31 Aralık 2011 Cumartesi

NOEL BAYRAMININ KÖKENİ -MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ




Noel bayramının kökeni....
İnanabilir misiniz, yüzyıllardır Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramının, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramı olduğuna? Nereden nereye, inanılacak gibi değil, değil mi? Ben de ne yazık ki, yeni öğrendim.

Bu senenin galiba ilk başlarında idi Adnan Atabek imzalı bir e-mail aldım. Çok ilginç gelmişti, Hıristiyanların Noel bayramını tamamıyla Türklerden almış olduğunu gösteriyordu. Fakat üzerinde durmaya vaktim olmadı, hem de Noel zamanına doğru ele almayı düşünmüştüm. Bu arada Türk devletlerinden başka birilerine aynı konuyu bilip bilmediklerini sordum. Bana İran'ın Azerbaycan bölgesinden İsmail Bey'den yanıt geldi, verdiği yanıt birebir aynı olmasa da çok uyduğunu gördüm.  Olay şöyle:

Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Bunun tepesi, gökyüzünde oturan Tanrı Ülgen'in sarayına kadar uzanıyor, buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Ülgen, insanların koruyucusu, o sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi, gündüzü, güneşi yönetiyor. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor Türklerde. Bayramın adı Nargudan, nar=güneş, tugan, dugan=doğan. Doğan güneş. Astronomik olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşi geri verdi diye Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya
gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. İnanca göre bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş. Bu bayram için, evler
temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.

Yazılana göre akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş.  Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden bu olayın Türklerden  Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden
sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok. Doğum, güneşin yeniden doğuşu.

Meydan Larousse'da, İsa evrenin nuru olarak algılanıyor ve bu olayın  Pagan halklardan alınıp İsa'ya yakıştırıldığı yazılıyor. İnternette yazılanlara göre, İmparator Konstantin (324-337) zamanında İznik'te toplanan konsülde,  22 Aralık'ta güneşin doğumu için yapılan bu Pagan Bayramı'nı İsa'nın  doğumu olarak 24 Aralık'a alınıyor ve Noel Bayramı deniliyor. Batı
kilisesi ise, yani Katolikler 25 Aralık'ta kutluyorlarmış bunu. Çam süsleme ise ilk 1605'te Almanya'da görülüyor, oradan Fransa'ya geçiyor.

Ne kadar ilginç değil mi? Batı, en büyük bayramını göçebe, ilkel olarak tanımladığı Türklerden yürütmüş. Yeni yapılmakta olan çalışmalarla Batı'ya Türklerden kimbilir daha nelerin geçtiği ortaya çıkacak? Belki de yazının ve dillerin anası Türkler olduğu kanıtlanacak.

Muazzez İlmiye Çığ 18.12.2007

ÇAM SÜSLEME GELENEĞİ

Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.  Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.  Buna hayat ağacı diyorlar.   Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.

Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı
22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar.   Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.

Bayramın adı Nargudan.   (nar=güneş, tugan, dugan=doğan)    Doğan güneş
Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.  Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.

Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş.  Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden bu olayın Türklerden  Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor.  İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok.
Doğum, güneşin yeniden doğuşu.                          
 
 Sümerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ
 

28 Aralık 2011 Çarşamba

TURNUSOL MEVSİMİ

PATİKA
HALUK IŞIK
Turnusol Mevsimi

Perşembe gecesi, Eşrefpaşa Selahattin Akçiçek Kültür ve Sanat Merkezinin, balkon hissi veren girişinden İzmir’e baktın. İnce telli yağmur altında, yorgun ve yaşlı bir terzinin kolundaki iğneliğe benziyordu. Orasında burasında değişik renklerde üç beş iğne başı, geçen gün bitmiş bir gelinlikten iki üç sırma tel ve sayısız iğnenin kim bilir hangi cekete, gömleğe, eteğe, yani kaç hayata ilişip, geride bıraktığı pençe pençe karanlıklar. Binlerce yıllık kadim iğnelik, İzmir’di ve işte bu kadardı. 
Rıfat Ilgaz’ın “Karartma Geceleri”ni anımsatıyordu manzara. Ya da yorgun ve yaşlı bir terzi, titrek sarı lamba altında bir çocuğa yeni yıl elbisesini dikerken, tozlu pencereden nasıl görünürse, işte öyleydi. “Yalnızlık ne ki, sen asıl kimsesizliğe bak” diye başlayan şiirler yazılabilirdi bu saatte. “Ben kendimi anlatamadım, bu bana ders olsun. Ama siz de beni anlayamadınız, bu da size ders olsun” diye başlayan bir 21. Yüzyıl söylevi çekmek kolaydı ve haklılık için yeterince gerekçe vardı. Tevfik Fikret’in Sis’i yazarken İstanbul’a dair ruh halini giyip, bir ömür tüketilmiş sokaklarında, paldır küldür yürümek ve sonra Bayraklı dağlarını aşıp, çekip gitmek de vardı. Giderken İzmir’in duvarlarına şunları yazsan, sana benzeyen kaç kişinin söyleyemediğini dillendirmiş olabilirdin acaba; “Kadıdan daha cevval, cellattan daha telaşlı, mezarcıdan daha hevesli olmak, size ne kazandırdı?”
Oğuz Atay, çıkıverseydi şimdi Poligon yokuşundan. İkiçeşmelik başındaki ucuz meyhanelere gitseydiniz, hazin ve korkunç bir şarkıya tutunarak, turnusol zamanlardan söz etseydiniz. Ah sevgilim İzmir! Senden kaç kişi kalacak bende ve benden ne kalacak senin kalbinde? Yakınmana yanıt verseydi dostun; “Sonunda bunu da yaptınız insanlarım!”
Oysa şimdi nelerden söz edebilirdin. Şadan Gökovalı örneğin, geçenlerde Konak Belediyesinin saygıdeğer etkinlik dizisi “Ustaya Saygı” bağlamında selamlandı. Sana oyun yazarlığında ilk ödülü muştulayan insandır. Mitolojinin bir “masal” değil, tarihe doğaya insana dokunmanın önsözü olduğunu öğretendir. Elinde büyüdüğün ve ne çok şey öğrendiğin insanlardan biridir. Elbette Cevat Şakir’dir, Azra Erhat’tır, Eyüboğlu’dur. Taşıdığı ve tanıttığı kişiselliklere bir bak, dört yanını sarmaya yeltenen işgaliye güruhuna bir bak. Değiyorlar mı bunca incinme ve kırılganlığa?
Oysa şimdi neler bekliyor anılmayı ve anlatılmayı. Orhan Beşikçi’nin “Basmane Günlüğü”nü okudun, anlatsana bir kentin rüya dolu bir semti nasıl yazılır ve mutlaka okunması gerekir. Emeğine selam olsun Beşikçi’nin. 
Geçen hafta, bir ülkenin gençlerini ne hale getirdiğine dair yakınmıştın. Elbette gençlik oldukça, umut tükenmezdi. Sana bunu, bir de İzmir İleri teknoloji Enstitüsü’nün “Uzak” dergisi kanıtladı. O dergiye emek verenlerden, Yasemin’den, Ferit Deniz’den, Cem’den, Müge’den, Cansu’dan ve nicesinden söz etsene. 
Gel, Babaannemizin dediğince hayra yoralım ahvali. Diyelim ki, “Öyledir, cezasız kalmaz böylesi demlerde hiçbir iyilik, emek ve samimiyet.” Sonra ekleyelim, bir turnusol mevsimi yaşadık işte, ayıkladı molozu, çamuru, cürufu. İşte şimdi yeniden başlamalı. 
Çünkü yeni yıl geliyor ve o çocuk yeni bir elbiseyle başlamak istiyor. Yalnızca onun için ayağa kalkmaya değer: Geçit Yok!
Sevgilimiz İzmir’e, Ege’ye, selamını sabahını esirgemeyenlere, bizi biz yapanlara dilediklerince bir yıl dileyelim. Ötekilere gelince… Verilecek selamımız bile kalmamıştır.

26.Aralık 2011 Cumhuriye-Ege

18 Aralık 2011 Pazar

HEPSİ BOŞA MI GİTMİŞ ! OKTAY AKBAL

Oktay Akbal
Hepsi Boşa mı Gitmiş!

