumhuriyet. Bilim Teknik 11.11.2011

15 Kasım 2011 Salı

ESİN AFŞAR

Bir süredir yoğun bakımda olan ünlü sanatçı Esin Afşar Şişli Florence Nightingale Hastanesi‘nde hayatını kaybetti…

Esin AFŞAR
Türk halk müziğinin usta bestecilerinden olan ,Ankara Devlet Konservatuarı piyano bölümü mezunu olan Afşar, ünlü opera sanatçıları Leyla Gencer, Maria Callas gibi isimlere öğretmenlik yapan Madam Hidalgo, Madam Böhm gibi isimlerden ses ve şan dersleri alarak, çocuk yaşlarda yaşamına yön verdi.
1940′lı yıllarda piyanist olarak girdiği Devlet Tiyatrolarında, Muhsin Ertuğrul’un desteğiyle 12 yıl oyuncu olarak görev yaptı. Ankara Meydan Sahnesi’nde konuk oyuncu olarak çalışırken, tekrar müziğe yöneldi. Önceleri dönemin popüler müziği olan “aranjman” olarak nitelendirilen, Türkçe sözlü hafif müzik dalında çalışırken, Ruhi Su ile tanışarak çağdaş folk müziği türünde emek harcayarak bu akım üstünde söz sahibi oldu.
1969′da Diplomatik sanatçı tanımlamasıyla Macaristan’a konser için giden Esin Afşar, birçok ülkede ve yurt içinde çeşitli konserler verdi, ödüller kazandı. Çevirisini 1980 yılında yaptığı “Kırmızı Pabuçlar” dört yıl Ankara ve İstanbul Devlet Tiyatroları’nda ve TV’de oynadı.
Sanatçı, yazarlığını Bilgesu Erenus’un yaptığı tek kişilik tiyatro oyunu “Kelaynaklar” da oynadı. 1986 yılında ilk Uzunçalar (LP) eserini çıkardı. 18 Mayıs 1990′da Fransa – Audincourt’da ırkçılığa karşı düzenlenen festivalde Polonya’lı, İspanyol, İtalyan, Portekiz, Cezayir, Tunus’lu sanatçıların katıldığı festivalde bir konsere davet edildi. Annesinin ölümü üzerine yaşlılar için bir kampanya başlattı. Boğaziçi Üniversitesi’nde gençleri örgütledi. Kendi bestelerinden oluşan Yunus Emre kaseti çıktı.
Sivil Toplum Kuruluşlarında etkinliklere katılan Afşar, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği Türkiye – Yunanistan Dostluk Derneği yönetim kurulu üyesi, Sokaktaki Çocukları ve Gençleri Koruma Derneği kurucu üyesi, Sigara İçmeyenler Derneği, Beyoğlu’nu Güzelleştirme Derneği ve Müzik Dostları Derneği yönetim kurulu üyesi olup, sanatçı Kerim Afşar’ın eski eşi, ünlü Türk bilim adamı Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun kızkardeşidir.
Eserleri
Albümler
Yunus Emre & Mevlana Şarkıları, 2002
Nazım Hikmet Şarkıları, 2000
Caz Yorumlarıyla Aşık Veysel, 1999
Pembe Uçurtma, 1998
Özlem, 1998
Atatürk, 1997
Esin Alaturka, 1995
Yunus Emre, 1991
Ruhi Su’ya Türkü, 1987
Dün ve Bugünün Türk Şiir ve Ezgileri, 1986
45′lik plaklar
Zühtü / Kaz
Hacer Hanım / Ben Olayım
Sanatçının Kaderi / O Pencere
Canı Sıkılan Adam / Yiğidin Öyküsü
Sandığımı Açamadım / Güneşe Giden Gemi
Dert Şarkısı / Niye Çattın Kaşlarını
Gel Dosta Gidelim / Sorma
Sivastopol / Küçük Kuşum
Diley Diley Yar / Yaprağı
Yağan Yağmur / Çatladı Dudaklarım Öpülmeyi Öpülmeyi
Kara Toprak / Yunus (Bana Seni gerek Seni)
Yoh Yoh / Bebek (Bir Masal Türküsü)
Allam Allam Seni Yar / Drama Köprüsü
Halalay Çocuk / Güzelliğin On Para Etmez
Gurbet Yorganı / Elif
Niksarın Fidanları / Aliyi Gördüm Aliyi
Allam Allam Seni Yar / Yoh Yoh

12 Kasım 2011 Cumartesi

DÜNYA PIRIL PIRILMIŞ... BANA NE!’ ÜLKÜ TAMER

DÜNYA PIRIL PIRILMIŞ... BANA NE!’

Orhan Kemal’den okuduğum ilk kitap Baba Evi olmuştu. 1950’lerin başlarında. Onu Avare Yıllar izledi. Bu iki kitap, yazarını “vazgeçemediklerim” arasına yerleştirdi hemen. Bugüne kadar da Orhan Kemal hep “benim yazarlarım” arasında yer aldı. Bereketli Topraklar Üzerinde’yle, Murtaza’yla, 72. Koğuş’la, Eskici ve Oğulları’yla. Elbette öyküleriyle.

Gösterişsiz, yalın edebiyatın doruklarında dolaşmıştır Orhan Kemal. Anlatacağını “oyun”lara, “numara”lara sığınmadan dosdoğru anlatmıştır. Gücünü, sıcaklığını “insan”dan almıştır. Edebiyat aracılığıyla insana ulaşmamış, insan aracılığıyla kendi edebiyatını yaratmıştır.

Orhan Kemal Çukurova’dan geliyordu. İşsizliği, açlığı, acıyı, sömürüyü görmüş, yaşamıştı. Kitaplarda okumamıştı bunları. Toplumsal gerçekçilik denen şeyden haberi bile yoktu belki. Yazarlık içgüdüsü gözlemciliğiyle birleşip yeteneğiyle de beslenince, kendini Gorki’lerin, Steinbeck’lerin çizgisinde buldu. Öykünmeyle değil, kendiliğinden oluveren bir şeydi bu.

***

Bu hafta Önemli Not kitabını yeniden okurken, Yeşilçam’a 150 kâğıda hikâye satmayı “başarınca” mutlu olan Orhan Kemal geldi aklıma. Kitap, Orhan Kemal’in tamamlanmamış yapıtlarıyla seçilmiş düzyazılarından oluşuyor.

Edebiyatımızın ölümsüz yapıtları arasında yer alan, bugüne kadar kim bilir kaç baskısı yapılan, tiyatroya uyarlanıp oyunu kapalı gişe oynanan 72. Koğuş’un yazılış öyküsü de var kitapta.

“1953-54 kışı. Vakit gece. Dışarıda sulusepken, kendini Haliç Feneri’nin ahşap evleriyle ıssız sokaklarına kaldırıp kaldırıp vuruyor. Tükürseniz donacak bir soğuk hâkim dünyaya. Karımla çocuklarım, her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye, kilim varsa almış, birbirlerine sokularak çoktan uykuya geçmişler.”

Ayda kırk lira ev kirasını ödeyemeyen, cebinde tramvay parası, mangalında kömür olmayan, “Bir ara, kendini sigorta ettirip bir hususi’nin altına atmak, bu suretle sigortadan alınması mümkün parayı çocuklarına bırakmak gibi çılgınca fikirler”e kapılan Orhan Kemal, o gece gaz ocağında ısınmaya çalışarak 72. Koğuş’u yazar. Ertesi gün de...

“Öğleden sonra magazinlerden birine koşuyorum. İçim içime sığmamaktadır. Hemen kapacaklar. Hiç olmazsa küçük bir avansla eve döneceğim. Et, ekmek, bir şişe Marmara şarabı, kömür alıp o gece felekten bir gün çalacağım.”

Ama “Eserinizi okuyalım. Mümkünse bize yarın uğrayın” derler Orhan Kemal’e.

“Ne yapalım? Yarını beklemekten başka çare yok. Bekliyorum. Ertesi gün küçük avanstan o kadar eminim ki, su bardağında bilediğim paslı jiletimle şıpın işi bir tıraş, koşuyorum. Eserlerimi teslim ettiğim dergi sahibi yerine odacı çıkıyor karşıma: ‘Sanat müşavirimiz müstehcen buldu, müsveddelerinizi buyrun...’

