24 Ocak 2015 Cumartesi

Ocak ayını hiç sevmem -ÖZGÜR MUMCU



Ocak ayını hiç sevmem. 22 sene önce bir Ocak ayında babamı öldürdüler. Ondan evvel Ocak’la aramızda bir husumet yok idi. Hatta yılbaşı eğlencesi ve okulun tatile girmesi sebebiyle sempatik bile bulduğumu söyleyebilirim. Hele bir de kar yağıyorsa daha da iyi. Karda top oynamak pek neşeliydi.
O gün bir konsere gidecektim. Babamın arabası muhtemelen ben otobüste konser yolundayken patladı. Bir önceki akşam, Şili’de cuntanın işkence ederek öldürdüğü müzisyen Victor Jara’nın
hikâyesini okumuştum bir yerlerde. Yol boyu bir albümünü nereden bulabileceğimi düşünüyordum. 1993’te bir albümü bulmak kolay iş değildi.
Bundan üç sene evveli. İyice çocuğum. Yine okullar tatil yine bir Ocak ayı. Teyzemlere tatile gitmişiz. Burhaniye’de. Bir telefon çaldı. Evde bir kargaşa. Muammer Aksoy’u vurmuşlar. 31 Ocak’mış. Tatilde
günler birbirine giriyor, o an farkında değilim. Farkına varsam belki Ocak ayıyla ilişkim o gün değişecek. Fazla kanal yok. Burhaniye Ege’de, televizyon Yunan kanallarını da çekiyor. Memleketteki kanallarda haberler bitince sanki fazladan bir şey öğrenilecekmiş gibi Yunan kanalı açıldı. Muammer Aksoy’un fotoğrafı var, arkada spiker Yunanca bir şeyler anlatıyor.
Lisedeyim. Yılbaşı hazırlıkları yapılıyor. Babam öldürüleli az zaman geçmiş. Tekrar hayata dönmeye çalışıyoruz. Evde eş dost var. Bir haber geliyor. İstanbul’da The Marmara oteline bomba konmuş Yasemin Cebenoyan hayatını kaybetmiş, Onat Kutlar ağır yaralı. İki haftaya kalmadan o da ölüyor.
Üniversitedeyim. Metin Göktepe’yi öldürüyorlar. Bu defa Ocak’ın 6’sı. Çalıştığı Evrensel gazetesinde bütün haberler Metin Göktepe imzasıyla çıkıyor. Kaç sene sakladığım o gazeteyi kaybettiğime hâlâ yanarım.
Kocaman adam olmuşum. Fransa’da doktora yapıyorum. Yine okula ara verilmiş. İstanbul’a geldim. Artık her istediğimiz albümü internetten bulmak mümkün. Cep telefonu da var. Çalıyor. Hrant Dink’i vurmuşlar. Taksideyim. Nereye gidiyordum hatırlamıyorum kendimi Agos’ta buldum. Kimseyi tanımıyorum. Ama gördüğüm her şey çok tanıdık geliyor. Hrant Dink’in cenazesine katıldıktan sonra akşam uçağa biniyorum, Ankara’da babamın cenazesini bilmem kaçıncı defa kaldırmaya. Ocak ayından kati bir şekilde nefret ediyorum.
Hangi aydan nefret etmemeli ki insan?
Şubat’ın 1’inde Abdi İpekçi’yi öldürmüşler. Ekim’de Bahriye Üçok’u, Ahmet Taner Kışlalı’yı. Eylül? Turan Dursun.
İlkbaharı mı sevmeli? Çetin Emeç’i Mart’ta öldürdüler.
Yazı nasıl seveceksiniz? Madımak’ı bir temmuz günü yaktılar. Kıbrıs’ta Kutlu Adalı’yı yine bir temmuz günü...
Elli lira kazanmak için kaçağa gidenler Aralık’ta bombalandı. Cumartesi Annelerinin payına neredeyse senenin her gününe bir cinayet düşüyor.
Demek ki takvimle kavga etmenin bir faydası yok. Neredeyse her ayın her gününe bir faili meçhul cinayet düşüyor.
Ya katilleri bulunamıyor ya tetikçilerin gerisindekiler.
Tepelerde kavga edenlere malzeme olmaktan ileri gidemiyor cinayetler.
Ocak ayını hiç sevmem. Başka bir ülkede doğmuş olsam kendisiyle geçinip gidecektim.
Neyse, bana müsaade, babamın 22. ölüm yıldönümü törenine katılacağım.

