28 Şubat 2012 Salı

SÜMBÜL EFSANESİ


Kral Amyklos'un Hyakinthos adında çok yakışıklı bir oğlu vardı, Apollon da onun bu güzelliğine hayran olmuştu, kısa sürede genç delikanlı ile Tanrı Apollon çok yakın dost olmuşlardı. Boş zamanlarında Eurotas'ın çiçekli kıyılarında çimenler üzerinde disk atarak birlikte vakit geçirirlerdi.

Bir gün gene her zamanki gibi disk atmaya gitmişlerdi. Hyakinthos'a deli gibi aşık olan kelebek kanatlı güzel Zephiros (Batı rüzgarı) onların bu kadar yakın olmalarını çekemiyor adeta kıskançlıktan kuduruyordu. Zephiros gemicilerin en çok sevdiği rüzgar olduğu halde artık görevini yapmıyor, hatta kıskançlığının neden olduğu öfke ile gemileri kayalara bile çarpıyordu. Kıskançlıktan ne yaptığını bilmez bir hale gelmişti. O günde kuvvetli bir esintiyle Apollonun fırlattığı diskin yönünü değiştirdi. Ve disk hızla genç Hyakinthos'un kafasına çarptı. Zavallı delikanlı kafasında kanlar akarak yere yuvarlandı,

Apollon bu felaket karşısında deliye dönmüştü. En sevdiği dostunu çok kötü yaralamıştı. Hyakinthos'un yaralarına oğlu Askleipos'un en tesirli ilaçlarından koydurdu ama fayda etmedi zavallı Hyakinthos çok kan kaybetmişti ve oracıkta can verdi. Bunun üzerine Apollon onu her ilkbahar açan sümbül çiçeğine dönüştürdü...

26 Şubat 2012 Pazar

DİRİLER MEZARLIĞI ADNAN BİNYAZAR

DİRİLER MEZARLIĞI

Şu sıralar daha çok fotoğraflarıyla tanınan şair Mahmut Turgut, Yüreğimdeki Çiçekler adlı albümüyle objektifini şairlere, sanatçılara, yazarlara çevirmiş. Soğuğun bıçak gibi kestiği kış Ankara’sının bir otel odasında, özlemi yüreğimde tüten o yüzlere bakıyorum.

Albümün ilk fotoğrafı Ahmet Taner Kışlalı... Bedeni sözcüklerinden, sözcükleri bedeninden ince, aydın bir kişilik. O Kültür Bakanı, ben daire başkanı, ilk işimiz Hasan-Âli Yücel dönemi klasiklerini canlandırmak olmuştu. Sonraki sayfada Ali Püsküllüoğlu. Doğallık ne ise oydu, erdem ne ise oydu, arı gibi çalışmak ne ise oydu... Ardında onlarca sözlük, onurlu bir yaşam bırakarak, usulca çekildi aramızdan.

Sayfayı çeviriyorum. Güleğen yüzüyle Aziz Nesin. O ömrünün kışını yaşarken, Macbeth’in “Ömrüm Güze Erişti” sözünü başlık yapıp ona mektup yazmıştım. Bir başka sayfada Cahit Külebi. Oğlunun ölümünü gördü, “Senin dudakların pembe / Ellerin beyaz / Al tut ellerimi bebek / Tut biraz” diye dizeler düşürdüğü eşini yitirdi, çok sevdiği kedisi “Sarman”ın ölüsünü penceresinin önündeki ağacın dibine gömdü. Acısı ne ovaydı, ne derin vadiler, doruğuna ulaşılmaz dağlardı.

Deniz Som’la çok az bir araya geldik. Yerinde duramayan bir telli turna, hızlı adımlı bir dervişti Som! Kaşla göz arasında, ölüm aldı, yer gizledi. Dursun Akçam sıra arkadaşımdı. Başkası üzerine yazdığım ilk denememde kalemim ona kaydı. O yazı Varlık’ta yayımlandı, radyolarda okundu.

Bir sayfada da Erdal Öz; güleç yüzlüydü. Fotoğrafta da gülüyor. Bin kez ölse, benim gözümde milyonlarca kez diri! Büyük Sinema’nın üstündeki kitapçı dükkânında o raftan bu rafa fişek gibi gidip gelişi gözümün önünden gitmiyor. Altmış beş yaşında, Masalını Yitiren Dev romanımı masasının üstüne koyduğumda şöyle bir gülümsedi, dört gün sonra, “Romanını basıyoruz,” diye telefon etti.

Fakir Baykurt’la Fazıl Hüsnü Dağlarca karşılıklı sayfalarda. Baykurt’a bakarken soruyorum: Onca yazının arasında kendine bir dakika olsun ayırmış mıdır? Yolda yolakta, üst cebinden çıkardığı kâğıtlara notlar alırdı. Dağlarca bir söz büyücüsü idi. Bir akşam sabaha kadar benimle konuşmuştu. Birkaç gün sonra eşim üzerine yazdığı “Eş Ölümü” postadan çıktı.

Gazeteciler, köşe yazarlığının bilgelik olduğunu anlamak için her gün İlhan Selçuk okumalılar. Yoksa yazdıklarının kalem hamallığından kurtaramazlar kendilerini. Melih Cevdet Anday, bilgeliği halklaştırmanın yazarıydı. Mustafa Ekmekçi, halklaşmanın hamurkârı, Necati Cumalı, edebiyatın coşkular esintisi, Nezihe Meriç, sözün inci dizicisi...

İroniyi dudağının ucunda zekâ şimşeği gibi parlatan Salâh Birsel’in üslubu bir komedya oyuncusu kıvraklığında idi. Şükran Kurdakul bireycilikle “birey”in ne olduğunu anlatmaya adamıştı ömrünü. Server Tanilli hayattan intikamını emekle alan bir bilgeydi. Düşüncenin çeliğine karikatürleriyle su veren bir sanatçıydı Turhan.

Türkân Saylan, o “ölü can”ıyla bir irade anıtı diktirdi düşünce tarihine. Türkel Minibaş, ölümünden bir hafta önce, bir yazımdan dolayı beni kutlama inceliği göstermişti. Minibaş, biliminin yanında mahzun yüzlü bir edebiyat prensesiydi. Vedat Günyol, insanlıkçılığın, hoşgörünün, aklı kılavuz eylemenin evrensel savaşımcısı...

Yüreğimdeki Çiçekler albümünde kimler yok! Attilâ İlhan, Bülent Ecevit, Can Yücel, Demirtaş Ceyhun, Dinçer Sezgin, Doğan Aksan, Duygu Asena, Erhan Bener, Fethi Naci, Füsun Akatlı, Gürhan Uçkan, Halit Çelenk, Halit Refiğ, Jülide Gülizar, Memet Fuat, Orhan Asena, Sadun Aren, Vüs’at O. Bener, Yıldız Sertel... Her ad bir diri mezarı...

Cumhuriyet Dergi 26.02.2012
ADNAN BİNYAZAR Pazar Yazıları

23 Şubat 2012 Perşembe

Fetihle Övünmek ZÜLFİ LİVANELİ

Anormal olmayan ya da yabancı servisler hesabına casusluk yapmayan herkes ülkesiyle, halkıyla, kentiyle, ailesiyle gurur duymak ister. Ekmek gibi, su gibi bir gereksinimdir bu.

Ben de bu ülkenin bir insanı olarak yıllardır, kültürümüzdeki gurur duyulacak ögeleri arar ve bunları öne çıkarmaya, UNESCO gibi yurt dışı platformlarda anlatmaya özen gösteririm.

Hayat boyu tavrım; içeride bozuk gördüğüm ögeleri eleştirmek, dışarıda ise genellikle önyargılar sonucunda oluşan haksızlıklara karşı mücadele etmek olarak belirdi.

Bunun bedelini de çok ödedim.

Tek bir örnek vereyim. Sürgün yıllarımda Stockholm gibi yabancı bir kentte ayın sonunu zor getirir ve yoksulluk içinde yaşarken müziğim Yunanistan’da çok ün kazandı. Albümler, telif hakları, konserler derken epey bir para birikti ama bunun bana bir faydası olmadı. Çünkü parayı Yunanistan dışına çıkarmam için kültür bakanının özel iznine gerek vardı.

O sıralarda bakan Melina Mercuri idi. Tanışıyorduk, hatta Marsilya’da, birlikte sahneye çıkmıştık ama aramız iyi değildi çünkü Mercuri o dönemin PASOK politikasına uygun olarak benim Yunan televizyonlarına çıkıp Türkiye aleyhine atıp tutmamı istiyordu. Sürgün bir sanatçıydım ya... Kalkıp Türkiye’yi şikâyet etmeliydim. Bense bunu aşağılık bir tutum olarak görüyor, Yunan televizyonunun canlı yayınında buzuki çalgısının, bizim sazın “bozuk düzeni”nden türediğini anlatıyordum.

Çünkü benim sorunum, dedelerimin uğruna kan döktüğü ülkemle değil, onu istila eden cunta ileydi.

Bu tutumumun sonucu olarak beni İsveç’te rahat yaşatacak, çocuğumu okutacak büyük bir paradan mahrum kaldım. Para Yunan Merkez Bankası’nda eridi gitti.

***

Bu anıyı niye anlattım biliyor musunuz?