“Elimde müsveddem, dolaşan ayaklarımla magazin idarehanesinden çıkıyorum. Kar dinmiş, güneş soğuğu kırmış. Dünya pırıl pırılmış. Bana ne? Bu pırıl pırıl, bu şıkır şıkır dünyadan o kadar uzağım ki. Alamadığım avanstan çok, yaptığım işin anlaşılamaması...

“Evden içeri ölü gibi giriyorum.”

“Ne karım, ne çocuklarımda tek laf. Kendimi sedire bir kalıp gibi bırakıyorum. Serde erkeklik olmasa ağlayacağım. Hem de katıla katıla...”

***

Önemli Not’u Orhan Kemal’i sevenlerin dikkatine sunuyorum. Kitabı da zaten sadece onların alacağını biliyorum. Günümüzün “in” yazarlarını okumaktan Bereketli Topraklar Üzerinde gibi bir başyapıta bile “vakit ayıramamış” kişiler bu yazılarla mı ilgilenecek!

ülkü tamer. selam olsun. Cumhuriyet 12.11.2011

9 Ekim 2011 Pazar

BEYNİ ETKİN KILMAK

ADNAN BİNYAZAR
Beyni etkin kılmak

Ödemiş’in düşman işgalinden kurtuluşunun 89., Ödemiş Belediyesi’nin 130. kuruluş yılı etkinlikleri kapsamında bir konuşma yapmak üzere bu güzel ilçemize çağrılıydım. Çok iyi düzenlenmiş bir alanda, giyim k...uşamları, uygarca dinleme incelikleriyle Atatürk döneminin aydınlarını çağrıştıran konuklara yönelik konuşmamı “Okuma Kültürü” konusunda yoğunlaştırdım.

Okumanın insanı insan kılan ruhsal erincin kaynağı olduğunu savunurken, beynin ancak okumayla, sanatla, yaratıcı etkinliklerle beslenirse işlevini yerine getireceği düşüncesinde olduğumu vurguladım. Özetle şunları söyledim: Kaza geçirip alçıya alınan bacağın tembelleştiğini, alçıdan çıkarıldığında bir süre hareket edemediğini, ancak bir duraksama döneminden sonra kazadan önceki haline döndüğünü görüyoruz.

Bacak örneğinde olduğu gibi, sürekli okuma-resim, müzik-el sanatları gibi yaratıcı etkinliklerle uyarılmayan beynin algılama düzeneğinde de zamanla duyarsızlık başlıyor. Okuma eylemi tasarlama-düşleme-biçimleme-algılama-yönlendirme gibi etkinliklerle işlevini yerine getirir. Beynin uyarıcılığı olmadan okuma eyleminin gerçekleştirilemez. Bilgiyle beslenmeyen beyinde giderek düşünsel algılama bölgelerinin köreleceği de bir gerçek.

Yazmak, mekanik bir alışkanlık değildir, okuma yoluyla beslenen beynin yaratıya yönelmesi; yazarın, gerçeği-güzelliği-doğruyu bulmada gösterdiği yaratıcı bir eylemdir.

Beynin işlevini bu yönlü yorumlarken, düşüncelerimin bilimce de doğrulanıp doğrulanmadığını tartımdan geçiriyordum: Yorumum bilimce doğrulanıyor muydu? Doğumumu anlattığım Şah Mahmet adlı kitabımda yer alan “Varoluşun Sesi” başlıklı öykümü bitirdikten sonra yazdıklarımı denetlemeleri için iki kadın-doğum uzmanına göndermiştim. Onlardan olumlu yanıt alınca, olgular üzerine cesurca yorumlarda bulunmaya başlamıştım. Bu cesaretle şöyle bir sonuca varabilirdim: Devinimin bedeni canlı tuttuğu gibi, insana düşünme-duygulanma-yorumlama-yaratma gücü veren okuma neden beynin etkinliğini arttırmasın?..

Bir uzmana sormayı düşünürken, gazetemizin 22 Eylül günlü sayısında Sağlık Merkezi Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Türker Şahiner’in, beynimizi aktif tutmamız gerektiğini öngören uyarısıyla karşılaştım. Şahiner’e göre, beynin aktif kılınması, Alzheimer hastalığını kökünden önlemese de en azından geciktiriyordu. Uzmanın vardığı bu sonuç, bir hastalığa yönelik olsa da, kanımca okumayla beyin arasındaki etkileşimi bir ölçüde doğruluyordu.

Şahiner’in uyarıcı sözlerini buraya aktarırsam, sanırım okurlarımız beynin aktif kılınması konusunda bir kez daha düşüneceklerdir: “Hızlı bir (yaşamsal) tempodan sakin bir yaşama geçmek Alzheimer riskini ciddi derecede artırır. Aktif beyinlere sahip olun. Beyni aktif tutmak hastalığı tamamen önlemez ama başlangıç yaşını 10 yıl geciktirebilir.”

Benim açımdan beyni eylemsel kılacak en etkili araç elbette kitaptır. Ne var ki eleştirel düşünüş, sanatsal yaratım, kitap okumak gibi etkinlikler ülkemizde nerdeyse sıfır noktasında. Liselerden mantık ve felsefe dersleri kaldırılsın, Darwin kuramını yadsıyacak kadar bağnaz eğitim bakanları türesin, sonra da beynin etkin kılınmasından söz edilsin!..

Son günlerde ufukta bir ışık görünüyor: UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Felsefe İhtisas Komitesi ile Türkiye Felsefe Kurumu’nca düzenlenecek çalıştayda, ilk ve ortaöğretimde felsefe eğitimi çeşitli yönleriyle mercek altına alınacakmış.

Okuma kültürünün gelişmesi felsefeye bağlı. Dikkat! Darwin bağnazları pusuda bekliyor, her gelişmenin önüne geçtikleri gibi, bunu da kösteklemek için...
09.11.2011 CUMHURİYET GAZETESİ

27 Eylül 2011 Salı

Ağabeyimi Cennette Değil Yanımda İstiyorum’ IŞIL ÖZGENTÜRK

‘Ağabeyimi Cennette Değil Yanımda İstiyorum’

Yeter artık yeter, bir Türkiye yurttaşı olarak ne zaman, zamanın Türkiye gündemiyle akmadığı bir yerlere gitsem, bu bir yabancı ülke olabilir, bir festival olabilir, geldiğimde yani kürkçü dükkânına döndüğümde, içimdeki coşku, sevinç anında yerini derin bir hayalkırıklığına bırakıyor.

İşte gene öyle oldu, 18. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nden coşkuyla döndüm, anlatacağım bir yığın hikâye, film, an vardı ama her şeyin bitmesi için gazeteleri açmam yetti.

Otuz yıldır aynı şey, gene şehit haberleri, gene sivil halktan ölümler, “Vatan sağ olsun!” sözlerinin söylendiği cenazeler!

Neyse bir kız çocuğu, şehit ağabeyin cennete gitti dediklerinde, henüz masumiyetini yitirmediğinden ve cennet fikriyle beyni yıkanmadığından şöyle demiş: “Ben ağabeyimi buraya, yanıma istiyorum!”

İşte anahtar sözcük: “Ağabeyimi buraya, yanıma istiyorum!”

Şehitlerine ve tabii dağda ölenlerine çok üzülen biz Türkiyeli yurttaşların, bu sese kulak vermemiz gerek. Bu sesi çoğaltmamız gerek!

Binlerce, on binlerce, yüz binlerce Türkiyeli insanın Kürt-Türk fark etmez, yollarda “Biz ölülerimizi cennete yollamak istemiyoruz, yanımıza gelmelerini istiyoruz” diye yürüdüğü gün, terör örgütü “Biz ne yapıyoruz?” diye kendini en azından sorgulamaya başlayacaktır.

Hiç kuşkunuz olmasın, nasıl asker cenazelerinde askerin şehit olduğu ve cennete gittiği düşünülüyorsa, dağdaki cenazelerde de aynı duygu hâkimdir. Sonuçta dağdaki de vadideki de aynı sulardan beslendi, aynı rüzgârı hissetti. Sonuçta gencecik ölüp gittiler, geride kalanlara bir teselli gerek, bu da cennet!

“Cennette değil yanımızda istiyoruz!”