Uğur Mumcu insanlara neden acı çektirildiğini böyle açıklamıştı - VİDEO 
Haber görseli

7 Ocak 2015 Çarşamba

ATATÜRK VE LENİN



LENİN VE M.KEMAL GERÇEKLERİ...
LENİN daha doğrusu Sovyetler Birliği Merkez Komitesi, Ocak 1922’de “askerlik işlerinden” anlayan Litvanya büyükelçisi Semiyon İvanoviç Aralov’ u Ankara’ya Sovyetler Birliği Büyükelçisi olarak görevlendirir. Lenin, Aralov’a yeni görev yerini anlatırken Anadolu’nun ve Mustafa Kemal Paşa’nın portresini çizer. Bu arada Mustafa Kemal’in ve Anadolu kurtuluş hareketinin siyasal yönelimleri hakkında tespitlerde bulunur; Aralov’a gittiği ülke (Türkiye) ile ilişkilerinde nelere dikkat etmesi gerektiğini anlatır. Ancak Lenin, sözlerinde devrim ihracına yönelik en ufak bir beklentiye yer vermez; onunki, emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesi veren bir halka karşı 17 Ekim devrimiyle birlikte evrenselleşen insani duygulardır.
Atatürk’le diplomatik sınırları aşan, dostluk düzeyinde bir ilişki geliştiren Aralov, anılarında Lenin’in Atatürk ve Kurtuluş Savaşı hakkında kendisine söylediklerini şöyle anlatır:
“Türkler, millî kurtuluşları için savaşıyorlar. Emperyalistler Türkiye'yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ da soyuyorlar. Köylüler ve işçiler buna katlanamadılar ve baş kaldırdılar. Sabır bardağı taştı, gerek Doğu halkları gerek biz, emperyalist kuvvetlere karşı savaşıyoruz. Sovyetler Birliği emperyalistlerle olan işini bilirdi. Onları bozguna uğrattı ve memleketten kovdu. Onların dişlerini söktük, keskin tırnaklarını vücudumuza geçirmelerine izin vermedik.
Mustafa Kemal Paşa. tabii ki sosyalist değildir ama, görülüyor ki, iyi bir teşkilatçı... Kabiliyetli bir lider, milli burjuva ihtilalini idare ediyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist inkılabımızın önemini anlamış olup, Sovyet Rusya'ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Kapitalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikle silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor. İşte, sizin işiniz budur. Türk hükümetine, Türk halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız. İngiltere onların üzerine Yunanistan'ı saldırttı. İngiltere ile Amerika bizim üzerimize de sürü ile memleket saldırttı..
Kendimiz fakir olduğumuz halde Türkiye'ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece, Türk halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır. İngiliz işçileri ve öteki ülkelerin işçileri bize yakınlık gösterdikleri, grev yaptıkları, bizimle savaşan Polonya'ya gönderilmekte olan silahları gemilere yüklemedikleri zaman, bu bizim için büyük bir yardımdı. Bu bize mücadelemizde büyük bir güç katmıştır. Bundan işçilerimiz moralce büyük bir güç kazanmışlardır.