Bundan sonra yazacaklarımın; Türkiye’ye karşı önyargılı, her fırsatta kötülemeyi marifet sanan bir aydın bozuntusunun kaleminden çıkmadığını anlamanız için. (Bilen zaten biliyor da bilmeyenler için belirtiyorum bunu.)

Bugünlerde ortalık fetih coşkusundan geçilmiyor. İstanbul’u fethetme coşkusuyla.

İyi güzel ama bu aynı zamanda “Biz hiçbir şehir kurmadık, sadece gelip kılıç zoruyla aldık ve eski, görkemli binaları da yıktık” demek değil midir?

Bir medeniyet kurmak mı daha önemli yoksa onu kılıç zoruyla almak mı?

Ayrıca fethi, o dönemin milliyetçi olmayan kafasına göre değerlendirmek gerekir.

Mesela büyük tarihçimiz Halil İnalcık, İstanbul kuşatmasında Fatih’in kuvvetleri arasında “Turkopulo“ denilen Rum birliklerin de bulunduğunu yazmıştır. Fatih’in annesi Mara Brankoviç’in babası Sırp Kralı Brankoviç de bu kuşatmada torununa yardımcı olmuştur.

Nasıl: Kafa karıştırıcı değil mi?

***

Daha önce Berlin, Moskova gibi kentlerin kuruluş yıldönümü kutlamalarına katıldım ama onların hepsi gerçek kurucuları tarafından kutlandı.

Bu sözlerim “İstanbul’u almasaydık” anlamına gelmiyor ama benim tercihim; bunu bir övünme vesilesi yapacağımıza Yunus’la, Evliyâ Çelebi’yle, büyük Sinan’la, Itri’yle, Baki’yle, Süleymaniye’yle, İstanbul ve Rumeli’deki Osmanlı eserleriyle, Şeyh Galip’le, Mevlânâ’yla, Ali Kuşçu’yla, Hezarfen’le gurur duymak.

Mesela; Demirbaş Şarl’ın bizden götürdüğü çiçek aşısı insanlığa yaptığımız büyük bir katkıdır.

Kusura bakmayın ama ben bunlarla övünmeyi tercih ediyorum.
 21 Şubat 2012

20 Şubat 2012 Pazartesi

İstanbul’un Fethini Bitirememek...ERDAL ATABEK

İstanbul’un Fethini Bitirememek...
Erdal ATABEK
İstanbul’un fethini her yıl kutlarız.

1453. Yeni bir filmle yeniden gündemde.

Fatih Sultan Mehmet, büyük bir hükümdardır.

Sadece İstanbul fatihi olduğu için değil.

Fatih, bir Rönesans insanıdır.

İtalyan ressamı Bellini’ye portresini yaptırmıştır.

İstanbul’a yeniden Rum nüfusu getirmiştir.

Bilimlere bilinenden daha çok değer vermiştir.

Sanata büyük ilgi göstermiştir.

1453 yılında Doğu Roma İmparatorluğu fethedilmiştir.

Onun için de İstanbul’un fethine de Fatih Sultan Mehmet’e de yeni bir açıdan bakmamız gerekiyor.

Hamasi gösterilerin ötesine bakabilmemiz gerekiyor.

1453 yılı, Doğu’da da, Batı’da da yeni bir çağın habercisidir.

Ne yazık ki bununla ilgilenmiyoruz.

***

1450 yılı Batı’da matbaanın bulunuşudur.

Matbaa ilk önce Çin uygarlığının eseridir.

Gütenberg, hareketli harflerle matbaayı Batı’nın kültür dünyasına soktu.

1500,1600,1700 yılları Batı’da basılmış kitapların yıllarıydı.

Osmanlı ise matbaa ile üç yüz yıl sonra tanışacaktır.

Matbaanın yaygınlaşması, basılı kitapların çoğalması öncelikle Katolik dünyasının elinde tuttuğu elyazması metinlerin ipoteğini kırmıştır. Protestanlık yaygınlaşmıştır.

Rönesans ve Aydınlanma insan aklının egemenliğini dünyaya yaymıştır.

Bilimin, tekniğin Batı’da başlayıp egemen olmasının anahtarı budur.

Osmanlı İmparatorluğu’na ilk matbaa 1792 yılında İspanya’dan gelen Yahudilerle birlikte gelmiş, ancak kendi yayınlarına izin verilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu fetih siyasetinde, fetih ekonomisinde başarılı olmuştur. Ancak bilimsel gelişmelerde ve teknik ilerlemelerde sadece savaş amacıyla, savaş ölçeğinde ilgilenmiştir.

Bu da gerilemenin nedenlerini açıklar.

***

1492 yılında Amerika kıtasının keşfi gerçekleşmiştir.

Bu da dünyadaki büyük değişmelerin anahtarıdır.

İspanya, Kristof Kolomb’un seferleri ile yeni dünyanın insanlarına, zenginliklerine el koymuş, yağmalamış, yeni ve kanlı bir tarih yazmıştır.

Dünya tarihine böyle geniş bir açıdan bakmak yerine kendi kılıçlarımızla övünmekten vazgeçmememiz bize bugünümüzü anlamakta yardımcı olmuyor.

Geçmişin zaferleriyle övünmek tatlı bir duygudur ama düne nesnel bakmak daha akıllıcadır.

İstanbul’un fethinin sürüp gitmesine ne demeli?

***

İstanbul’u hâlâ fethetmekle uğraşmıyor muyuz?

Şu aradan geçen beş yüz yıldan fazla zamanda ne yaptık?

Nerede İstanbul’un su havzaları?

Nerede İstanbul’un ormanları?

Nerede İstanbul’un mesire yerleri?

Nerede İstanbul’un kıyıları?

Nerede İstanbul’un tepeleri?

Nerede?

Her taraf yapılarla doldurulmuş.

Her taraf arabalarla doldurulmuş.

İki köprü yaptınız, trafik gene felç.

İki köprü daha yapsanız nafile.

Ama İstanbul’da bir konser salonu yok.

İstanbul’da her şey AVM mantığına terk edilmiş.

AVM- Alış - Veriş - Merkezi.

Ye-İç-Al-Ver-Otur-Gez. O kadar.

İstanbul’u fethe devam ediyorsunuz.

Ne Fatih Sultan Mehmet’i anlıyorsunuz.

Ne Osmanlı’yı biliyorsunuz.

Ne Rönesanstan haberiniz var.

Ne uygarlıkla ilginiz var.

İstanbul’un fethi mi?

Devam.

Son karış toprağa kadar...

Zorunlu açıklama:

İnternet ortamında adım kullanılarak dolaştırılan ‘Fethullah Gülen Neden Hacı Değildir’ başlıklı yazı benim değildir. Defalarca yalanladığım halde sahibi çıkmayan, ortada dolaşan yazı bana da saygısızlıktır. Durumu bir kez daha açıklıyorum.


Cumhuriyet Gazetesi

14 Şubat 2012 Salı

İÇİM ACIYOR IŞIL ÖZGENTÜRK (KÖY ENSTİTÜLERİ )

İÇİM ACIYOR




Bize yazık, bu güzel ülkeye yazık… Ürkütücü bir kindarlıkla bu ülke yok edilmeye çalışılıyor. Kimse kimseyi aldatmasın, artık ne Twitter’dan kartopu oynamanın neşesini millete gösteren Cumhurbaşkanı’na ne de MİT Müsteşarı’na arka çıkan Başbakan’a kimsenin güveni kalmadı. Ama insanoğlu bir güzelliğe sığınmak istiyor. Ve benim aklıma, Köy Enstitülü Musa Hoca geliyor, beş yıl önce onun filmini çekmiştim.



Ve yıllar önce bunu yazmıştım, yeniden okunabilir. O yıl haziran ayında bizim film atölyesinden yedi kişi, farklı bir adamın, farklı bir belgeselini yapmak için, yeşilden ötürü renkli fotoğrafların bile siyah-beyaz çıktığı Karadeniz’e doğru yola koyulduk. Orada Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nün ilk mezunlarından Musa Hoca’yla buluşacaktık. Kimdi bu Musa Hoca? Onu daha önceleri de size anlattım; o yaşadığı köyü değiştiren, Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nde öğrendiği yaşam derslerini herkesle paylaşan, politikayla, sanatla ilgili bir dev adam. Onu Marlon Brando’ya benzettiğimde beni azarlayan, “Boşver Marlon’u, ben Fidel Castro’yum” diyen biri. Ben onu çekim ekibine anlatmıştım ama gözle görmek, Musa Hoca’yla yaklaşık on gün yaşamak çok farklıydı. Musa Hoca her yaptığıyla, özellikle ekibin yaş ortalaması 25 olanlarını pek şaşırttı. Ve çekim bitip Musa Hoca’dan ayrıldığımızda kamerayı kullanan içimizdeki en genç arkadaşımızın şu sözleri hep aklımda kaldı: ‘“Köy Enstitüleri’ni kapatanlar benim geleceğimle oynamışlar. Enstitüler kapatılmasaydı, Türkiye Musa Hocalarla dolardı ve bizler yaşamın iyiden, güzelden, faydadan yana değiştirilebilir olduğunu öğrenerek büyürdük. Umut etmeyi, ütopyalar kurmayı bize öğretirlerdi. Ütopyalarımızı gerçekleştirmek için yola koyulmayı da.”