Çekmeceyi çektim. Seller gibi kâğıtlar yere düştü.

Bunlar benim eski yazılarım! Kesip sakladığım gazete parçaları... Gençken yazıları toplamayı düşünmemişim, kesip bir yana atmışım. Üstlerinde tarih de yok! Ama işlediği konulardan, hangi zamanda yazıldıkları anlaşılıyor.

“Vatan” gazetesinde başlayan köşe yazıları... Önce “kısaca” başlıklı, derken “Düş ile Gerçek” olmuş, gide gide “Evet Hayır”...

“Babıâli’de Elli Yıl” kitabımda yazdığım gibi bir ömrü geçirmişim daktilo başında! 1939’da annemin aldığı, uzun süre işimi görmüş. Sonra Hermes Baby’yi almışım büyükbabama... Londra’dan getirttiği Underwood, elli yıllık bir serüvenden sonra, kullanılmaz olmuş! Dedem bir elli lira vermiş, gitmiş almışım o küçük daktiloyu...

***

Yırtık pırtık olmuş yazılara bakarken kendime acıdım. Boşa gitmiş şeyler! Bunları yazacağıma keşke öykülerimle, biraz da romanımla uğraşsaydım diye... Edebiyattı bütün derdim, sevgim! Okumak, yazmak, yayımlamak. Gazetelere gönderdiğim öyküler günün modasına uygun saçmalıklardı. Sonra Sabahattin Ali’leri, Sait Faik’leri keşfedince, neyi, nasıl yazmayı öğrendim. Tam işe yarar öyküler orda burda yayımlandığında, dostum Ecvet Güresin bir uyarıda bulunmaz mı?

“Sen hikâye yazmakla geçinebileceğini mi sanıyorsun?

Sen bakma eskilere, Yakup’lara, Yahya’lara, onlar devlet korumalarıyla yaşadılar. Kimi mebus, kimi elçi, kimi profesör!.. Sen gazeteci olacaksın, gazete yazarı. Ama şimdi muhabir....”

***

Yaşamımı kazanmam gerekti. Yirmi yaşında bir öykücü olarak kalmak daha iyiydi. Bir Sait Faik örneği vardı. O da muhabirlik yapmaya kalkmış, olmamış, ama babadan anadan olanaklı, pek gereğini duymamış para kazanmanın! Ama ben öyle miydim?

Hep yazmışımdır, yineleyeyim. Yeni Sabah’ta polis muhabirliğinin iki gün sürmesini, sonra kendiliğimden bu işin bana uygun olmamasını!..

Yerden topladım o eski yazıları. Demokrat Parti’yi eleştirmek, 12 Mart’ı, derken Demirel dönemini, ardından Ecevit, derken derken Evren Paşa, ardından Özal, ardından Tayyip...

***

Hep boşa mı gitmiş bütün yazılar? Ama öyküler yaşıyor yeterince, yaşama güçleri varsa daha da yaşayacaklar. İşte yenileri, bir çekmece dolusu bekliyor gün ışığına çıkmayı...

Bağışlayın, durup dururken kendimden söz ettim. Ne yapsan kendinden kaçamıyorsun!


18 aralık 2011 Pazar Cumhuriyet Gazetesi



11 Aralık 2011 Pazar

GÜZEL OKUMALARA... OKTAY AKBAL

 
 

GÜZEL OKUMALARA...

Muzaffer İzgü’nün 143. kitabını okuyorum.

Bütün yaşamını yazmakla geçirmiş bir yazar az bulunur!

Mizahçı mı mizahçı! Aziz Nesin’i kıskandıracak kadar!..

Yok, o da severdi. Türk edebiyatında mizah dalında Muzaffer İzgü’nün değerini bilirdi.

“Padişahım Çok Yaşa”da birbirinden güzel, anlamlı öyküler var. Hepsi düşündürücü! Hem gülümsetiyor hem de sizi başka yerlere götürüyor... Ben de geçenlerde yazmıştım aynı adı kullanarak! O zaman çıkmamıştı İzgü’nün kitabı...