Çarlık Rusyası, yüz yıl boyunca Türkiye ile savaşmıştır. Bu tabii, Rusya'nın, Türkiye'nin amansız düşmanı olduğuna dair yapılan propagandalarla, halkın hafızasında derin izler bırakmıştır. Bütün bunlar, Türk köylüsünde, küçük ve orta mal sahiplerinde, tüccarlarda, aydınlarda ve idareci çevrelerde Ruslara karşı dostça olmayan duygular ve güvensizlik uyandırmıştır. Bilirsiniz ki, güvensizlik ağır geçer. Bunun için de sabırlı, dikkatli, sakıncalı bir çalışma gerekmektedir. Eski Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusya arasındaki ayırımı, sözle değil işle göstermek ve anlatmak gerekmekledir. Bu bizim ödevimizdir. Siz de bir elçi olarak, Sovyetler Birliği'nin, Türkiye'nin işlerine karışmamak politikasının, halklarımız arasında samimi bir dostluğun savunucusu olmak zorundasınız. Türkiye, bir köylü, bir küçük burjuva ülkesidir. Sanayii çok azdır. Olanı da Avrupa kapitalistlerinin elindedir isçisi çok azdır. Bunu dikkate almak gerekmektedir. Bir kez daha tekrar ediyorum, dikkatli ve sabırlı olunuz!.. Hükümet temsilcileriyle, halkla konuşmalarınızda her zaman nazik ve güleryüzlü olunuz!..
En önemlisi halka saygı göstermektir, Emperyalistlerin yağmacı, istilacı politikalarına karşılık bizim, hiçbir çıkara dayanmayan dostluk ve memleketin iç yaşamına karışmama durumumuzu açıklayınız! İşte sizin ödeviniz!.. Ne gibi yardımlarda bulunacağımızı da bildirelim: en kuvvetli bir ihtimalle silah yardımında bulunacağız. Gerekirse başka şeyler de veririz.”
Kurtuluş Savaşı’na yardımları
Sovyet resmi verilerine göre Kurtuluş Savaşı döneminde Rusya’nın Türkiye’ye yaptığı askeri ve nakdi yardımlar:
39.000 tüfek,
327 makineli tüfek,
54 top,
63 milyon fişek,
147.000 top mermisi vs.,
2 avcı botu,
Doğu sınırlarından eski Rus ordusunun bıraktığı askeri malzemeler,
Ankara’da iki barut fabrikasının kurulmasına yardım,
Fişek fabrikası için gerekli teçhizat ve hammadde sağlama,
200 kilo külçe altın
100.000 altın Ruble (kimsesiz gazi çocukları için yetimhane kurulması amacıyla)
20.000 Lira (basımevi ve sinema teçhizatı alımı için)
10 milyon altın Ruble
Her ulusal günde, yabancı ülke politikacılarının ve basınının Atatürk’le ilgili övücü sözlerine yer verilir. Ancak Sovyetler Birliği’nin savaşın sonucunu olumlu yönde etkileyen yardımlarından ve Lenin’in Mustafa Kemal hakkındaki görüşlerinden söz edilmez. Ders kitaplarında “Kara Fatma”nın sırtında top mermisi taşıyan resminin altına komünizm övgüsü olur diye bu “mühimmat”ların nereden geldiği yazılmaz. Bundan dolayı TIME dergisinin Atatürk’ü “kapak” yaptığını biliriz de Sovyet yardımlarını bilmeyiz.