Peki ne görmüştük bu on gün içerisinde? Öncelikle Musa Hoca’nın kendi ustalığıyla yaptığı yedi odalı, geniş mutfaklı evinde konuk olmuştuk. Musa Hoca çekim ekibi rahat etsin diye yepyeni nevresimler almıştı ve her odaya, gece kalkanlar için zorluk olmasın diye prize takılan küçük renkli bir ampul koymayı ihmal etmemişti.



Ondan disiplini öğrenmiştik. Çekim için gündoğumu ve ışık önemli olduğundan, içimizde en erken kalkan oydu. Her gün giyinmiş, tıraş olmuş, saçlarını yandan ayırmış, bizi bekleyen oydu.



Yaşadığı köyün okulunu yapan da oydu, köye su getirip, milletin doğru dürüst aptes almasını sağlayan da. Bu suyun çok güzel bir hikâyesi vardı. Musa Hoca bakmış, caminin önünde herkes elinde ibriklerle aptes almaya çalışıyor, kimi alıp kimi alamıyor. Bu durum onun ağırına gitmiş, hemen işe koyulmuş. O sırada oralarda satılık bir Rus denizaltı pompası varmış; Musa Hoca pompayı su getirmek için kullanabileceğini düşünmüş, ince matematik hesaplarından sonra bunu başarmış ve suları şırıl şırıl akan bir şadırvan yapmış.



Hikâyenin bundan sonrası tam Türkiyeli bir hikâye. Uzun bir süre şadırvanın suları boşa akmış, Musa Hoca Fidel Castro’ya, herkese “Benim ayaklarım da, başım da hep sola gider” diye ilan etmiş ya, ilk başlarda kimseler aptes almaya cesaret edememiş; ne olur ne olmaz, başımıza bir bela gelir mi gelir... Ama sonunda bakmışlar ki su akıp onlar bakıyor, oturmuşlar şadırvanın şırıl şırıl akan sularının karşısına, bir güzel apteslerini almışlar.



Musa Hoca koca cüsseli ama yüreği çocuk yüreği. Bakmış ki, kadınlar çay yapraklarını sepetlere doldurup iki büklüm taşıyorlar. Yüreği elvermemiş, hemen bir çözüm üretmiş, okulda öğrendiği teknik bilgiyi kullanarak dört ayaklı bir taşıma makinesinin maketini çizivermiş. Köyde eli bu işlere yatkın, Almanya’dan gelmiş demir ustası da maketi hayata geçirmiş. O günden sonra Musa Hoca’nın çaylarını taşıyan kadınlar pek bir rahat etmişler.



Musa Hoca’yı, belgeselimizde onunla birlikte olan Beşikdüzü’ndeki sınıf arkadaşlarını, hiçbirimizin unutması mümkün değil; bu çekim hepimize bir şey öğretmişti: “Bu topraklarda yeryüzünün en başarılı eğitim projelerinden biri gelip geçmişti ve izleri her yerdeydi. Ve biz o izler var oldukça güvendeydik.”



Şu anda benim içim acıyor.



Cumhuriyet 12.02.2012

AL GÖZÜM SEYREYLE

Işıl Özgentürk

isilozgenturk@superonline.com

SEVGİLİLER ATAOL BEHRAMOĞLU

Sevgililer
ATAOL BEHRAMOĞLU
Sevgililer bana Jacques Prévert’in unutulmaz “Barbara”sını anımsatır. “Anımsa Barbara / Yağmur yağıyordu o gün Brest’te durmadan” diye başlayan şiiri…

Brest neresi? Barbara kim? Ansiklopedide Brest için Fransa’nın kuzeybatısında, Toulon’dan sonra ikinci büyük liman kenti diye yazıyor... Şair şiirinin kahramanıyla Brest’te karşılaşmış. Daha doğrusu onu uzaktan görmüş… Şiirden okuyalım: “Yürüyordun gülümseyerek yağmur altında / Şaşkın hayran sırılsıklam / Anımsa Barbara / Siam Sokağı’nda rastladım sana / Yağmur yağıyordu Brest’te durmadan / Gülümsüyordun / Gülümsüyordun / Tanımıyordum seni / Sen de beni tanımıyordun / Anımsa gene de anımsa o günü / Unutma / Saçağın altında sığınmış bir adam // Adını ünledi / Barbara / Seğirttin ona doğru yağmur altında / Şaşkın hayran sırılsıklam / Atıldın kollarına / Anımsa bunu Barbara / Sen diyorum diye de bana kızma / Sen diyorum bütün sevdiklerime / Ancak bir kez görmüşsem bile / Sen diyorum bütün sevişenlere / Tanımasam bile…”

***

Prévert’in şiirini anımsayışım durup dururken değil. Birkaç gün süren karın, sonraki ilkbahar gününün ardından, İstanbul’a yağmur yağıyor… İstiklal Caddesi’nin bir köşesinde, şiirdeki adam gibi bir saçak altında durmuş, gelip geçenlere bakıyorum… Çoğunluğunu genç kızların ve genç erkeklerin oluşturduğu kalabalığa… Şaşkın, hayran, sırılsıklam olanlar da, yağmurdan korunmak ya da bir yere yetişmek için hızlı hızlı geçip gidenler de var kuşkusuz… Aralarında sevgililer, sevgili adayları, sevgililik beklentisi ya da belki henüz bitmiş bir aşkın hüznü içinde olanlar…

“Barbara”nın sonraki dizeleri sözcüğü sözcüğüne değilse de, duygu olarak geçiyor zihnimden… Kitaptan okuyalım: “Anımsa Barbara / Unutma / O yumuşak mutlu yağmuru / Mutlu yüzüne yağan / O mutlu kente yağan / Denize yağan / Tersaneye yağan / Ouessant gemisine yağan yağmuru..”

Şiir tam burada, birden, bir senfoni ya da filmde gibi bambaşka ve keskin, beklenmedik, notalar ya da görüntülerle yön değiştiriyor: “Ah Barbara / Ne hırboluktur savaş / N’oldun şimdi sen / O demir o çelik o kan yağmuru altında / Ya o adam n’oldu seni yürekten / Kucaklayan /Öldü mü kaldı mı n’oldu”

***

Şiirden bir an ayrılarak ansiklopediye, Brest’e dönüyorum… Deniyor ki: “Brest I. Dünya Savaşı sırasında 1917’de Amerika’dan gelen birliklerin çıkartma limanı olarak kullanıldı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar Brest’te geniş bir denizaltı üssü kurdular.1944’te Müttefiklerin Normandiya’yı işgalinden sonraki Brest muharebesi sırasında kent ancak birkaç binası ayakta kalmak üzere, tümüyle yerle bir oldu.”

Şiir ise geçmişi anımsayıştan şimdiki zamana dönerek, keder dolu dizelerle sonuçlanıyor: “Ah Barbara / Yağmur yağıyor Brest’e durmadan / Eskiden nasıl yağıyorsa öyle /Ama artık bildiğin gibi değil bura yok oldu her şey / Yıkık bitik bir yas yağmuru şimdi yağan…”

***

14 Şubat Sevgililer Günü’ne birkaç gün kala, bir çatının altında, İstiklal Caddesi’ne yağan yağmuru, önümden geçip giden kalabalığı izliyorum… Sevgililer, bir sevgili arayışında olanlar, henüz bitmiş bir aşkın hüznünü yaşayanlar… Büyük çoğunluğu, büyük olasılıkla, dünyada, ülkemizde, bulunduğumuz coğrafyada yaşanmakta olanlardan habersiz, bilgisiz, kaygısız, durmaksızın akmakta olan baş döndürücü bir gençlik anaforu…

Zihnimde “Barbara”dan dizeler… Kulaklarımda ve gözlerimde, günlerdir, haftalardır, aylardır, Ortadoğu’yu yeniden bir kan gölüne dönüştürmenin alçakça hırsıyla konuşan, yalanlar söyleyen, tehditler savuran, riya dolu sesler, yazılar, görüntüler, savaş tellalları, cinayet çığırtkanları, okyanus ötesindeki alçaklar ve ülkemizdeki uşakları… l

ataolb@cumhuriyet.com.tr / http://www.ataolbehramoglu.com.tr/

“Barbara” Teoman Aktürel çevirisidir.

9 Şubat 2012 Perşembe

BİR ANADOLU MASALI: 'MİSS MELLİNK'İN KÜLLERİ


  Adı Prof. Machdelt Mellink. O 'arkeolojinin büyükannesi' olarak adlandırılıyordu. 60 yılını Anadolu arkeolojisine verdi. Ölümünden önce Türk geleneklerine göre Elmalı'da gömülmeyi diledi. 2006 Şubat'ında 86 yaşındayken Amerika'da bir bakımevinde öldü. Ölümü üç gün sonra öğrencileri tarafından farkedildi. Ancak Mellink'in dileği gerçekleşemedi. Anadolu'ya tutkuyla bağlı olan Mellink, ölümünden yedi ay sonra, bu kez külleriyle buluştu Anadolu'yla. Amerika'da yakılan Prof. Mellink'in külleri, kavanozla yaptığı uçak yolculuğunun ardından, 2006 Eylül'ünde çok sevdiği Antalya Elmalı'daki Kızılbel tümülüsüne serpildi...

İşte tanıklarının anlatımıyla bu çarpıcı Anadolu masalının ilk kez yayınlanan öyküsü...