Şimdi seçim sonucunda kazandığı 36 milletvekilliğiyle bir başarıyı hayata geçiren, önemli miktarda solcuların da oyunu alan BDP’nin kendini bir Türkiye partisi olarak hissetmesi ve bunu dosta düşmana göstermesi gerek. Eğer gerçekten “barış” fikrinde samimi bir duruşları varsa.

Böyle olmuyor, adeta parti “hep bana rabbena” diyerek sadece ve sadece Kürtler üzerinden siyaset yapmaya soyunuyor ve en tehlikelisi partinin başarısıyla umutlanan sol kamuoyunu hızla yitiriyor. Bize ne onlardan diyebilirler, bu da bir yol, o zaman da samimi olmaları gerekiyor çünkü oyun zamanı geçti.

Şimdi yeniden bir güven kazanmaları ve Türkiye’yi gerçekten bir yurt olarak sevdiklerini göstermeleri için önlerinde hâlâ bir yol var! Öncelikle terörü lanetleyen bir mitingle işe başlamaları gerek, bir de iki de bir konuşan parti şahinlerinin bir Türkiye yurttaşı gibi konuşmasında yarar var. Arkadaşlar bu işin sonu hiç de hayırlı görünmüyor, solcu milletvekilleri siz ne yapıyorsunuz, Türkiye kırılmayı en şiddetli yaşadığı bir zamanda üniversite kulüplerinde yapılan siyasete pek yer yok. Biraz büyüyün!

Ne acıdır ki, hem Kürt siyaseti, hem ana muhalefet partisi sadece ve sadece hükümetin ve terör örgütünün ekmeğine yağ sürüyor, ülkenin bir bölümünde resmen iç savaş sesleri duyulurken muhalefet partileri demeç vermekten başka hiçbir iş yapmıyor, hadi yola çıkın bakalım, bir miting düzenleyin, bu ülkenin asla bir Yugoslavya olmayacağını hep birlikte haykırın!

Bir de Abdullah Öcalan’a bir çift sözüm var, ne de olsa aynı kuşaktanız, bunu anlayacağını umuyorum, Saraybosna nasıl bir yerdir biliyor musun? Şehrin her köşesi bir mezarlıktır ve mezarda partizanlarla iç savaşta ölen gencecik insanların mezarları yan yanadır ve hiç kimse kazanmamıştır.

Bir iç savaşta zaten kazanan olmaz, olsa olsa kazanan, eli kanlı emperyalizmdir.

Sana bir görüntü anlatayım, Saraybosna Kütüphanesi (önemli bir kültür mirasıdır) iç savaş sırasında bombalanmıştı, ben oraya gittiğimde hâlâ bombaların izleri vardı ve yıkıktı ama önünde kocaman cam kutular içinde dünyanın belli başlı markaların reklam pankartları asılıydı ve o güzel yurt Yugoslavya artık yoktu.

Bir düşün!..
27 EYLÜL 2011 Cumhuriyet Gazetesi

26 Eylül 2011 Pazartesi

DİL BAYRAMI MUSTAFA BALBAY


Mustafa Balbay

Dil Bayramı Kutlu Olsun...

Eylül ortasında gazetelerden kesip ayırdığım haberlerden birini aynen
...
aktarıyorum:

“İngiltere’de yayın yapan saygın haber gazetesi Jewish Chronicle, İsrail’in Türkiye ile özür krizini aşabilmek için dünyanın en ünlü dilbilim uzmanlarını işe aldığını yazdı. Gazeteye konuşan üst düzey bir diplomatik kaynak, dilbilim uzmanları ve uluslararası anlaşmaların metin yazımında uzman olan kişilerin uzun süre İsrail hükümetini kendi kamuoyuna karşı zora düşürmeyecek fakat Türkiye’nin tatmin olacağı bir özür kelimesi aradığını yazdı.

Fakat iki ülke heyetleri arasında Cenevre’de yapılan toplantılarda ortak bir metin üzerinde anlaşmaya varıldığı halde iki hükümetin anlaşmayı imzalamak için ortak nokta bulamadığı hatırlatıldı. Dilbilimcilerin isimleri açıklanmadı.”

Haber beni bir anıma götürdü. Yıllar önce, Kıbrıs’ta Türkiye ile Yunanistan’ın karşı karşıya geldiği, İngiltere’nin arabulucu olduğu günlerdi... İngilizler bir metin hazırladı, iki taraf da kabul etti. Diplomasi muhabirimize bunun nasıl olduğunu sordum.

Şöyle dedi:

“Abi, İngilizce metni Türkçeye çevirince bizim istediğimiz sonuç çıkıyor, Yunancaya çevirince Yunanlıların istediği...”

Takıldım:

“Demek ki İngilizce metin de İngilizlerin istediği gibi...”

***

Baştaki haberi 26 Eylül Dil Bayramı için kullanabilirim diye ayırmıştım.

Dil, insanı doğadaki bütün canlılardan ayıran başlıca özellik. İnsan dili kullanabildiği, onu geliştirebildiği ölçüde ilerlemiş. Binlerce yıllık değişimin, gelişimin ardından “iletişim çağına” ulaşmamız dilin insanlık tarihindeki yerinin son göstergelerinden biri.

Dil öyle bir güç ki; ülkeleri savaşın eşiğinden döndürebiliyor, bir aşkı asırlar boyu diri tutabiliyor, insanlığı ayakta tutan tükenmez bir enerji olarak kendini çoğaltabiliyor...

Yeryüzünde 6 bin kadar dil var. Bunların 2 bin kadarı uluslar, çeşitli topluluklar içinde canlılığını koruyor. Çoğunluğu Afrika’da olmak üzere her yıl 20 dolayında dil yeryüzünden siliniyor.

Türkçe bugün 11 milyon kilometrekarelik alanda 250 milyon kişi tarafından, belli bölümlemelerle Özbekçeden Türkiye Türkçesine kadar 25 ayrı biçimde konuşuluyor.

Türkçemizin gelişiminin ana halkasını Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler oluşturuyor.

Atatürk önemli devrimler öncesinde uzun Anadolu gezilerine çıkıyor, toplumu yeniliğe olabildiğince hazırlıyodu.

Örneğin 1 Kasım 1928’de çıkarılan “Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkındaki Kanun” öncesinde neredeyse yıl boyu altyapı çalışması yaptı.

9 Ağustos 1928’de İstanbul Sarayburnu Parkı’nda o ünlü karatahta önünde Latin harflerini yazdı. Halkın yüzde 80’inin okuma-yazma bilmezliğinin kabul edilemeyeceğini, bunu aşacaklarını söyledi.

Sonrasındaki Bursa, Çanakkale, Gelibolu, Sinop, Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Sarkışla, Kayseri gezilerinde bunu işledi.

26 Eylül 1932’deki Dil Kurultayı ile bu alandaki devrimsel dönüşüm bayraklaştırıldı. 26 Eylül Dil Bayramı ilan edildi.

Kutlu olsun.

Her şeye karşın Türkçemiz bugün dünya dilleri arasında yerini almış güçlü bir dil. Dil devriminin ilkyarılarında bunun başarılamayacağı iddia edilmişti. Çok da saldırı olmuştu. Ama başarıldı. 1930’larda gazete haber ve yorumlarındaki Türkçe sözcük oranı yüzde 35’ti. Yarım asır sonra bu oran yüzde 70-75’e ulaştı. Kamile İmer’in araştırmasına göre yazarlar arasında Türkçe sözcük kullanma rekoru yüzde 92 ile Oktay Akbal’ın.

Türkçemizi hep genç tutan Oktay Akbal’a selam olsun.

***

Yazı aramızda benim de iyi bir hücre arkadaşımdır Türkçe.

Bazen aynı şeyi farklı sözcüklerle anlatma oyunu oynarım. Arada bir canım sözcüklerle dans etmek ister, Türkçemizin zenginliğine, anlatım gücüne şaşar kalırım.

Sözcüklerin içindeki gizli sözcükler, beynimle saklambaç oynar gibi görünür kaybolur.

Vatan toprağı kadar değerli arkadaşım, öğretmenim, ses bayrağım Türkçe; bayramın kutlu olsun...

SUÇ ÜRETME MERKEZİ ADNAN BİNYAZAR

ADNAN BİNYAZAR
Suç üretme düzeni

Geçen hafta Yukio Mişima’nın Yaz Ortasında Ölüm adlı öykü kitabından söz edeceğimi duyurmuştum. Kitabın arka kapağında, Mişima’ya “20. yüzyıl edebiyatının yetiştirdiği büyük bir deha” deniyor.