“Padişahım Çok Yaşa” güncelliğiyle yeniden yaşatmış o eski deyimi! Bir zamanların padişahlarını göz önüne getirmiş...

Artık padişahlık yok, diyoruz, ama ondan da beteri var. “Tek adam” yönetimi! Kendi eliyle seçtiği yüzlerce insanı yöneten, daha doğrusu tüm toplumu yönetmeye kalkışan bir tek adam...

Muzaffer İzgü’nün 143 kitabı var. Ama o, daha çok kitap yazacak. Milyonlarca okuru bekliyor.

***

“Gün Işığı” Kitaplığı birbirinden çekici yapıtlarla genç okurlara sesleniyor. Hemen hepsi ilkgençlik günlerinin öyküleri. Bu arada benim de “Kırmızı Yoyo” kitabım yer aldı bu dizide. Öykülerimden seçilmiş çocukluk anıları. Hepsini ben mi yaşadım, belki! Biraz da yaşamak istediklerim...

Fakir Baykurt’un da “Yandım Ali”si çıktı bu yakınlarda. Baykurt, köyü, köylüyü yakından tanıyan, seven, anlatan bir yazarımız. Genç yaşta yitirdik. Ama onlarca yapıtı yaşıyor. “Yandım Ali” de Baykurt’un ilkgençliğinin anıları gibi...

Fakir Baykurt dedem Tepeyran’ın “Küçük Paşa”sını çok severdi. Köy enstitülerinde Mustafa Nihat Özön’ün sevdirdiği bir roman, edebiyatımızda köy gerçeğini gözler önüne seren bir kitap. Yüzyıl önce yazılmış, yayımlanmış. Fakir de çok beğenirdi. Bir gün “Ben o romanı ele alıp yeniden yazmak istiyorum” demişti. Baykurt gibi sağlam bir yazar, kitaplarıyla ölümsüzdür.

***

Öyle çok kitap var ki okumaya, yazmaya değen. Benim gibi yaşlanmış, ama okumaya yazmaya doyamamış biri, hepsini değerlendiremediği için üzülüyor.

Yılmaz Gruda “Bektaşi Fıkraları”nı şiirleştirmiş. Hepsi birbirinden güzel, anlamlı. Kolaylıkla ezberlenebilecek şiirler. İrem Uşar’ın “Kuuzu ve Lunapark Ailesi” de Günışığı Kitaplığı’ndan çıkmış. O da hepimizin yaşadığı ama unutamadığı çocukluk düşlerine götürüyor.

Doğan Kuban, Cumhuriyet okurlarının çok sevdiği bir yazar. Her yazısı, bilimle sanatın bir çeşit sentezi. “Gelecek” adlı kitabında “geleceği sorgulayan toplumların geleceği”ni anlatmış bize...

***

Perihan Akçam’ın “Onca Çileden Sonra”sı bir annenin değişik düşüncelere kendini kaptırmış oğulları yüzünden çektiği acıların kitabı. Akçam’lar, hepsi belli görüşlerin, düşüncelerin insanları. Babadan oğula!..

***

İrfan Yalçın’ın “İlkyaz Ölümleri” bir roman, bir öykü değil, ama hepsi var. Zonguldaklı şairler Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu ve Kemal Uluser’i, yaşamları ve ölümlerini bir dost bakışıyla anlatıyor. İlkyaz ölümlerini tatmış, şiirleriyle yaşamış ve yaşatmış dört arkadaş; “Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip, Kemal Uluser! Geldiler, çok az kaldılar, gittiler.” Ama gitmediler, şairler kolay yok olmaz.

***

Ali Selçuk’un “Altın Denemeler”i de deneme alanında ün yapmış yazarlardan bir seçme... Hepsi önemle, ilgiyle okunmaya değer parçalar. Ali Selçuk “Deneme okumak, ‘insan’ı ve ‘dil’i okumaktır” diyor. Güzel okumalara.

Okunmayı bekleyen işte birkaç değerli kitap... Güzel okumalar dileğiyle...

Cumhuriyet 11.12.2011
EVET/HAYIR
Oktay Akbal