Yaşamının 60 yılını Anadolu arkeolojisine adayan Amerikalı arkeolog Prof. Machdelt Mellink, 2006'da Amerika'da bir bakımevinde öldü. Türkiye'ye ilk kez 1947 yılında Tarsus Gözlükule kazıları için gelen Prof. Mellink'in yaşamöyküsü, 'keşfedilmemiş son kıta' olarak tanımlanan Anadolu'nun son 60 yılıyla paralel ilerliyor.

NAZİ BASKISINDAN ABD'YE GÖÇ ETTİ

Aslen Hollanda'da doğumlu olan Prof. Mellink, 1943 yılında Utrecht Üniversitesinde doktora eğitimini tamamladı. Mellink'in savaş pilotu olan biriyle evlilik yaptığı söylense de bu konuda fazla bilgiye sahip değiliz. II. Dünya Savaşı koşullarında Nazilerin baskısından ABD'ye göç eden Mellink için, 1949'da Amerikan Bryn Mawr College Üniversitesine öğretim üyesi olarak göreve başlamasıyla birlikte uzun ve zorlu bir mücadele de başlamış olur.


ANADOLU ARKEOLOJİSİNİN SÖZCÜSÜYDÜ

Gazeteci Özgen Acar, Prof. Mellink'in ölümünün ardından yazdığı yazıda, onun Anadolu arkeolojisi için önemini şöyle vurguluyordu: "Onbeş yıl süre ile de Troia kazılarına bilimseş danışmanlık yaptı. Hiç kuşkusuz Mellink’in bir başka önemli yanı, 1995-94 yıllarında AIA’nın (Amerikan Arkeoloji Enstitüsü) yıllığına yazdığı Türkiye’deki tüm arkeolojik kazı ve buluntuları bilimsel açıdan değerlendiren yıllık raporlarıdır. Bu raporlarla Mellink, Anadolu arkeolojisinin sözcülüğünü yaparak dünyada saygın bir ün kazandı ve Anadolu arkeolojisinin dünyadaki önemini öne çıkardı. 1980 yılında AIİ Başkanlığına dört yıl seçildi. AIA, Mellink’i 1991’de örgütün 'seçkin arkeoloji başarısı altın madalyası' ile ödüllendirdi. Meslektaşları Mellink için Anadolu arkeolojisine katkısının 50. yıldönümünde İstanbul’da özel bir çalıştay düzenlediler. Çalıştayda meslektaşları Mellink’in çeşitli dönemlerini anlattılar. Öğrencilerinden Prof. Dr. Mehmet Özdoğan AIA’ya ileti göndererek 'Anadolu arkeolojisinin anneannesini yitirmesinden duyduğu üzüntüyü' bildirdi."

LİDYA VE ELMALI HAZİNELERİNİ GERİ GETİRMEK İÇİN UĞRAŞTI

"Benim için Prof Mellink çok önemlidir" diye yazan Özgen Acar, "Karun Hazinesinin Metropolitan Müzesinde olduğunu saptamakla kalmadı, New York Federal Mahkemesinde 'bilirkişi' olarak Türkiye adına lehte rapor verdi. 'Elmalı Definesi'nin Bostonlu iş adamı William Koch’ta olduğunu saptayıp ilk ipucunu bulmama önemli katkıda bulundu. New York’ta Sothby’s müzayesine çıkarılan bir mermer erkek heykelinin Erdek’ açık hava müzesinden çalındığını, onun AIA’ya 1970’lerde yazdığı bir makaleden saptama olanağını verdi. Bütün bu tarihsel mirasın Türkiye’ye kazandırılmasında Anadolu arkeolojisini seven gerçek bir bilim insanı gibi davrandı" sözleriyle yurtdışına kaçırılan Anadolu kültür mirasının ait olduğu topraklara geri dönmesinde Mellink'in önemli katkılarını anıyor. (Özgen Acar, 25 Şubat 2006. Cumhuriyet)


Mellink kazı çalışmaları sırasında

MELLİNK'İN ELMALI GÜNLERİ

1947'den, 2000'li yılların başlarına kadar Anadolu arkeolojisine hizmet eden Mellink, 1963 yılından itibaren başladığı ve yaklaşık kırk yıl emek verdiği Elmalı bölgesindeki kazılar sırasında bir çok önemli arkeolojik buluş gerçekleştirdi. Mellink'in Semahöyük'te (Bozhöyük) yaptığı kazılarda,ortaya çıkarılan ve erken bronz çağına tarihlenen yerleşimde bulunan küp mezarlar ve diğer eşyalar bugün Antalya Arkeoloji Müzesinde sergileniyor.

Elmalı'da iki önemli mezar anıtını ortaya çıkaran Prof. Mellink, Karaburun ve  Kızılbel olarak bilinen mezar anıtlarının bulunuşunun ardından bölgeyle kurduğu bağı daha çok güçlendirdi. Bir çok arkeolojik buluşta olduğu gibi ilk kez definecilerin girdiği Kızılbel'deki mezar anıtında bulunan boyalı duvar resimleri, 'ünik' olmalarının yanında bir dönemin yaşayışını da canlandırıyor. Elmalı'nın batısında, Yuva köyü yolu üzerinde bulunan İ.Ö. 5.yy ortalarına tarihlenen Kızılbel mezar anıtı, ilerleyen yıllarda Mellink'in kariyerine yaptığı katıkının yanında, onun yaşam yolculuğunun da son durağı olacaktır.

'ELMALI, ONUN ÇOCUĞU GİBİYDİ'

Gerçek bir Anadolu bilgesi olan Elmalılı arkeolog Ünsal Özçakır, İstanbul Üniversitesi'nde arkeoloji eğitimi aldığı 1964 yılında Mellink'in Semahöyük'te yaptığı kazılara misafir öğrenci olarak katılır. Ünsal Özçakır'la birlikte 46 yıl sonra Mellink'in izinden Semahöyük'ten Kızılbel'e uzanan bir yolculuk yapıyoruz. "İki yıl kazılarına katıldım" diyor Özçakır. "Ancak daha sonra uzun yıllar birlikte olduk. Elmalı onun için bir tutku gibiydi, çocuğu gibiydi" diye anlatıyor Mellink'i.


Mellink Gavurkalesi'nde

'TURİST TEPESİ...'

Elmalı-Korkuteli yolundan yaklaşık 10-15 kilometre ilerledikten sonra sağa sapıyoruz. Semahöyük, bugün 'Bozhöyük' olarak adlandırılıyor. "Uzun yıllar oldu gelmeyeli, höyüğün yerini tam olarak bilemeyebilirim, köylülere soralım" diyor, Ünsal Özçakır. Köyün girişinde tarlada çalışan gençlere soruyoruz, "bilmiyoruz" diyorlar. Biraz daha ilerledikten sonra bir kadına soruyoruz, ondan da "bilmiyorum" yanıtını alıyoruz... Nihayet orta yaşlı bir köylü "turist tepesi mi, şöyle doğru gidin..." diye tarif ediyor höyüğün yerini...

TARİHE YUVA YAPAN KÖSTEBEKLER

İçinden tarihi değeri çok yüksek olan küp mezarların çıktığı Semahöyük, bugün onlarca köstebek ve tarla faresine ev sahipliği yapıyor. Höyükten çıkarılan toprak yığını adeta termit karıncaların yuvaları gibi köstebekler tarafından oyulmuş. Tepemizde dolanan sahinler, tarlalardaki fareleri avlama derdindeler.

'HER TOPRAĞIN TADI FARKLIDIR'

Bir yandan höyüğün içler acısı halini gezerken, bir yandan da Mellink'i anlatıyor Özçakır: "Çok şakacı bir yanı da vardı. Bir gün bana toprak yedirdiğini anımsıyorum. 'toprak çok önemli' derdi. Strografiyi toprak yiyerek de öğrenirsin, her toprağın tadı farklıdır' derdi. Ben de saf saf toprağı yedim, sonra gülüştük..."

ELMALI'NIN IŞIKLA SEVİŞEN ASMA BAHÇELERİ

Semahöyük'ten, 46 yıl öncesinin anıları eşliğinde ayrılıp, güneşi batırmadan Kızılbel'e doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca Elmalı'nın muhteşem asma bahçelerinin ışıkla sevişmelerine tanıklık ediyoruz. Yuva-Fethiye yolu üzerindeki Kızılbel'in eteklerinde, sarıdan kızıla boyanan asma yaprakları ve kızıla çalan toprak, bölgenin adını çağrıştırıyor sanki. Anayoldan patikaya sapıp, yaklaşık 15-20 dakikalık bir yürüyüşten sonra tümülüsün bulunduğu tepeye ulaşıyoruz. Dağların çevrelediği Elmalı ovasına hakim bir yükseklikteki Kızılbel mezar anıtı işte tam bu noktada. Önce çevreyi gezip ardından muhteşem ışığın altında oturup teybimi Ünsal Özçakır'a uzatıyorum.

ROMALI DEFİNECİLERİN SOYGUNU


Kızılbel kazılarında bulunan mezar anıtı

Özçakır, "Burayı ilk kez defineciler kazmış" diye başlıyor anlatmaya: "ilk kez 1967'de doğu kenarını kazmaya başlıyorlar bu anıtın. Tümülüsün kıyısında küçük, insanın girebileceği kadar bir açıklık buluyorlar. Sonra defineciler buradan mezar anıtının içine giriyorlar ancak daha önce burası Romalılar tarafından soyulduğu için işlerine yarayacak bir şey bulamıyorlar. Bir kaç keramik kırığıyla, bir kaç koku şişesi parçası bulmuşlar. Bir iki de mermer parçası, o kadar."