“Dâhi” yazarlığın ölçüsü ne?

Anlatıda kendine özgü bir söylem yaratarak insanlığa gerçeğin aynasını tutmak...

Yaz Ortasında Ölüm’de on bir öykü var. Bunlardan biri “Sirk”. “Sirk”te, özgürlüğü seçen iki gencin en masum ilişkileri suç sayılıp alçakça öldürülüşü anlatılıyor.

Öyküleri okurken Mişima’nın, 25 Kasım 1970 günü canlı yayın yapan kameralar önünde, geleneksel Japon yöntemiyle karnını deşip canına kıyması gözümde canlandı. Şu anda, o gönüllü yok oluşun dehşetini yaşıyorum. Merak eden, aynı günlerde yayımlanan Marguerite Yourcenar’ın Mişima ya da Boşluk Algısı (Can Yayınları) adlı deneme kitabını okursa, bu trajik olaya belki kendince bir neden bulabilir.

Mişima’nın bende özel bir anlamı da var. Öyküleri Japoncadan Türkçeye Çorum İlköğretmen Okulu’ndan öğrencim Neşet Erkin’in oğlu Hüseyin Can Erkin çevirmiş. Algıladığıma göre Mişima’nın söyleminde lirik yönelişler var. Bu lirizmi, Erkin’in, Türkçenin dilsel inceliklerini gözeterek yansıttığını söyleyebilirim.

“Sirk” öyküsüne gelince...

Edebiyat, okuru, çağımızda örneğine çok rastladığımız uydurma olaylar arasına sokup bunaltmaz; anlatı ormanlarından geçirerek onu evrensel insanla yüz yüze getirir. “Sirk”, artalanıyla faili meçhul cinayetlerin, kişiliği alçaltıcı düzenbazlıkların, suç üretme düzeneklerinin işletildiği ahlakdışı ortamlara sokuyor okuru. Yazar, öykünün bilinçlendirici işlevini, çağrışımlarla kurguluyor.

Sirkin patronu, yakın adamı P.’ye istediğini yaptıracak güçte: Alçaklıkta benzeri olmayan P. de, patronun kurallarına uymayan iki sevgiliyi ortadan kaldırmaya hazırdır. Erkeğin gösteri atına azgınlaştırıcı iğne vuruyor. Kızın, üstünde yürüyeceği ipi kayganlaştırmak için, ipte gösteriye ondan önce çıkan erkeğin tabanına yağ sürüyor. Marifetini de şöyle açıklıyor: “Polisi idare ettim. Prens’in tabanına yağ sürdüğümü, Kleita’ya(at) azdırıcı iğne yaptığımı anlamadılar.”

Sözü yazara bırakalım: “Patron, memnuniyetini gizleyemediği buruşuk yüzüyle, P.’nin avucundan taşacak kadar altın parayı boca ediverdi. Boşalan keseyi silkeleyerek, ‘Çok aşağılık bir herifsin. Böylesine müthiş bir iş yapıyorsun ama karşılığında para alarak işin bayağılaşmasına yol açıyorsun,’ dedi. P.’nin yüzünde yılışık bir gülümseme belirdi.”

Anlatılanlar bir öyküde geçiyor ama öylesine içindeyiz ki yapılanların! Öykü boyunca faili meçhul cinayetleri kimlerin işlediğinden çok işletenler geldi gözümün önüne. Olayların karartılıp adaletin kaygan zeminlere çekildiğinin tartışıldığı bir ortamda şu soruları sormadan edemedim:

Aramızda arsızca dolaşarak bu insanlıkdışı eylemleri gerçekleştirenler kimler? Niye izine tozuna ulaşılmaz bunların? Hangi paralarla besleniyor bu yaratıklar? Adaletin gözü önünde işlenen bu cinayetlerin üstünü kim örtüyor?

Bu soruları sıralarken, içten içe de, “21. yüzyılda Platon’un, ‘Her yerde bir tek adalet ilkesi vardır: Güçlünün çıkarı.’ sözü keşke doğru olmasaydı...” diye düşündüm.

Aynı anda iki soru daha geldi aklıma:

“Agorada yargıçlar yerine halk yargılasaydı, yüzyılımızın Sokrates’leri suçlanır mıydı?”

“Bugün bir suç üretme düzeni yaratılmasaydı; Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal, daha nice gazeteci, düşünür, komutan... hücrelerde çürütüleceğine işlerinin başında olmaz mıydı?” l

25 Eylül 2011 Cumhuriyet Gazetesi

11 Eylül 2011 Pazar

EYLÜL GEVEZELİĞİ OKTAY AKBAL


 

Oktay Akbal
Eylül Gevezeliği!..

Eylülün ortasına gelmişiz...

... Geçmiştekileri anımsamak istedim birden... Çocukluğun, gençliğin, düş olarak kalanlarını...

Hüzün ayıdır derler, ama yalandır. Bir aşk başlar, bir aşk biter. Ya da bitmez, bir leke gibi kalır yaşam süresince.

Hastalık ayıdır da derler. Hele bir zamanlar ince hastalık yakasına yapışırdı duyarlı kişilerin... Bir ara yok olmuştu bu ülkede sıtma, verem gibi şeyler! Cumhuriyetin onlu, on beşli yıllarındaydık. Toplumda temelden bir değişme, bir yenileşme günlerindeydik. Geçti gitti hepsi, “On yılda on beş milyon genç”ten geldik, yetmiş milyonluk bir ülkeye; genç mi yaşlı mı belli değil!

***

Savaş mı istiyoruz? Suriye mi, İsrail mi, İran mı, Yunan mı, Bulgar mı? Ordumuz sınırlarda mı, yoksa Hasdal’larda, Silivri’lerde mi?

“Ya bir savaş çıksa ne yaparız biz bu paşalarla” diye kim demişti? Geçenlerde “Biz Ankara’da neler yiyoruz, bekleyin yine ne bombalar patlatacağız” diyen mi?

Binsin bir savaş gemisine, dosdoğru yürüsün İsrail’in başkentine... Osmanlı’nın döneminde Akdeniz baştan başa bizim değil miydi? Şimdi niye olmasın. Kanuni’ler yoksa da Tayyip’ler var!..

***

Eylül saçmalatıyor beni. O korkunç sıcaklar bitti. Gerçi arada bir yine başlıyor, ama güneş etkisini yitirdi... Serince esintiler vakti geldi. Koskoca bir yaz çekip giderken ardında ne bıraktı; acı, hüzün, keder mi? Sayısız şehidin silinmez anısını mı, yoksa bütün bu acıları görmezden gelip bambaşka hevesler peşinde koşanların yürek sızlatıcı görüntülerini mi?

Çekip gitmek!.. Kişi yaşlanınca nedense hep koşmak istiyor. Olduğu yerde kalmamak, yeni yerlere gitmek, uzaklara, çok uzaklara!.. Belki de içinde yaşadığı toplumun sürüklendiği bir bataklıkta boğulmamak için...

***

Eylülde hapiste olmak nasıl bir şey? Bunu Balbay’a sormalı, uzun mu uzun mevsimler geçirdi. Şimdi de eylüller yeniden geldi dayandı. Küçük hücresinin penceresinden izledi bizleri, utanç veren görüntülerimizi!.. Bizlerin, evet bizlerin uyuşuk, sersem takımımız!..

Eylül de gider, nicelerinin gittiği gibi!

Kala kala bir şiir kalır, Özdemir Asaf’tan, birilerine sunulmuş:

“Kendi bahçesinde dal olamayan biri,

Girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.”

6 Eylül 2011 Salı

AZRA ERHAT

."


AZRA ERHAT 1915 doğumlu deneme ve inceleme yazarı,eski yunan ve roma dilleri uzm...anı,filolog, arkeolog, çevirmen ve düşün kadını. Özellikle eski Yunan klasiklerinden yaptığı çevirilerle tanınmıştır. A. Kadir ile birlikte gerçekleştirdiği İlyada ve Odissea çevirileri referans kabul edilir.

6 Haziran 1915’te İstanbul-Şişli’de doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Belçika’da yaptı. 1939’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni bitirerek Klasik Filoloji Bölümü’nde asistan olarak göreve başladı. 1946’da doçent oldu. 1948’de aynı fakültedeki öğretim üyeleri Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes’le birlikte üniversiteden uzaklaştırıldı. 1949-1950 arasında Yeni İstanbul ve Vatan gazetelerinde çalışti. Uluslararası Çalışma Örgütü’nde (ILO) kütüphanecilik yaptı.