http://www.thewhitetree.org/forum/viewtopic.php?t=9358#wrapheader


YENİ YIL -ÇAM AĞACI SÜSLEMESİ*



 *Üç yazar ve üç yazı

NARDUGAN SÖYLENCESİ
Bedros Dağlıyan
http://www.halkinnabzi.com.tr/?p=7081
Eski Türkler Akçamları süsler altına da hediye bırakırlardı. Peki, bunca asır neredeydiler kutlamak için… Nardugan bayramından söz ediliyor. Ön Türkler’de ve İslam’a kadar olan Türkler ile Sümerlerde de aynı adla anılan yeni yıl bayramıymış. Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Bunun tepesi, gökyüzünde oturan Tanrı Ülgen’in sarayına kadar uzanıyor, buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimiz de görebiliriz.
Ülgen, insanların koruyucusu, o sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi, gündüzü, Güneş’i yönetiyor. Eski Türklerde Güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. Güneş’in yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor Türklerde. Bayramın adı Nardugan, nar=Güneş, tugan, dugan=doğan. Doğan Güneş. Astronomik olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor.
İşte bu Güneş’in zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneş’i geri verdi diye Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. İnanca göre bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş. Bu bayram için, evler temizleniyor, güzel giysiler giyiliyor, ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.
Yazılana göre akçam ağacı yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş. Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok. Doğum, Güneş’in yeniden doğuşu… Tabii ki Noel ve yılbaşı ile ilgisi hiç yok.
Meydan Larousse’da, İsa, evrenin nuru olarak algılanıyor ve bu olayın Pagan halklardan alınıp İsa’ya yakıştırıldığı yazılıyor. İnternette yazılanlara göre, İmparator Konstantin (324-337) zamanında İznik’te toplanan konsülde, 22 Aralık’ta Güneş’in doğumu için yapılan bu Pagan Bayramı’nı İsa’nın doğumu olarak 24 Aralık’a alınıyor ve Noel Bayramı deniliyor. Batı kilisesi ise, yani Katolikler 25 Aralık’ta kutluyorlar bunu. 6 Ocak gününü de Hz. İsa’nın vaftizi olarak kutlarlar. Çam süsleme ise ilk 1605’te Almanya’da görülüyor, oradan Fransa’ya geçiyor.
Bu geleneğin yine anayurtları Orta Asya da olan ve türlü nedenlerle Mezopotamya’ya göçen Sümerlere Türklerden geçtiği oradan da Anadolu aracılığıyla Eski Roma’ya değin uzandığı ve günümüze kadar gelip günümüzdeki 1 Ocak yılbaşının temelini oluşturduğu sanılmaktadır. Türk kültüründe bir de Ayaz Ata vardır, Soğuk Han’dır, Kış Babası’dır, kışın ortaya çıkar kimsesizlere ve açlara yardım eli uzatır. Torunu Kar Kızı, Kar Güzeli de hediyeler dağıtır. Tıpkı bugünkü Noel Baba gibi… Bu gelenek keşke unutulmasaydı da Anadolu’da halen kutlanılıyor olsaydı inanın kültürlere saygım gereği çok sevinirdim.
Bir defa, bu eski bir Türk âdeti olsaydı Farsça ile başlamazdı. Büyük ihtimal bu bayram İrani kavimlerden geçmiştir. Eski Türk gelenekleri olsaydı unutulmaz ve bu güne dek kutlanırdı. Kırgızistan, Özbekistan, Azerbaycan, Türkmenistan dâhil hiçbir Türki cumhuriyet de böyle bir bayramdan söz edilmediği gibi kutlanmıyor da. Amacım Türk unsurunu karalamak değil ancak illa bütün her şey Türklerden geçmiştir tezi Güneş-Dil Teorisi gibi Sümerleri, Hititleri Türk yapma zihniyetinden geçer kanımca.
Uzun süre Yılbaşı, Noel ile bağdaştırılarak, Hıristiyan geleneği diye kutlanması engellenmeye çalışıldı. Oysa Yılbaşı doğal bir olay, Noel ise dinsel temalıdır.