HELVACI DÜKKANINDA HACİVATLA KARAGÖZ SOHBETİ

Daha önce değindiğimiz gibi o yıllarda genç bir arkeoloji öğrencisi olan Özçakır, yaz tatilinde memleketi Elmalı'ya gelir. Kızılbel'deki bu defineci hikayesi, Elmalı'nın Helvacı dükkanlarından birinde çoktan konuşulmaya başlanmıştır. Helvacı dükkanında toplanan arasta esnafı, "Kızılbel'de bir mezar bulunmuş, içindeki duvar resimleri Hacivat'la Karagöz'e benziyor" sözleriyle Kızılbel'in keşfini ilan ederler.

ÇIRALARI YAKIP MEZAR ODASINA GİRDİK...

Ünsal Özçakır'ın arkeoloji okuduğunu duyan esnaf, " hadi gidip bir bakalım" diye merakla gelip Özçakır'a söylenirler. "Bir el feneri bulalım dediler, yok. Sonra çıra alıp Kızılbel'e geldik. Çıraları yakıp içeri girdik, ilk dikkatimi çeken duvar resimleri oldu. Truva savaşı ya da efsanelerle ilgili resimleri andırıyordu. Resimlerde balıkçı kadınlar vardı. Sonra İstanbul'daki Hocam rahmetli Arif Müfit Mansel'e durumu anlattım. Çünkü benim yapabileceğim hiç bir şey yoktu. Son sınıf öğrencisiydim o yıllarda. Hocam Mansel, 'git burayı mezuniyet tezi olarak çalış' dedi bana. Buranın fotoğrafını çekecek imkanımız bile yok o dönem. 'Ben yapamam Hocam' dedim. O yıllarda Perge kazılarında çalışıyordu Arif Müfit Mansel. 'Siz gelip bir bakın, misafirimiz olun' dedim, gelemedi. Sonra Mellink Semahöyük kazılarını bitirdi ve Kızılbel'i kazmaya başladı. Mellink'le ben de bir kaç kez geldim buraya o yıllarda. İ.Ö 525'e tarihlenen ve sanat değeri çok yüksek olan bu boyalı mezar anıtının başka bir örneği yok."
Ünsal Özçakır'ın 'ünik', biricik olarak tanımladığı Kızılbel Likya mezar anıtının bulunduğu bölge gerçekten çok görkemli. Prof. Mellink bölgede bir kaç alanda kazı yapmış olsa da yakınları onun Kızılbel'e olan tutkusunun farklı olduğunu belirtiyorlar.


Kızılbel

MELLİNK'İN PEŞİNDE ÜÇ YIL...
Kızılbel'deki gezimizi bitirip dönüyoruz. Yaklaşık üç yıl önce duyduğum ve beni çok etkileyen bir hikayenin peşinden defalarca geldiğim bu toprakların her defasında insana huzur veren ikliminden ayrılıp, duyduğum hikayenin, Mellink'in hikayesinin ayrıntılarını birer birer tamamlamak için yeniden çalışmaya koyuluyorum. Aslında Likya'nın tavan arası diye adlandırdığım Elmalı bölgesi'ne uzun yıllardır gidip geliyorum ve her gidişimde bir başka hikayenin peşine düşüyorum.
Bu kez peşine düştüğüm hikayenin, aslında masal gibi bir gerçeğin, bir elin parmaklarını geçmeyen tanıklarına birer birer ulaşmaya çalışıyor ve bu naif öykünün ayrıntılarını öğrenmeye çalışıyordum. Bu uzun süre içinde bu sırrı paylaşan son tanıkla da konuştuktan sonra ayrıntılar birer birer netleşiyor.

'BENİ ELMALI'YA GÖMÜN'

Şimdi yeniden 2006 yılına, Amerika'ya dönüyoruz. Anadolu arkeolojisine ömrünü adayan Prof. Mellink'in öldüğü 23 Şubat gününe. Trajik biçimde bir bakımevinde yaşamı son bulan Prof. Mellink'in ölümü, kimilerine göre ölümünden ancak üç gün sonra öğrencileri tarafından farkedilir. Yaşamı boyunca çok sevdiği ve tutkuyla bağlandığı Anadolu, onun yaşamının son günlerini geçirmek istediği bir coğrafyaydı.Yakınlarına, "beni Müslüman Türk geleneklerine göre Elmalı'ya gömün" diye bir dilekte bulunduğu söylenen Mellink'in bu dileği ne yazık ki gerçekleşmez. Ünsal Özçakır, "bundan haberimiz olsaydı, Ömer Paşa Camisinden 5 bin kişiyle uğurlardık onu son yolculuğuna" diyor.

AMERİKAN UÇAĞINDAKİ KAVANOZ

Ölümünün ardından Amerika'da yaşanan ayrıntılar konusunda fazla bilgiye sahip olmadığımız Prof. Mellink'in Türk geleneklerine göre gömülme dileği gerçekleşemese de, onu son kez Anadolu'ya taşıyan uçak, ölümünden yaklaşık altı ay sonra İstanbul'a doğru havalanır. Mellink'in bedeni ölümünün ardından Amerika'da yakılarak külleri bir kavanozlara doldurulur. Ardından o çok sevdiği topraklara doğru yola çıkan Mellink'in külleri, önce tanınmış bir kültür adamına teslim edilir. Ardından da onun Türkiye'deki yakınlarına...


Mellink'in küllerinin döküldüğü an

MELLİNK'İN ELMALI'YA SON YOLCULUĞU

Tarih 16 Eylül 2006, Cumartesi. Güneşli bir sonbahar günü. Mellink'in Türkiye'deki yakınlarından oluşan 7-8 kişilik ekip, öğleden sonra saat beş dolaylarında Kızılbel'deki tümülüsün bulunduğu tepeye doğru tırmanır. İçlerinde Mellink'in Elmalı'daki yakınlarının da olduğu ekip, yanlarında getirdiği masayı Kızılbel mezar anıtının bulunduğu tepeye kurarlar.

TÜRK ŞARABI, TULUM PEYNİRİ VE ELMALI EKMEĞİ

Bundan sonrasını orada bulunanlardan dinleyelim: "Güzel bir Eylül günüydü. Miss Mellink'in çok sevdigi Türk şarabı, fırından yeni çıkmış taze Elmalı karafırın ekmegi, beyaz peynir, tulum ve kaşar peyniri ve Elmalı üzümü. Ayrıca elma. Elmalı elması. Yemeğimizin menüsü bunlardı..."

VE KAVANOZ AÇILIYOR...

Ardından özenle hazırlanan masada, Prof. Mellink'in çok sevdiği yiyeceklerden ve Türk şarabından oluşan sembolik yemek törenine geçilir. Yemeğin ardından, Elmalılı dostlardan birine teslim edilen kavanozun kapağı açılır ve 23 Şubat'tan beri Anadolu'ya duyduğu özlemle yanarak kül olan Mellink'in külleri, orada bulunan az sayıdaki insanın iyi dilekleri arasında Kızılbel'deki tümülüsün üzerine serpilir...


Mellink'in külleri bu tümülüsün üzerinde

MELLİNK ELMALI OVASINDA KAZILARI İZLİYOR

O anı yine orada bulunanlardan dinleyelim: "Küllerin serpilmesiylebirlikte çıkan hortumsu bir rüzgar külleri ovaya serpistirdi. Bu Miss Mellink'in bizimle son vedalaşmasıydı. Miss Mellink 'invarlığının ve gözlerinin ovada bir yerlerde, yapılan arkeolojikaraştırmaların üzerinde oldugundan hic süphemiz olmaksızın, güneşinbatmasıyla birlikte Kızılbel'den ayrıldık..."

 

Elmalı Kızılbel Likya mezar anıtı

KIZILBEL, LİKYA KÜLTÜRÜNÜ YANSITIYOR

Neden Kızılbel'in seçildiği yönündeki sorumuza, "Kızılbel tümülüsü ve mezar odası Miss Mellik'in cok sevdigi yerlerden biriydi. Karaburunmezar odası ile karşılastırıldığında, yerel özelliklerin bulunduğu ve Likyakültürünün sergilendigi bir mezar anıtıydı. Bu nedenle küllerin serpilmesi için en uygun yer olarak Kızılbel düşünüldü" yanıtını veren yakınları, bu naif öykünün yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için bugüne kadar az sayıda insanın bildiği bir sır olarak kaldığını söylüyorlar.

MELLİNK'İN BIRAKTIĞI HAZİNE

Türk geleneklerine göre Elmalı'ya gömülme dileği gerçekleşmese de, Miss Mellink'in külleri artık Kızılbel'den Elmalı ovasına, oradan da bütün Anadolu'ya yayılacaktı. Ölümüye de bize bir çok dersler veren Prof. Miss Mellink, Gordion'dan Eflatunpınar'a, Nemrut'tan Patara'ya kadar Anadolu'yu karış karış gezdiği 1947'den 2000'li yılların başlarına kadar binlerce fotoğraftan oluşan bir hazine de bıraktı.