İlk çevirileri Tercüme dergisinde çıktı. Sofokles, Aristofanes gibi yazarların eserlerini Türkçeye kazandırdı. Yeni Ufuklar dergisinin yazarlarından biri olan Erhat, bu dergi çevresinde gelişen hümanist anlayışın öncüleri arasında yer aldı. Batı uygarlığının kökenini ve Anadolu’ya dayandıran ve Anadolu kültürlerini bir bütün olarak gören Halikarnas Balıkçısı ile aynı görüşleri paylaştı ve aralarında derin bir yakınlık doğdu. Yine çok yakınındaki Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte çevirdiği Hesiodos’un Theogonia ve "İşler ve Günler" adlı yapıtlarıyla Hesiodos üzerine araştırmaları, 1977’de "Hesiodos, Eserleri ve Kaynakları" adıyla basıldı. Bu üç isim bir arada "Mavi Yolculuk" terimini Türk ve dünya literatürüne kazandırdılar.

Azra Erhat, kansere yakalandı. Londra'da tedavi gördü, ama sonuçsuz kaldı. 6 Eylül 1982'de 67 yaşındayken İstanbul’da vefat etti. İstanbul-Üsküdar Bülbüldere Mezarlığına defnedildi.

Atatürk'ü İlyada kahramanlarindan Hektor'a benzetmesinin bir dönem sebep olduğu tartışmalarla da gündeme gelmiştir.

Şadan Gökovalı'nın manevi annesidir.
*

ESERLERİ
Mavi Anadolu (1960) (Gezi Yazısı)
Mavi Yolculuk (1962) (Gezi Yazısı)
İşte İnsan-Ecce Homo (1969) (Deneme)
Mitoloji Sözlüğü (1972) (Mitoloji)
Mektuplarla Halikarnas Balıkçısı (1976) (Mektup)
Sevgi Yönetimi (1978) (Deneme)
Karya'dan Pamfilya'ya Mavi Yolculuk (1979)
Troya Masalları (1981) (Çocuk Masalı)
Osmanlı Münevverinden Türk Aydınına (Eleştiri)
Gülleylâ'ya Anılar (Anı)
Düşün Yazıları, Halikarnas Balıkçısı (Halikarnas Balıkçısı adına yayıma hazırlayan )

ÇEVİRİLERİ
İlyada (1967) A. Kadir ile birlikte
Odysseia (1970) A. Kadir ile birlikte
Hesiodos, Eserleri ve Kaynakları (1977)- Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte
Eşekarıları, Kadınlar Savaşı ve Diğer Oyunlar, Aristophanes - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte
Lysistrata Kadınların Savaşı, Aristophanes - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte
Gargantua,François Rabelais - Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol ile birlikte
Tepegözlerin Mağarasında, Homeros - A. Kadir ile birlikte
Gül ile söyleşi, Homeros ( Yalnız Çeviri )
Yedi Deniz, Piri Reis - A. Kadir ile birlikte
Şölen - Dostluk, Platon - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte
Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte
Savaş Uçuşu, Antoine De Saint Exupery - ( Yalnız çeviri )
Dişi Kedi, Colette - ( Yalnız çeviri )
Cicim, Colette - ( Yalnız çeviri )

ÖDÜLLERİ
A.Kadir ile birlikte İlyada destanından yaptığı çevirinin birinci cildi 1959’da Habib Törehan Bilim Ödülü’nü, üçüncü cildi 1961’de Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü aldı.

kaynak: vikipedi
*


AZRA ERHAT'SIZ ÇEYREK YÜZYIL...

Düşünce ve bilim insanı, yazar, çevirmen ve bir o kadar da gönül insanı Azra Erhat 'ı bundan tam yirmi beş yıl önce bugün yitirmiştik.

Böyle insanların arkasından yazmanın bana en ağır geleni, ölümlerinden ötürü duyduğum acı değil; çünkü doğanın bu belki de en kesin yasası yüzünden yakınmak, gerçekten anlamsız. Ama asıl ağır olan, böyle değerlerin ölümlerinin üzerinden on, on beş, yirmi, yirmi beş yıl geçtikten sonra onlar hakkında yazmaya oturduğumda, onları önce ve hâlâ tanıtmak, bugünün insanlarına onların kim olduklarını anlatmak zorunluluğunu duymak. Çünkü böyle bir zorunluluk, ölümden çok daha korkunç bir kaderi, isteseydik eğer ve bu yolda çaba harcasaydık, asla yaşamayacağımız bir kaderi, başka deyişle, o insanlarla bugün arasında gereken köprüleri kurmakta başarısız olmak gibi bir kaderi yaşadığımızı kanıtlıyor. Üstelik o insanlar, yaşamları boyunca, çoğu kez şimdi akıllara sığması güç özveriler pahasına, tüm çabalarını, tüm üretkenliklerini o zamanların yarınları olan şimdinin bugünlerini hep daha aydınlık kılma hedefi üzerinde odaklaştırmışken!

Azra Erhat, 1923 yılında, Cumhuriyet'in ilanıyla başlayan ve ellili yılların ortasına kadar süren Türk Aydınlanması seferberliğinin en ön sırada yer alan aydınları arasındadır. Bu seferberliği Sabahattin Eyuboğlu , Halikarnas Balıkçısı , Vedat Günyol , Nusret Hızır , Orhan Burian , Hasan Âli Yücel , İsmail Hakkı Tonguç , Nurullah Ataç ve daha niceleriyle paylaşan Azra Erhat'ı, söz konusu aydınlanma hareketinin hangi taşını kaldırsak altında bulabiliriz. Adı ister 'Tercüme Bürosu' , ister 'Köy Enstitüleri ', ister 'Halkevleri' olsun, bu taşların her birinin ­o zamanlar­ yerine oturtulmasında Azra Erhat'ın da doğrudan veya dolaylı katkıları vardır.

Kaynağını doğrudan Mustafa Kemal Atatürk 'ün: "Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır..." söyleminde bulan Türk Aydınlanması, yalnızca kentlerdeki okullar aracılığıyla gerçekleştirilebilecek, sınırlı ve ağır tempolu bir eğitim sürecini değil, fakat Köy Enstitüleri aracılığıyla ülkenin en sapa yerleşim birimlerine kadar uzanacak bir eğitim seferberliğini öngörmüştü. Üstelik bu, salt okuma-yazma öğretmekle, yöresel ihtiyaçları karşılamakla sınırlı olmayıp, bütün enstitülere ortak hümanist eğitim programları aracılığıyla gerçek anlamda "çağdaş uygarlık düzeyini yakalama" hedefine yönelik bir seferberlikti.

1940 yılında, zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç tarafından başlatılan bu inanılması zor atılımın en büyük desteklerinden biri, aynı yıl yine bakanlık bürosunda oluşturulan Tercüme Bürosu eliyle çevrilecek kitapların Köy Enstitülerinin kitaplıklarına aktarılmasıydı. Üniversiteden hocası Sabahattin Eyuboğlu ve Nurullah Ataç tarafından bu büroya çağrılan Azra Erhat, hem kitap çevirileri yaptı hem de Tercüme Bürosu tarafından hemen yayımlanmasına başlanılan Tercüme Mecmuası'nda çalıştı.

Bundan sonrası, Azra Erhat için artık sürekli bir aydınlatma seferberliği yolu olacaktı. Erhat'ın bu yolda giderek artan şevkini ne üniversitedeki görevine son verilmesi, ne de 12 Mart'tan sonra, Sabahattin Eyuboğlu ve Vedat Günyol ile birlikte hapse atılıp, aylar süren bir yargılamanın ardından 'aklanması' kırabildi. Bugün, başta A. Kadir ile birlikte çevirdikleri "İliada" ve "Odysseia" olmak üzere, pek çok çeviri eser ve deneme kitabı, Azra Erhat'ın imzasını taşımaktadır. Azra Erhat'ın ölümünden sonra, yeğeni Semra Cemal ile eşi Mehmet Cemal tarafından Anadolu Üniversitesi Kitaplığı'na bağışlanan kitapları, bugün titiz bir düzenlemeyle bu kitaplığın "Azra Erhat Özel Koleksiyonu" nda bulunmaktadır.