Noel kelimesinin kökeni Latince natalis /doğum kelimesidir. Bir diğer iddiaya göre Noel kelimesi, Galya dilinde (Keltçe) yeni anlamına gelen “noio” ile Güneş manasına gelen “hel”in birleşmesiyle oluşmuştur ve “yeni güneş” anlamına gelmektedir. Noel kelimesi o devrin pagan toplumunda yeni yılın başlangıcında yapılan şenliklere ad olmuştur. Roma İmparatorluğu döneminde halk, mutlu bir olayı karşılamak ve kutlamak için, duygularını “noel, noel” diye bağırarak dile getirirdi. Noel kelimesinin kökeni ile ilgili bir diğer açıklama ise Fransızca “haber” anlamındaki “nouvelle” kelimesinden geldiğidir. Noel ayrıca Almanca’da “kutsal gece” anlamındadır. Günümüzde başta İngilizce konuşan coğrafya olmak üzere bazı Batılı ülkelerde Noel anlamında kullanılan Christmas ve benzeri diğer kelimeler ise Yunanca Khristos (Mesih) ve Latince miss (yollanmış, gönderilmiş) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur
NOEL BABA: Hıristiyanların Noel Baba dedikleri Aya Nikola, Antalya’nın Patara kasabasında Myra(Demre)’da yaşamış bir azizdir. Rumca ’da Aya, aziz demektir. Avrupa’da Saint denir. Kudüs’e giderken çıkan bir fırtınayı dindirdiği için denizcilerin koruyucusu sayılır. Demre’de fakirlere, bilhassa çeyizi olmadığı için evlenemeyen kızlara yardım ettiği anlatılır. Kendisini gizlemek ve fakirleri rencide etmemek için gece fakirlerin evine girip para bırakırmış. Pataralı bir zengin fakir düşmüş; kızlarına çeyiz yapamayacak hale gelmiş. Aya Nikola, gece evin penceresinden bir kese para bırakmış. Sabah büyük kız keseyi bulup sevinmiş. Diğer iki kızın çeyiz paralarını da pencereleri kapalı olduğu için bacadan atmış. Kese, kuruması için ocağa asılı çorabın içine girmiş. İkonalarda Aya Nikola bu sebeple elinde üç altıntop tutarak resmedilir. Noel Baba’nın hediye atması için ocağa çorap asılması geleneği buradan kalmadır. Aynı iyi şansa ulaşma umuduyla bu gelenek, yüzyıllardır sürdürülmektedir.
Aya Nikola’nın Noel Baba haline sokulması ilk önce Almanya’da görüldü. Bu efsanevi gelenek zamanla Avrupa ülkelerinde yayıldı. Noel Baba’nın şişman, neşeli, kırmızı ve beyaz piskoposluk giysileri içindeki tasvirleri Amerikalılar tarafından gündeme getirildi. Noel Baba olarak bilinen Nikola’nın bazen yalnız, bazen yardımcısıyla ata binerek, bazen de sekiz Ren geyiğinin çektiği arabasıyla evlerin damlarında dolaştığı efsanesi yaygınlaştı.
NOEL AĞACI :Yaprak dökmeyen ağaçların, ölümsüz yaşamın simgesi olarak benimsenmesi çok eskiye dayanır. Türkler, Çinliler, Mısırlılar, Avrupa’daki Pagan topluluklar ve Yahudiler aynı düşünceyle bu ağaçlara dinî ritüellerinde yer vermişlerdir. Süslü Noel ağacı geleneği en çok Almanya’da yaygındı. 1605’te başlayan çam süslemesi daha sonra Avusturya, İsviçre, Polonya ve Hollanda’da yayıldı.
Nardugan Bayramını eski Türk geleneğidir diyerek ortaya çıkaran Muazzez Hanım Sümerolog olabilir. Hayli severim, her kitabını da okudum. Ancak tarihçi değil. Yalnız bir şeyi de söylemeden geçemeyeceğim. Bu geleneğin Anadolu’dan geçtiği söylencesi bir Anadolulu olarak bana çok sıcak geliyor. Ancak Türklerden geçmesi biraz zorlama gibi sanki. Sümerler ise neden olmasın diyebilirim.
Halkı yılbaşı gününü eğlenerek kutlamasından vazgeçiremeyince, Kutlu doğum haftası ve Nardugan gibi bir günü ortaya çıkarıp ehveni şer olarak kutlanmasını sağlamak ve bu günü Türkleştirmek, İslamlaştırmak daha kolay geliyor sanki egemenlere…