KEŞFEDİLMEMİŞ SON KITADAN KARELER

Mellink'in tutkuyla bağlandığı Anadolu'dan yansıyan karelerde, topraktan, taştan ve ahşaptan kurulmuş bir masal ülkesiyle karşı karşıyayız. Kapitalizm tarafından henüz yağmalanmamış olan içine kapalı bir ülkenin, gerçekten 'keşfedilmemiş son kıta' olan Anadolu'nun naif yüzünün yansıdığı bir eski zaman masalı. O karelerden yansıyan insan yüzleri ve ifadeleri, Hitit kabartmalarından fırlayıp gelmiş figürler gibiler. Alanya'dan Side'ye, Bergama'dan Eğirdir'e; Anadolu'nun yitirdiği değerleri bugünle kıyaslama olanağı veren Mellink'in bu çok değerli arşivi, Bryn Mawr College Üniversitesi tarafından dijital kütüphaneye iki yıl önce aktarıldı. Kültürel mirasın yanında, mimari ve etnografik açıdan da bir çok değer barındıran bu arşiv, genç araştırmacıların ilgisini bekliyor.

İşte Prof. Mellink'in tutkuyla bağlandığı Anadolu'dan 60 yılda derlediği o kareler...

 
Acemhöyük

Adıyaman, Karakuş. 1988

Adıyaman-Cendere Irmağı, 1983

Alacahöyük, Çorum-1978

Alanya, 1961

Ankara- Nallıhan, 1956

Ankara, 1957

Antalya konyaaltı caddesi, 1954

ANTALYA, Kemer- (bugün ayışığı plajı olarak bilinen bölge-1954)

Antalya-Demre kıyıları, 1954

Antalya-Demre kıyıları, 1954-2

Antalya-Demre St. Nicolaus Kilisesi, 1954

Bergama, 1960

Çorum, Boğazkale. 1957

Çorum, Boğazkale. 1957-2

Çorum-Boğazkale, 1957

Çorum-Boğazkale, detay. 1957

Efes, 1960

Eğirdir Gölü ve Davraz Dağı, 1957

Elmalı Karamık köyünde Tahıl Ambarı, 1958

fethiye 1954

gordion1958-2

Gordion, 1954

Gordion, 1958

Harran1982

kaş liman 1962

kekova-kaleköy, 1954

Mellink, Gavurkalesi'nde, 1959

Niğde, 1958

semahöyük 1964

Side, 1954


Toroslar'da bir kır kahvesi, 1955


Yusuf Yavuz (Sayfada yazarın izniyle yayınlanmıştır) 
Odatv.com

Ayrıca farklı fotoğraflar için:

http://www.acikgazete.com/editorden/2010/12/14/amerikali-arkeologun-kulleri-elmali-ya-dokuldu.htm?aid=38780

Ayrıca

Prof. Machteld J. Mellink'in 1950-1990 arasında Anadolu'daki ören yerleri ve çevrelerinde yaptığı inceleme ve çalışma gezilerinden derlenen fotoğraflar Amerikan Bryn Mawr Üniversitesi dijital kütüphanesine aktarıldı. Mellink'in birbirinden çarpıcı fotoğraflarının yer aldığı seçkide, Antalya ve çevresinin yakın geçmişteki etkileyici doğal ve tarihi dokusu da gözler önüne seriliyor. Eşsiz güzellikteki dijital arşivde binden fazla fotoğraf yer alıyor.
https://www.facebook.com/Dogaicinelele

5 Şubat 2012 Pazar

SANATI ANLAMAK - ATAOL BEHRAMOĞLU

SANATI ANLAMAK

Bir dost sohbetinde söz sanattan açıldığında bir arkadaşımız şöyle dedi: “İnsanlar anladıkları şeyi sever…” Acaba gerçekten öyle mi? İlk anda akla yakın görünen bu yargının, üzerinde biraz düşününce tartışmaya açık olduğu görülüyor.

Sanattan önce, günlük yaşamlarımızda anlamak ve sevmek arasındaki ilişkiyi düşünelim. Bir eşyayı sevmemizin nedeni, genellikle, mülkiyete ya da estetik beğenilerimize ilişkindir… Başkaca canlıları ve insanları sevip sevmememizin de yine buna benzer nedenleri vardır… Bunlar içinde en karmaşık olanı, insanlar için duyduğumuz sevgi ya da sevgisizliktir… Bazen hatta çoğu kez, anlamadığımız birini anladığımız birinden daha çekici bulduğumuz olur… Özetle, günlük yaşamlarımızdaki sevgi ya da sevgisizliklerin, anlamak ya da anlamamakla pek de bir ilgisi olmasa gerek…

Yanlış anımsamıyorsam Melih Cevdet Anday’ın bir yazısındaydı ve aşağı yukarı şöyleydi: “Kar yağıyor ve bu hoşuma gidiyor. Bunun anlamakla ne ilgisi var?..”

***

Sanata gelelim ve “anlamak” olgusuna en yakın sanat türü sayılabilecek anlatıdan (roman, öykü vb..) başlayalım…. Bugüne kadar yazılmış ve bundan sonra yazılabilecek roman ve öykü konularının bir dökümü yapılacak olursa, ulaşılacak sayı pek de büyük olmayacaktır… Bu romanların büyük bir bölümünde işlenen konu aşktır ve hemen hemen hepsini de anlarız… Fakat bazılarına hayran olur, bazılarını da (kimi kez belki anlamadığımızdan, fakat çoğu kez beğenmediğimizden) yarısına gelmeden fırlatıp atarız… Çünkü asıl iş konudan çok, onun anlatılışındadır… Duyduğumuz sevginin (ilginin vb.) nedeni, konuyu “anlamak”tan çok daha başka ve karmaşık bir alımlama sürecidir… Kavramsal anlamanın ötesinde, onu da içeren, duygusal, duyumsal, sezgisel bir haz alma sürecidir...

***

Böyle baktığımızda, “şiiri anlamak” büsbütün anlamsız bir sözdür… Sevdiğimiz bir şiiri anladığımız için değil; benliğimizde, sinir uçlarımızda, dilimizin ve bilincimizin kökünde duyumsadığımız için severiz… “Bu şiirde anlatılan nedir?” sorusundan daha saçma bir şey olamaz… Şiirde anlatılan şey, şiirin kendisidir… Bir şiiri sevebilmek için bazı birikimler, bir ön anlama süreçleri gereklidir kuşkusuz. Ama şiir için duyulacak sevgi, “anlama” dediğimiz olgunun üstüne yükselir… Bir kavramı anlıyor olmaktan daha başka türlü bir anlamaktır bu… Çünkü, sanat yapıtının bilim ya da felsefeden farkı, kavramsalı da içererek onun üstüne yükselmesidir… Estetik haz dediğimiz şey de sanat yapıtının bu asal özelliğinin sonucu olsa gerek…

***

Şiir için söylediklerim, resim ve müzik sanatları için haydi haydi geçerlidir… Bir resimden, bir müzik yapıtından gerektiğince zevk almak için bazı bilgilere sahip olmak gerektiği de kuşkusuzdur. Fakat kimi kez, sıradan bir izleyici ya da dinleyicinin, bir resim ya da müzik yapıtı önünde, çok bilmiş bir eleştirmen ya da entelektüelden çok daha büyük bir sevinç ve hayranlık duyduğuna tanık oluruz…

Çocuklara, gençlere, sanatı anlamak için gerekli bilgileri kazandırmak gerektiği kuşkusuzdur… Fakat asıl yapılması gereken, onları elden geldiğince çok sanat ürünüyle karşılaştırmak, şiirler ezberletmek, müzik dinletmek, resim sergileri gezdirmektir… Sanatı sevmeye götüren yol, her şeyden çok bu somut deneyimlerden, gözlemlerden ve yaşantılardan geçecektir… l