Asıl acı kaynağı olması gereken, ölüm değil, fakat bu ülkeye bir zamanlar ışık getirmiş insanların ardından ortalığı gittikçe yoğunlaşan bir sessizliğin ve karanlığın kaplamasıdır; çünkü böylesi, o insanlara layık olamamanın yarattığı bir acıdır! Hamuru sevgiyle yoğrulmuş nice kültürlerin ortaklığına dayanan Anadolu'nun insanları günün birinde tüm ayrımcılıklardan içtenlikle arınmak istediklerinde, en değerli rehberlerinden birini de Azra Erhat'ın hep savunuculuğunu yaptığı 'Sevgi Yönetimi' nde bulacaklardır.

Cumhuriyet 06.09.2007
ODAK NOKTASI
AHMET CEMAL
*

HOMEROS BİZİM DEĞİL Mİ?

Homeros, yaklaşık yirmi beş yüzyıldan bu yana uygarlık tarihinin sayfalarından hiç eksik olmamış bir ad. Bu ozanın kaleminden çıkma iki dev eser, yani İlyada ve Odysseia ise günümüzde de Batı mitolojisinin ve yine Batı’nın edebiyat üslubu geleneğinin temel taşlarını oluşturuyor.

Peki ama, kimdi bu Homeros? Sadece ‘Yunanlı’ bir ozan mı? Onun iki eserini A. Kadir ile birlikte nefis bir Türkçeyle dilimize aktaran Azra Erhat, İlyada için 1981’de yazdığı kapsamlı önsözde şöyle diyor: “…Homeros tartışması Platon’la başlar…ona göre de Homeros, Yunan dünyasında bütün inanışların babasıdır, bu dünyada dile gelen ne varsa, onunla dile gelmiştir… Yunanistan’da eğitimin Homeros destanlarının üstüne kurulmuş olduğu herkesçe bilinen bir gerçekti, yani yalnız Atina değil, bütün Yunan devletleri Homeros’u bir çeşit kutsal kitap gibi, her türlü bilginin özü diye benimsemişlerdi. Yunan insanı din olsun, politika ya da askerlik olsun, gemicilik ya da hekimlik olsun, çeşitli bilgileri öğrenmek için Homeros destanlarına başvurur, daha doğrusu A’dan Z’ye kadar ezbere bildiği bu destanları canlı bir kitaplık gibi içinde taşırdı…”

İÖ 8/7. yüzyıllarda yaşayan Homeros, kendisinden önceki bütün mitolojiyi İlyada ve Odysseia’da belgelemişti. Mitolojinin önemi, yalnızca tanrılar dünyasıyla sınırlı değildir. Her toplumun mitolojisi, o toplumun kültür tarihi olma niteliğini de sergiler. Bunun nedeni, henüz tektanrılı dinlerdeki soyut Tanrı kavramına ulaşılmamış olduğu çağlarda insanların tanrılar arasında olup bitenleri kendi toplumlarındaki yaşamdan yola çıkarak kurgulamış olmalarıdır. Bundan ötürüdür ki, çoktanrılı dönemlerin tanrıları “tanrılaştırılmış insanlar” ya da “insanlaştırılmış tanrılar” diye de nitelendirilmektedir.

Böylece yüzyılların akışı içersinde oluşan mitoloji, türlü inançların yanı sıra, aslında yeryüzü yaşamına ait bir dağarcık niteliğini de taşımaktadır. Azra Erhat’ın Homeros’u böylesine bilgi kaynağı sayılmış olmasının nedeni de budur. İlyada ve Odysseia, Homeros’a kadar uzanan bir kültür tarihinin belgeleridir. Üstelik bu eserler, içlerinde zengin bir geleneğin belgelenmiş olmasından ötürü, yalnızca bir tarih olmanın ötesinde, geleceği de yönlendirmiştir.

Homeros ve eserleri, bizleri “eski Yunan dünyasının ürünleri” deyip geçemeyeceğimiz kadar yakından ilgilendiriyor. Her şeyden önce Homeros, bir Egeli; üstelik bir söylentiye göre doğum yeri de İzmir. Ayrıca Shakespeare’in “tarihin en görkemli savaşı” diye nitelendirdiği ve İliada Destanı’nın konusunu oluşturan Troya Savaşı da bizim topraklarımızda, Çanakkale yöresinde verilmiş olan bir savaş. Homeros’un her iki eserde derlediği kültürel malzemenin ise bugün üstünde yaşadığımız topraklarda yaşamış ve yaşamakta olan kültürlerin derin izlerini taşıdığından kuşku duyulamaz. Yaşar Kemal, Azra Erhat ile yaptığı ve A. Erhat’ın “Homerosoğulları” başlığıyla “Homeros - Gül ile Söyleşi” adlı kitabına aldığı bir söyleşisinde, konuya bu doğrultuda önemli bir açıklık getiriyor. Yazara göre sözü edilen iki destanın Türkçe çevirilerinin başka pek çok dile yapılmış çevirilerden çok daha başarılı olmasının nedeni, Anadolu kültürüyle bağlantılarından ötürü dilimizde pek çok sözcüğün ve söylemin doğrudan karşılıklarının bulunmasıdır. Dolayısıyla Homeros’la tanışmak, Anadolu kültürünün en önemli kaynaklarından biriyle de tanışmaktır.

Yaşar Kemal’in yukarıda andığım söyleşide: “…bugün Türkiye’de, Anadolu’da yaşayan epik gelenekten Homeros’a gidebiliriz, Homeros’u bugünkü çağımıza bağlayabiliriz…” diyecek kadar bize ve çağımıza yakın bulduğu Homeros’un izlerini kültürümüzde sürmek için yeterince çaba harcadık mı acaba?

Cumhuriyet 19.03.2010
ODAK NOKTASI
AHMET CEMAL
*

HOMEROS’UN IŞIK SAHİLİ...

Mavi bir ışık süzülür ilkyaz çiçeklendiğinde İda Dağları’ndan (Kaz Dağları) Edremit Körfezi’nin üzerine...

O ışık yağmuru Homeros’un “Işık Sahili”nin ateşli bağrında uykusuzca bekleyen ölümsüz kadınların çığlıklarıyla buluşur.

Ne zaman yolum düşşe oralara, binlerce yıllık tarihin ve kültürün içinde güneşin batışını seyrederim Ören kıyılarından.

İzmirli Homeros’un “Işık Sahili”dir oraları...

Odisseus Elitis’in “Küçük Yeşil Deniz”i ya da “Çılgın Nar Ağacı” uykunun sınırlarında dolaştırır beni. Ölümsüz güneşin binbir rengine büründüğü gün başımı alıp giderim.

Pelinlerle, üzüm bağlarıyla, mandalinalarla ve zeytin ağaçlarıyla çevrili İyonya Denizi, ufuktan doğan bir umudu anlatır bana...

Azra Erhat’ı, Cevat Şakir’i, Melih Cevdet Anday’ı, Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu...

O mavi yolculukları, Troya’yı, İyonya’yı, tüm Anadolu’yu...

Homeros’un ölümsüz yapıtları İlyada’sı ve Odysseia’sı benim masalımsı evrenimde, aşkı, nefreti, sevgiyi, umudu, savaşı ve barışı çağrıştırır.

Bu coğrafyada yaşayan insanlarımızın tümlüğünü... Barışı, kardeşliği... Sevgiyi ve paylaşımı...

Mustafa Erdoğan “Anadolu Ateşi”yle aydın yolunu açmıştı benim o masalımsı evrenimde... O ateş tüm dünya insanının yüreğinde, beyninde tarihin derinliklerinde Anadolu kültürüyle buluştu.

Şimdi daha güç bir iş yapmış,“dünyayı sarsacak” bir kültür ve tarih mirası “Troya”yı tarih sahnesine çıkarmış.

Müzik, giysiler, danslar, koreografi ve ışıklandırma beni Homeros’la buluşturup doğduğum topraklara götürdü.

Tüm uygarlıkların boy verdiği bir coğrafyada din, dil, ırk, mezhep ve renk ayrımı gözetmeksizin Mezopotamya uygarlığından İyonya’ya uzanan masal kahramanlarıyla buluşturdu.

***

Mustafa Erdoğan’la üç yıl önce bir Kahire akşamında otelin lobisinde konuşurken ezan ve çan sesleri birbirine karışıyordu...