************************************************************************************************************************************************
ALPER AKÇAM

Noel’den öte, yılbaşı kutlamalarının da bizim kültürümüzde olmadığını, dinimizce bunun günah sayılacağını söyleyen dünya kadar açıklama dinledik, gördük geçtiğimiz zaman dilimi içerisinde.
Çağımıza yakın bir zamanda, ancak 19. Yüzyıl’da moda olan Noel ağacı süslemesine Batı dünyasında ilk kez 1521’de Alcaste’da rastlanır. 24 Ocak’taki Adem ile Havva Yortusu’nda, Güney Almanya’da evlere bir cennet ağacı dikilmesi ve üzerine kutsanmış ekmeği simgeleyen, ince, hamursuz ekmek parçaları asılması da bilinen bir gelenekti zaten. Ancak 16. Yüzyıl’da, bildiğimiz Noel piramidi olarak biçimlenme görülmüş ve bu süsleme sonradan tüm Batı dünyasına yayılmıştır (Yıldız Cıbıroğlu, Adam Sanat dergisi, Kasım 2004, sayı 226, Mumdan Gemiyle Ateşten Denizi Geçmek başlıklı yazı).


Ağaca tapınma, onu mum ve meyveyle süsleme geleneği ise, çok eski tarihlere, pagan (çok tanrılı, animist) toplumlara kadar dayanmaktadır. Anadolu’da da belki binlerce yıldır süregelmekte olan bu gelenek, günümüzde de kimi yörelerde, düğün alaylarında, “nahıl bezeme”yle kendini göstermektedir. Batı kültüründeki Noel sözcüğünün yerine Doğu’da “nahıl”ı bulmaktayız. Nahıl yerine “dodo”, “dudu dudu” ya da benzer sözcükler kullanan yörelerimiz de vardır.


“Frigler döneminde Afyon ve Konya dolaylarında, yılın belli günlerinde, çoğu kez ilkbaharda yapılan dinsel törenlerde alaylar önünde nahıl taşınırdı; bu erkeklik gücünü simgeleyen phallustu. Bu simge bazen çelenk biçimini, bazen de çam dalı görünümünü almıştır.” (Özdemir Nutku, Tarihimizden Kültür Manzaraları, s 70) Özdemir Nutku, Evliya Çelebi’den Osmanlı dönemiyle ilgili bir alıntı yapar:“Süleymaniye minaresi biçimindeki balmumundan, renk renk kâfurilerden ve tellerden, göklere uzanan minareler gibi ışıklı, parlatılmış nahıllar yapılıyor ve her birini iki yüz prangalı tutsak taşıyordu.” (agy, s 70)


Yılbaşı kutlamalarıysa, ilkel toplumlardan bu yana, tüm dünyada mevsimsel bir kuttöre, özel bir ritüel olarak yaşatılmıştır. Kışın yarılanmış olduğunu, günlerin artık uzadığını muştulayan bu ritüelde, Anadolu’da, Köse, Saya, Arap oyunları düzenlenir, ateşli, kılık değiştirmeli, şölen sofralı şenliklerde ayrı kültürlerin içinde yaşayan tüm halklar birlikte eğlenirdi. Metin And’ın Oyun ve Bügü adlı araştırma kitabından, yılbaşından birkaç gün önceye denk düşen günlerde (25-28 Aralık gibi...) yılbaşı kutlamalarının Erzurum köylerini de içermek üzere Anadolu’nun birçok yöresinde yakın zamanlara kadar yapılageldiğini anlamaktayız. Artvin, Posof ve Ardahan köylerinde 31 Aralık gecesi yılbaşı kutlamaları yapıldığına ilişkin derlemeler de vardır (Mehmet Çokal, Artvin’in Madenler Köyünde Yılbaşı Karşılaması; Gülali Aydınoğlu, Poshof’un Yaylaaltı Köyünde Yılbaşı, Türk Folklor Araştırmaları, sayı 127, 1960, alıntılayan: P. Naili Boratav, 100 Soruda Türk Folkloru, s 285).


“Kış yarısı”, yılbaşı ya da değişik adlarla kutlanan dönemsel bayram için Anadolu’da değişik tarihler kullanılmaktaydı. Söz gelimi, Divrik’in Çamşıklı köylerinde Kış Yarısı Bayramı 15 Ocak’ta kutlanmaktadır (Feyzullah Çınar’dan alıntılayan P. Naili Boratav, 100 Soruda Anadolu Folkloru, s 284). Yine yakın tarihlere kadar, 24 Aralık-15 Ocak günleri arasındaki değişik günlerde, şenlikler düzenlenirdi. Tarih konusunda Hıristiyan Batı dünyasında da tam bir birlik yoktur. Katolik ve Protestan kiliseleri İsa’nın doğum günü olarak 25 Aralık’ı kabul ederken Ortodoks Kilisesi için bu tarih 7 Ocak’tır.