ataolb@cumhuriyet.com.tr/www.ataolbehramoglu.com.tr

Cumhuriyet Dergi 05.02.2012
Pazar Yazıları 
ATAOL BEHRAMOĞLU

1 Şubat 2012 Çarşamba

BATI EDEBİYATI İLE TÜRK EDEBİYATININ ÇELİŞİK GİDİŞİ… ALPER AKÇAM


ALPER AKÇAM

BATI EDEBİYATI İLE TÜRK EDEBİYATININ ÇELİŞİK GİDİŞİ…

Meksikalı kültürbilimci, şair Octavio Paz, aşk, erotizm ve cinsellik arasındaki ilişkileri görünür kılmaya çalıştığı, aşk ile şiir arasındaki tarihsel koşutlukları değerlendirdiği Çifte Alev adlı yapıtında, modernitenin iki sabahını tanımlar… Birincisinde Hegel ve kuşağının yaşadığı 1789 Burjuva Devrimi ile onun 50 yıl sonrasını, ikincisinde I. Dünya Savaşı ile başlayıp II. Savaşla biten bir dönemi işaret etmektedir. İkinci sabahta, Gerçeküstücülüğün Endülüs kökenli Provans şiirden Dante ve Petrarca’ya süren geleneğini omuzlayan çabası, dönemin isyankâr aşkını şiirleştirmiştir. Bu ikinci sabahta, Batı kültürü, sabah meleği Lucifer’in belirsiz ve şiddetli simgesel ışığıyla aydınlanmıştır. Walter Benjamin, gerçeküstücü akımı,“Gerçeküstücülük: Avrupa Aydınının Son Fotoğrafı” başlıklı bir makale ile selamlamıştı. (Michael Löwy, Sabah Yıldızı –Gerçeküstücülük ve Marksizm-, Çeviren Aslıhan Aydın, U. Uraz Aydın, Versus Kitap, Şubat 2009, s 33.)
Her iki sabahta da arka planda uyanan emekçi yığınların hayatın geleceğine uzanan kalkışması gözlenmektedir.
II. Dünya Savaşı bitiminde ise, kara bulutlar toplanmaya başlamıştır düşün ve kültür dünyasının üzerine… Hitler ve Stalin’in birey karşısındaki ağır vuruşlarıyla kapanan bir dönem, 20. Yüzyılın ikinci yarısından sonra ilk yarıyla çok farklı, hatta ona ters bir kültürel değişime tanıklık etmektedir. Octavio Paz, “Yineliyorum: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında verilen yapıtlar, ilk yarısındaki yapıtlardan farklıdır, hatta onlara karşı oldukları bile söylenebilir” diyor. (O. Paz, Çifte Alev, Aşk ve Erotizm, Çeviren: Tomris Uyar, Okuyan Us Yayınları, Birinci Baskı, Ekim 2002).
Anadolu’da ise, sabah yıldızı yeni doğmuş gibidir…
Anadolu halk kültürü, Köy Enstitüleri’nde üzerindeki külü atmış, farklı bir düşün ve değişim dünyasına giden yolu açmıştır.  Kaynağında imececi, dayanışmacı, yenilikçi halk kültürü olan enstitülerin özgür okuma, araştırma, yöntem tartışmalı üretken havasında, cinsler ayrımı, kır ve kent emeği, kafa ve kol emeği arasındaki ayrımlar en aza inmiştir. Batı kapitalizminin kışkırttığı “yabancılaşma” henüz Anadolu köy emeğine ulaşmayı başaramamamıştır. Enstitülerde, toprağıyla, hayvanıyla “baba” duygusuyla büyümüş köy çocukları, evrensel estetik ve bilgiyle karşılaşmışlar, büyük bir değişimin oyuncuları olmaya hazırlanmaktadır. Yaşamı dört elle kucaklayan, kendisiyle ve gelecekle barışık kuşaklar yetişmektedir. Enstitülü öğrenci, yaşamıyla da, ürettiği ürünle de, yetiştirmeye çalışacağı öğrenciyle de kendisini bir ve bütün olarak duyumsamaktadır. Enstitülü öğretmen, gittiği yoksul Anadolu köyünde üç kuruş maaşla çalışırken öğrencisinin saçındaki biti temizlemekte, önlüğünü dikmekte, okulunun badanasını yapmakta, kendisini yaşam boyunca örnek bir üretici olarak görmektedir. Kapitalist toplumda yabancılaşma kavramının kuramsal çözümlemesini yapmış Karl Marks’ın izleyici olduğunu söyleyen sosyalist ülkelerde bile Köy Enstitüsü ölçüsünde yabancılaşma sorununun çözülememiş olduğu görülecektir.
Bu koşullarda yetişen enstitülü yazarların edebiyata yaklaşımı da yaşamın en canlı yerinden olacaktır. Rönesans ve Dostoyevski çoksesli romanı üzerine derinlikli incelemeleri olan Mihail Bahtin, Batı Rönesansı’nın kapı açıcısı saydığı Rabelais romanı için şöyle diyor. “Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Başından sonuna kadar romanın tamamı, yazıldığı zamanın hayatının ta derinlerinden çıkıp yeşermiştir. Rabelais’in kendisi de o hayatın bir parçası, o hayata ilgi duyan bir tanıktır.” (Rabelais ve Dünyası, s 471) Bahtin’in Rabelais’e yönelik bu saptaması, Türkiye’de Köy Enstitüsü kökenli yazarlarda gözlenecektir. Enstitülü yazarların metinleri, yaşamla olağanüstü iç içe geçmiş öğeler barındırırlar.
Cumhuriyet sonrasının köklü kültürel değişimi içinde, enstitü kökenli yazarlar dışında, önce Sebahattin Âli’nin arkasından Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi adların yazınsal alana taşıdığı Anadolu gerçekliği ve yazınsal yenilikler, Nazım Hikmet’in ölçü yerine derin dokuyu ve ritmi öne çıkaran serbest vezinli şiiri, Marko Paşa dergisi ve ardıllarının sürdüreceği gülmece kültürü çok önemli başlıklar olarak anılmalıdır.
İkinci Dünya savaşı bitiminden başlayarak ortaya çıkan yeni Anadolu kültürü, bir yanıyla, ayağını kendi toprağına basmış, halk kültürünün grotesk gücünün doğurganlığıyla umudun, ileriye bakışın ifadesi de olmuştur. Anadolu’daki bu yeni kültür ve özellikle edebiyat değişimi, Batı’daki karanlık gidişin tersine bir evrilme içindedir.
Aydınlık, umutla dolu bir yazın ve kültür ortamı oluşmuştur. Bu yeni kültür, Köy Enstitülü öğretmenlerin sendikalaşma ve siyaset sahnesinde de etkin yer almasıyla hızla kitleler arasında yayılmaya başlayacak, 1950 sonrasında değişecek olan politik yapıyla da çatışmaya girecektir. 12 Mart 1971 darbesinin mimarı Memduh Tağmaç’ın faşist önlemlere gerekçe olarak öne sürdüğü, “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” sözü bu gerçeğin itirafı gibi de okunabilir.
Enstitülü yazarların toplumun sosyal ve siyasal yaşamına katkıları 12 Eylül 1980 darbesine kadar önemli ölçüde kendisini duyumsatacaktır.  Yetmişli yıllar, aynı zamanda, bireye yabancılaşmış modernist yaşamın yazınsal yaşamdaki yansıması olarak da görülebilecek, metnin kendi içine dönüklüğünü görünür kılan, bilinç uçuşmalı, ironi ve metafor kullanımının yaygın olduğu yeni ve daha zengin bir edebiyatın doğuşuna da tanıklık edecektir. Oğuz Atay, Yusuf Atılgan gibi yazarlar, İkinci Yeni şiirinin başat duruma geçmesi dönemin önemli satır başları olarak anılmalıdır.
12 Eylül 1980 sonrasında, ABD’den programlanan bir kültür politikası, oradan gönderilen paralarla çıkarılan dergiler, bedava dağıtılan gazeteler bir anda ortalığı kaplayacaktır. CİA paralelinde çalışan NED adlı kuruluşuyla dirsek temasındaki Yeni Forum Dergisi, Türkiye Gazetesi, İlim Yayma Cemiyeti üyelerinin, CİA ajanları ile birlikte aynı dergide yazı yazan aynı toplantılara katılan Aydın Yalçın’ın onun düşünce arkadaşları olan Turgut Özal’ın, Nevzat Yalçıntaş’ın başını çektiği Türk-İslâm sentezci bir anlayış, arkasından 1996 yılında ABD’de doğrudan başkana bağlı olarak kurulmuş ACRFA (Dış Ülkeler Din Hürriyeti Danışma Komitesi) ve Georgtown Üniversitesi’ndeki Tursish Studies gibi kültürel merkezlerle ilişkili yeni bir ekip kültür alanında etkili olmaya başlayacak, Cumhuriyet Kurucu düşüncesini otopsi masasına yatıran birçok ABD kökenli tezin yer aldığı kitaplar, dergiler kitapçı raflarını dolduracak, komünistlik suçlaması ile kapatılmış Köy Enstitüleri bu kez “faşist”  ilan edilecek, halk kültürünü üst kültüre taşıyan ve Anadolu kırsalında ortaçağ korkusuna karşı gülmeceli halk kültürünün savaşını vermiş enstitülü yazarların yapıtları “köy romanı” yaftası ile edebiyat alanının dışına atılacaktır.   
21. yüzyıla yirmi yıl kala daha sonra ABD Başkanı Baba Bush’un “our boys” diye andığı paşaların yaptığı 12 Eylül faşist darbesi ile başlayan ve beş on yıl öncesinde doruğa ulaşan bu değişim, edebiyat yapıtlarının da emperyal amaçların karşısındaki ulusal direnişin kırılması için araç edilmiş olduklarına tanıklık etmemize yol açacaktır. Yazarı Nobel ödülü kazanmadan önce de ABD’de çoksatarlar içinde ilk on yapıt arasına girmeyi başarmış Kar romanı bu bakımdan örnek bir yapıttır.