Güneş Nil Irmağı’nın üzerinden sahraya gömülüyordu...

O akşam Troya’dan söz etmişti Mustafa bana. Çok heyecanlanmıştım. O da benim mitolojiye tutkumu yazılarımdan ve kitaplarımdan biliyordu.

Erdoğan’a yanıtım şu oldu:

“Mutlaka bu işe soyun, başaracaksın!”

Homeros’un başyapıtından Troya’yı sahnelemek yürek işidir. Öyle her babayiğidin yapacağı bir iş değildir.

Başımız döndü gösteriyi izlerken. Müzik ve dansçılar olağanüstüydü. Bir buçuk saatin nasıl geçtiğini anlayamadık.

Kültür ve Milli Eğitim Bakanlığı tüm okullara bir genelge göndererek öğrencilerin “Troya”yı izlemelerini sağlamalı. Tüm belediyeler “Troya”ya sahip çıkmalı, özellikle öğrencilerin izleyebilmesi için katkı sağlamalı.

Troya, bir dönem Grek ve Roma’nın simgesiydi. Bizans’taki Hagia Sophia kilisesinin öne çıkmasıyla uzun bir süre unutulmuştur.

Fatih Sultan Mehmet Bizans’ı aldıktan sonra Troya’ya gelmiştir. Fatih’in İmrozlu (Gökçeada) tarihçisi Kritovulos şunları yazmıştır:

“Fatih, Homeros’u göklere çıkardı. Tarihe ve kültüre sahip çıktı. Şehrin düşmanlarını yendik, Asyalılara karşı yapılan kötülüklerin öcünü aldık. Biz bu tarih ve kültür mirasını koruyacağız.”

Evet, Anadolu’yu dans diliyle anlatan Troya, tüm kültürlerin, tüm uygarlıkların insanlık tarihindeki önemini dansla anlatıyor...

Edirne’den Hakkâri’ye, Aydın’dan Artvin’e dek binlerce yıllık tarihi ve kültürü danslarla günümüze taşıyor Troya.

***

Mavi, duru, soğuk bir günün sabahında Elitis’in dizelerinde Çoban Paris’le konuşuyor gibiyim İda Dağı eteklerinde... Körpe kollarıyla Helene beyaz badanalı evin önünde belirgin çizgileriyle şarap dolduruyor Meryem’e...

Dansların dilinde, şiirin müziğinde Halikarnas Balıkçısı’nı, Anday’ı, Ezra Erhat’ı, Eyüboğlu kardeşleri görür gibi oluyorum.

Homeros’un “Işık Sahili”ne bir selam gönderiyorum, mavi bir sabahın buz kesmiş yapraklarıyla... Heraklitos’un kırık taşlarında öfkelenmiş dalgalara kafa tutuyorum...

Troya’yı mutlaka izleyin!

Şeytanın fırtınasını ışıkla parçalayan halkların tümlüğünü, kardeşliğini görün!

Ben bu büyük masalla sarsıldım!

Alkışlar Mustafa Erdoğan, alkışlar dansçılar, alkışlar tüm emeği geçenlere!..

Cumhuriyet 11.01.2009
POLİTİKA GÜNLÜĞÜ
HİKMET ÇETİNKAYA

1 Eylül 2011 Perşembe

BARIŞ İÇİN DİZELER...

kalbim dünyanın ortasında bir menekşe
neft ve kan, zambak cesetlerinde çürüyen leke
çakı bile çekemediğim iki karanlık arasındayım
karda bir çiğdem, dikende bir kuş gibi yakıp kavrulan yanıp kavrulan bir akıl
anın sıkı dokusuna sığınan yoksul akıl, alkışların uğultusuyla
büyütür bütün savaşların anasını; ah Asur!
savaş, ah tükenen karanlık
topallayan deli kalbim, böyle başlamak istemezdim
kimdi bana insanlığın soylu bir geleceği olacak diyen
alev gözler alevleri yardı ölü çocukların ak gözlerini anmak için...
duyamam yaprağın sesini orman gümbürderken
olmak veya olmamak, bütün hatırladığım bu
yaşam da kanıyor insan da, ensemizde ölümün soluğu
iyi savaşlar sayın seyirciler, devam edin seyirci kalmaya
naklen cinayet çağı bu, katilin yüzü flu
"derslerinizi sakın ihmal etmeyin"
şiir unutmaz, "canlı yayın " yapsa da ölüm
savaş, içi dışı kül kokar
savaş, iki ağzı kırık bir kama
başkalarının kanıyla da ölebilir insan
şimdi yalnızca adları Savaş ve Zafer olan çocukların dönüşünü düşünüyorum
ölümün adıyla
kan diyorum kan ve fırlıyorum ayağa, tutun şu savaşı
acıların ve düşmanlıkların yıldızlararası dönemi bittiği zaman
Orion'un uyum şarkıları çıkacak aramızdan
hangi savaş yüz akıyla çıkmıştır savaştan
savaşı insanlık kadar eskidir diye haklı çıkarmak isteyen
bilsin ki, barışı insanlık kadar yenidir diye övünüyorum ben
kanayan bir Ortadoğu ikindisiyle açıklıyorum gizli güllerimi
Korkusuz kır çiçekleri önünü keser kesmez
Savaşçı diz çökecek göreceksin
ey kin ve kibir bekçileri
şafak; sizin ateşiniz üzerinde doğruluyor şimdi
rüzgarın çarmıhında donardı anılarımız
şimdi bir buğusun artık zamanın teninde
rüzgar: Gümüşi bir ırmaktan su içerkenki
yürek zaten biliyor tohumlu ölümleri
1-3 nöbetini olum tutuyor askerin gözlerinde
bir aynaya bakakalmış gibi ardında uçup giderken hayat
petrolden tez tutuşur alın teri
ancak akrep zefiri yaraşır mürekkepliğe
kağıt turnam hey, yolların durduğu görülmemiş dağ titreşirse
kör tarih gözümüzü oymak istiyor
neler mi söylüyor olu asker? olduğunu söylüyor, naklen söylüyor
lav düşüyor dünyanın bütün ırmaklarına gül yerine
riyadır, ölsem damarlarım boşalır
böler uykuyu o ses; savaş, ah yır!
barış güçlü insanların yapıtıdır
savaş, korkakların cesaretidir
cesetlerdir bu ülkenin rozetleri
marşlarla büyür bir yanım, bir yanım hep çocuk simdi
çocuklarına ne yaptın diye sormuştu toprak
Barışı üzdüm savaş çıktı
batar kağıttan çocuklar kara karanfilin körfezinde
savaş oldu, süt bardağı kırıldı çocuğun
maviyi kim oldurdu, ilk kuşu onun içinde
acısı en çok çocuklara düşer savaşların
-her çocuk bir çekmece- anneleri boğuluyor içlerinde
ölümcül ışıklar aydınlatacaksa geceyi -karanlık kalsın-
Yanlış mı belledim, insan sorumluluktur
kan saldırır kum saldırır Orta doğudur yüreğim kum'saldır
girmeyin dizelerime gürültülü gölgelerinizle
kemikten zarlarla oynanan kıta kumarı
korkusunu apacı dener kendi yüzünde
"le emma ma yenfeun - nase fimeksu fil arz" ise
ben bir olabilir insanım, tiksinirim başkan ve generallerden
burda, orda, Ur'da
yüzünden düşen harfte gizle beni
Günler geçtikçe Taş'la Kitap arasında
debeleniyorum, Fırat'ın kanlı sularında
tadı derinliğimizde uğuldayan gün balı
savaşı istiyorum aşkla; savaş barış'sa
okyanus uzunluğunca petrolden bir tabutun örttüğü o karabatakla yan yana
Sevgilim, beni kana koşan dünyadan koru
kurtuluş türküleri gibi insanı çarpan
barış kavgamızdır
barış, uzun aşk geceleri gibi yüce dinginlik
sen bozacaksın oyununu bezirganın
savaşı göğüsler yaşam
apoletlerim yok. Param var. Bana da silahlar satın;
işgal edeyim geleceğini barışın
Allah allah ateş geliyor, Allah allah barış geliyor
silahları, silahsızlanmaları, silah satanları, can bezirganlarını anlatır bu
destan
yazık ki kudurmuş Pentagon'un bir dişi de İncirlik
övmüyorum yiğitliğini senin
inanmıyorum yiğitlik olduğuna insan öldürmenin
cenge ve cengavere hayır, ölüm kusanlara, yeryüzünü karartanlara
insan bitince başlar kavga
yaşamı ateşe vermeyin
insanlar barışa barışa...
benim tanıdığım Savaş'la savaş körfezde rakı içer
ben seni öptüğüm gün istemiştim hiç ölmemeyi, söylemiş miydim?
seni savaş, ne zaman öptüler

Körfez Savaşı'nın gündemde olduğu günlerdi. 81 Türk şairinin birbirinden bağımsız olarak yazdıkları dizelerin kurgulanmasıyla gerçekleştirilen "Barış için Dizeler" 8 Şubat 1991'de düzenlenen bir toplantıyla dile getirilecekti.
Dizeler, Orhan Alkaya ve Refik Durbaş tarafından kurgulanmıştı

BARIŞ İÇİN DİZELER...
Barış için şiire dize veren şairler
" Barış için Dizeler" adlı şiiri ortaya çıkartan meydana getiren şairler şunlardı:
Meltem Ahıska, Oğuzhan Akay, Gülten Akın, Merih Akoğul, Hulki Aktunç, Teoman Aktürel, Sina Akyol, Orhan Alkaya, Melih Cevdet Anday, Behçet Aysan, Mehmet Başaran, Nihat Behram, Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, Nur Bulum, Eray Canberk, Mazhar Candan, Ali Cengizkan, Metin Cengiz, Erol Çankaya, Cevat Çapan, Müslüm Çelik,Çınar Ciğ, Veysel Çolak, Arif Damar, Refik Durbaş, Salih Ecer, Gültekin Emre, Enver Ercan, Müştak Erenus, Abdullah Rıza Ergüven, Ebubekir Eroğlu,Seyhan Erözçelik, Cezmi Ersöz, Turgay Fişekçi, Hamdi Gedik,Tarık Günersel, Aydın Hatipoğlu, Gunseli Önal, Özdemir İnce, Orhan Kahyaoğlu, Semih Kaplanoğlu, Sefa Kaplan, İsmet Kemal Karadayı, Hidayet Karakuş, Turhan Kayaoolu, Mehmet Kemal, Şükran Kurdakul, Akif Kurtuluş, Onat Kutlar, K. İskender, Kerim Mert, Özkan Mert, Mehmet Müfit, Lale Müldür, Seyyit Nezir, Mehmet Ocaktan, Ahmet Oktay, Fergun Özelli,Adnan Özer, Kemal Özer, Lütfu Özkök, Ali Püsküllüoğlu, Sennur Sezer, Zafer Şenocak, Cahit Tanyol, Tuğrul Tanyol, Berin Taşan, Suha Tuğtepe, Engin Turgut, Gürhan Uçkan, Mehmet Uzun, Mehmet Fikri Ünal, Kubilay Ünsal, Ramazan Üren, Aydoğan Yavaşlı, Hilmi Yavuz, Necati Yıldırım, Hüseyin Yurttaş, Can Yücel, Nihat Ziyalan Gülsüm Akyüz.
Ayrıca şiire katkı olarak İsveçli şair Peter Curman'in gönderdiği dize
kullanılmamış, ancak toplantıda okunmuştu.
Curman'ın barış dizesi şöyle;
"Alarm çalıyor insanın
hücrelerinde şimdi, şiirin gücü
savaşı ve savaşları engellemeye
yetecek mi?"

27 Ağustos 2011 Cumartesi

ÇOCUKLARIMIZA KİTAP ÖNERİLERİ ÜLKÜ TAMER

ÇOCUKLARIMIZA KİTAP ÖNERİLERİ

Bu soruyu soran çok kişi var. Geçen hafta bir okuru...m, “Tatil bitti bitecek,” dedi. “Çocuğuma hangi kitabı alayım?”

Okunması (ya da okutulması) gereken o kadar çok kitap var ki... En iyisi, sayıyı beşle sınırlamak, kendi önerilerimi iletmek...

***

İlköğretim düzeyi için ilk seçimim Andersen Masalları.

Masallar yoğun öykülerdir. Hızla akıp giden olaylardan örülmüşlerdir. Çocuk okurun dikkatini, ilgisini dağıtmazlar. Onu başka edebiyat türlerinin okuru olmaya hazırlarlar. Bu yüzden ilk seçimim bir masal kitabı oldu.

Peki ama, neden Grimm Kardeşler, Perrault, Dede Korkut ya da Keloğlan masalları değil de Andersen?

Hans Christian Andersen edebiyata en yakın masalcıdır da ondan.

Sözünü ettiğim öteki masallar derlemedir. Halk arasında anlatılan yaygın masallardır. Andersen ise özgün yapıtlar üretmiştir. Amacı bir öykü aktarmak değil, bir öykü yaratmaktır. Anlatımı da anlattıkları kadar özgün ve ilginçtir. Dede Korkut’u okuduktan yıllar sonra Deli Dumrul’un köprübaşını tutmasını hatırlarsınız; ama Andersen’in Kibritçi Kız’ını gençliğinize, olgunluk çağınıza sadece düşleriyle değil, yüreğinizin bir köşesine ilişmiş hüznüyle de taşırsınız.

***

Küçük Prens. İkinci seçimim Antoine de Saint-Exupéry’nin yapıtı.

Küçük Prens büyükler için yazılmıştı aslında. Ama her yaşta okurun ilgisini çekmiş, kısa sürede birçok dile çevrilmiş, çocukların da ellerinden düşürmedikleri bir kitap olarak ölümsüz yapıtlar arasında yerini almıştı.

Çocuklar için onu önermemin iki nedeni var.

Birincisi, yedek subay öğretmenliğim döneminde Küçük Prens’i okuyan öğrencilerimin daha sonra benden başka kitaplar istemeleriydi.

İkincisi, düşgüçlerinin harekete geçmesi, kendi küçük prensliklerini (ya da prensesliklerini) yaşamaya başlamalarıydı.

***

Odysseia. Ortaöğretim düzeyindeki çocuklara (ve ilkgençlik dönemlerini yaşayanlara) önereceğim birinci kitap Homeros’un destanı.

Homeros, şiirle öyküyü olağanüstü bir ustalıkla bağdaştıran sanatçıların başında gelir bence. Öyküyü izlerken büyük bir şiir tadı alırsınız.

Peki, neden İliada değil de Odysseia?

Odysseia serüven açısından daha zengindir. Kısa öykülerden örülmüştür sanki. İlginizi daha diri tutar. Homeros’u sevmenizi, klasiklere ısınmanızı sağlar.

***

İnce Memed. Bu kitabı seçmemin nedeni de üç aşağı beş yukarı aynı. Yaşar Kemal’in çok daha fazla sevdiğim romanları var. Ama günümüzün en güçlü yazarının yapıtlarına ve çağdaş Türk edebiyatına ilk adımı atacaksanız, bence bu kitapla başlamalısınız.

İnce Memed, hem konu, öykü, serüven zenginliği, hem anlatım bakımından hemen sarar okuru; yazarın öteki kitaplarını okuma ve başka yazarların yapıtlarına yönelme isteğini uyandırır onda.

***

Memet Fuat’ın Antolojisi. Okulda şiir okurluğuna Fuzuli’yle, Cenap Şahabettin’le, Mehmed Emin Yurdakul’la başlamak öğrenciyi edebiyattan da soğutur, canından da bezdirir. Arapça, Farsça sözcüklerle boğuşmak, aruz kalıplarını kestirmeye çabalamak, “Şair bu mısrayla ne demek istemiştir?” sorusunu yanıtlamaya çalışmak “zor zanaat”tir doğrusu.

Öğrenciye şiiri sevdirmek, onun şiir okuru olmasını sağlamak istiyorsanız, önce Cumhuriyet döneminin nitelikli sanatçılarını sunacaksınız ona.

Çağdaş Türk şiirini en iyi yansıtan yapıt Memet Fuat’ın derlemesidir bence. Yapıtın ölçütü “nitelikli edebiyat”tır. Ayrıca, şairler üstüne öğrencilerin büyük ölçüde yararlanabilecekleri bilgileri, değerlendirmeleri içermektedir.

ülkü tamer. selam olsun. cumhuriyet. 27.08.2011