Ekonomik alanda üretim yerine tüketimin geçtiği, iğneden ipliğe, Anadolu’nun en kuytu köşesinde kendi başına akan şirin dereciklerden köprülere, otoyollara her şeyin satışa çıkarıldığı yeni çağda edebiyatın imgesi de kendi nesnel karşıtlığıyla olan bağını iyice koparmıştır. Baudrillard’ın Simulacr dediği “kopyanın kopyası”, yalnızca televizyon reklamlarının değil, her yazınsal yapıtın da baş tacı ettiği kaynak durumuna gelecektir.
Postmodern toplumun televizyon ekranlarından kışkırtılan arzusu, nesnesini ele geçirmekten çok tükenmeyen bir iştahla ışıklı vitrinlerde, reklam filmlerinde durmaksızın dolaşmayı yeğlemektedir.  
 Yazarlarımız edebiyatın hayatla ilişkisini kopararak metafizik, fantastik bir dünyada birbirleriyle yarışmaktadır. Dini öğeler, Mevlâna, Mevlevilik, tasavvuf, özüne inilmeden cımbızla parçalar çekilerek günümüz romanına taşınmaktadır. Orhan Pamuk’un Kara Kitap ve benim Adım Kırmızı’da başlattığı bu geriye dönüş, günümüzde egemen siyasal anlayış nedeniyle çoksatar olabilmenin telaşındaki yazarlarla sürmektedir. Elif Şafak’tan İskender Pala’ya bu tür öğeleri kullanan yazarlar televizyon ekranlarından hiç inmezlerken, modaya Ahmet Ümit gibi polisiye türüyle ün kazanmış olanlar da katılmaktadır.  Ahmet Ümit’in Doğan Kitap’tan yayınlanan “Bab-ı Esrar”ında "Bilinmez acılar gizemli bir dehliz gibiydi" (s.59),"Zaman zaman olduğu gibi paranoyak bir histeriye mi kapılmıştım" (s.83) gibi tümcelerle bir Yeşilçam melodramı havası içinde çalakalem ve tüm bilimsel kavramlar altüst edilerek Mevlâna’nın ve tasavvufun kendi gerçekliği adeta yağmalanmaya çalışılmaktadır. Yazınsallığından yaşam fışkıran Faruk Duman, 2010 Şubat’ında yayınlanan ve bu yapıtla Yunus Nadi Roman ödülü alacak olan, Anadolu groteskinin çeşitli boyutlarını kapsayan İncir Tarihi’ne başlarken Keykavus’tan alınmış gibi yaptığı mistik bir girişle, algı dünyasını karıştırarak, sanki kervana bir yerden yetişme kaygısına düşmektedir. Anlatıcısı sıralıyor:“Nedenler tersine döndü” (s 13), “Nedenlerin kaynağı karışık” (…)  “bizim bilemediğimiz, göremediğimiz yerden gelir” (s 14). “Ne gerçek yaşamı, ne de gerçeğin işaretleri ile bezenmiş olağanüstü olaylar dünyasını deneylerle kanıtlayabiliriz” (s 17)…
Günümüz edebiyatının içinde bulunduğu bu kararsızlık, özellikle medya tarafından pompalanan yazar ve şairlerimizin ne denli piyasa ve gösteri toplumu etkisinde kalmış olduklarının bir işareti de sayılabilir. Hemen burada, modern edebiyat konusunda ayrıntılı ve çok yönlü çalışmaları olan Octavio Paz’ın söylediklerini anımsamakta yaran olacak. “Kapitalizm insanlara birer makine gibi davranmıştır; sanayi-sonrası toplum onlara birer gösterge gibi davranmaktadır” (O. Paz, Çamurdan Doğanlar, s 145) Rasyonel Batı aklına ve onun piyasa ve gösteri toplumu sembolleriyle yönlenen yazınsal yavanlık, okuru bir satış noktası olarak değerlendirir.
Kapitalizmin ve modern çağı ironi-eleştiri silahı ile karşısına almış modern sanat, birey için bir sığınma alanı da olmuştu. Çağımızda, bu sığınma alanının ve burayı korumak işlevini üstlenmiş görünen düşünsel ve yazınsal karşıtlığın da piyasa ve gösteri toplumu tarafından işgal edilmekte olduğunu izlemekteyiz. Her okur ya da dinleyici bir parasal eder ya da reyting malzemesi olarak değer taşımaktadır.
20 yüzyıl edebiyatını değerlendirirken Octavio Paz’ın “Çifte Alev –Aşk ve Erotizm” kitabından aldığımız bir karşılaştırmayı kullanmıştık… Paz, cinsellik, erotizm ve aşk üzerine ve doksanlı yılların başında (1993) yıllarda yazdığı bu kitapta aşkla şiir arasındaki koşutlukları da tarihsel bir dizgelem içine almaya çaba gösteriyor… O günlere, yani seksenlere geldiğinde şöyle diyor: “Bizim dönemimiz ise, tam tersine, basit yüzeysel ve acımasızdır. Yüzyılımız ideolojik sistemlere tapınır olduktan sonra, Nesneler’e tapınmaya vardırmıştır işi. Böyle bir dünyada aşkın yeri olabilir mi?” (O. Paz, Çifte Alev, s 143)
Ne tarım, ne sanayidir artık, eğitimde, edebiyatta özlenen, dile gelen… Kendi yaşamının edilgen bir izleyicisi olmuş kitleler; yaşamsal deneyimleme ile değil, televizyon ekranlarından öğreneceklerdir yapılması gerekeni; oradan seçeceklerdir okunacak kitapları, beğenilmesi gereken yazarları… Giderek azalan paylarla da birileri karınlarını doyuracak, sırtlarını giyindirecek, karşılığında da onlardan itaat isteyecektir. 
Kısacası, Türk Edebiyatı, 12 Eylül 1980 sonrasında, bir kültür zorbalığı ile yenilikçi, değişimci gücünden yoksun bırakıldı. Batı edebiyatı ile at başı giden bir taklitçilik, piyasa mantığı başat duruma geçti. Her şeye karşın, farklılığımızın ve tarihsel zenginliğimizin ayrımında olmalıyız. 
Tam da bu noktada, evrensel ve insancıl estetikle bütünleşmeyi başaran, kendi kültür ve edebiyatımızın piyasa akıntısına karşı direnme gücünü çoğaltan bir estetik anlayışın önde tutulması, ekonomik ve politik geleceğimizin açıkça tartışılacağı ve seçimlerin buna göre yapılacağı bir tartışma ortamının sağlanması gerekiyor. Demokrasinin de, özgürlüğümüzün de önkoşulu budur.
Anadolu’nun yüzlerce yıl kendi konuşma dilini yazıda kullanma olanağı bulamamış halk kültürü dünyası ile Engizisyon mahkemesinin üç yüz yıl boyunca Avrupa romanını yasak ettiği Latin Amerika kültürünün 1940lı yıllardan sonra birbirine koşutmuş gibi gelişen yazınsallığı içindeki önemli benzerlikler kültür ve edebiyatımızın geleceği açısından önemli ipuçları vermektedir.
G. Garcia Marquez’in zaman içinde gezinen Yüzyıllık Yalnızlığı ile Yaşar Kemal’in Akçasazın Ağaları ikilemesinde kullandığı zaman geri-ileri gidiş gelişler birbirini andırır. Faruk Duman’ın sözlü anlatıları ve halk kültüründeki grotesk tarzı tüm yapıtlarına içirmiş biçemi, son ödüllü yapıtı İncir Tarihi'nde de, kanımca Keykavus’tan alınmış olduğu söylenen skolastik yorumla örselenmiş o kötü girişi dışında, mitin, hikâyenin, değişik formların, hikâyesini yitirmiş Batı roman tarzı karşısında groteskin, büyülü gerçekçiliğin heyecanını yazınsal alana taşımayı başarır.  
Modern romanın sildiği diğer formlar, Latin Amerika ve Anadolu yazınsalında canlılığını korumayı başarmıştır.
Tüm bu seçenek ve düşünsel olanaklar içinde, Avrupa’nın çevreyi kirleten sanayi kuruluşlarının 2001 krizinde çoğalan bir ivmeyle Anadolu’ya taşındığı, coğrafyamızın yer altı ve yerüstü tüm kaynaklarının en uzak koyaklarda akan en şirin dereciklere kadar yağmalanmaya çalışıldığı bir dönemde yaşadığımızı da görerek, dikkatlerimizi kendi toprağımıza ve doğal zenginliklerimize çevirmek zorundayız.    
1950’lerden başlayarak Türkiye içine yuvarlandığı büyük yanlıştan an geçirmeksizin geriye dönmeli, tarımda teknolojinin kullanımı, doğal kaynakların korunup geliştirilmesi ve üretici örgütlenmesi bakımından ileri atılımlar yapılmalıdır.
Üstyapıdaki seçkinci bazı çatışmalarda güç ve zaman yitirmek yerine halkın içinde olmayı başarılmalıdır. Çarşafıyla, türbanıyla HESçi yağmacılara direnen Tortumlu kadınların mücadelesi asla unutulmamalıdır. Bu noktada Köy Enstitüleri gerçeğinden hareketle yeni bir kültür politikası oluşturmak ve bu geniş yığını halkçı bir kültürle kavramak zorundayız.
Ayrıca, yeniden doğaya ve kendi gerçekliğimize dönüşü amaçlayan yeni bir kültürel dönüşüm için siyasal iktidarın yapısına bakmaksızın geleceğe yönelik öncü çalışmalar başlatılmalı, emperyalist, gerici politikalara karşı olan yerel yönetimlerin, meslek odalarının, demokratik kitle örgütlerinin ve parasız eğitim istediği için aylarca zindanlarda tutulan devrimci gençliğimizin güçlerinin birleştirilmesi, oluşturulacak imececi kültür ve üretim işliklerinde adı belki de “kent enstitüleri” olması gereken bir yol tartışılabilmelidir. Şimdiki gündem bu olmalı…
Boşluktan toprağa dönüşün yolu…

alperakcam@gmail.com, www.alperakcam.com