Macar tarihçi Huizinga, insanlık kültürünün ana kay
nağını, “oyun” olarak tanımlıyor. İnsana yakıştırılan niteliksel adlar içinde “homo sapiens” (düşünen yaratık), “homo faber” (üreten yaratık) gibi adlardan çok Huizinga’nın “homo ludens”i (oynayan yaratık) adlaması yakışır görünüyor. Ünlü halkbilim araştırmacımız Metin And, Oyun ve Bügü adlı yapıtında tüm insanlık kültüründe de aynıları ya da benzerleri bulunan oyunlarımızın kaynak ve yayılımlarıyla ile ilgili ayrıntılı bilgiler veriyor. Gaziantep’te Mangala adıyla, Anadolu’nun çeşitli yörelerinde de değişik adlarla bilinen oyunun oynandığı ülkeleri şöyle sıralıyor:“Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Hindistan, Maldiv Adaları, Bengladeş, Seylan, Zaire, Malezya, Tayland, Vietnam, Moğolistan, Çin, Endonezya, Filipinler, Habeşistan, Somali, Kenya, Mısır, Moritanya, Senegal, Zambia, Sierra Leone, Liberya, Mali, Guyana, Antiller, Haiti, Zengibar, Sudan, Tanzanya, Uganda, Ruanda, Burundi, Malavi, Rodezya, Güney Afrika, Brezilya, Nijerya, Niger, Togo, Fildişi Sahili, Yukarı Volta, Kamerun, Gabon, Madagaskar, Gine, Ghana, Dahomey vb.” (Metin And, Oyun ve Bügü, s 343-344) 


Kenya, Türkiye ve Kazakistan’da da aynı adla oynanmaktadır bu oyun...
Kavimlerin yer değiştirmesi ile zorunlu veya istemli göçler gibi, yaşanılan sosyal çevre ve içinde bulunulan üretim ilişkileri de benzer bir kültürel yapının farklı toplumlarda aynı anda doğup büyümesine yol açıyor… Anadolu’dan Amerika’ya uzanan yaratıcı imgelem, Kızılderilileri Türk, Türkleri Kızılderili kılmak için kolları sıvıyor! Dil, davranış biçimleri ve diğer kültürel göstergelerin toplumsal iletişimle olan iç içeliği, toplumsal iletişim biçimlerinin maddi yaşamla olan bağlılığı ortaya çıkıyor. “Modern antropolojideki araştırmalar göstermiştir ki, benzer sözlü edebiyat ürünlerinin ille de birbirinden alınmış olması gerekmez. Benzeyen iki fıkranın bir milletten ötekine geçmiş olması zorunlu değildir. Aynı sosyal ve ekonomik gelişme düzeyindeki toplumlar, birbirinden habersizce benzer folklor ürünleri yaratabilirler.” (İlhan Başgöz, Folklor Yazıları, s 141)


Batı dünyası, kendi kültürünü Roma-Yunan kültürüyle, hatta Ana
dolu ve Sümer mitolojisindeki kimi öğelerle bütünleştirip, kendi içinde sürekliliği olan kültürel bir sistem oluşturmuş gibi görünmektedir. Hıristiyan inancındaki İsa’yla ilgili birçok dönemsel tarihle, pagan çağlardan bu yana sürdürülmüş mevsimsel, zamandizgisel ritüeller koşutluk göstermektedir. İsa’nın doğumu kış yarısı kutlamalarına, İsa’nın ölümü ve yeniden dirilişi Nevruz öncesi ve sonrasına (21 – 25 Mart) denk gelmektedir.
Mitolojik araştırmalara göre Nevruz, Mezopotamya’daki Aşk Tanrıçası İnanna ile Çoban Tanrısı Dumuzi’nin aşkından ortaya çıkmıştı. İnanna, kendisine ihanet eden Dumuzi’yi yeraltına göndermişti. Dumuzi yalnızca bahar aylarının başında yeryüzüne dönüp İnanna ile birleşebiliyordu. İnanna-Dumuzi ilişkisiyle Orta Doğu ve Yakın Asya kültürlerindeki Attis-Kybele, Astarte-Adonis, İsis-Osiris birliktelikleri arasında bir özdeşlik vardır. Bu zaman, yeryüzünün bir enlem kuşağında, soğukların, yoklukların bittiği, bereketin filizlendiği, güneşin ısıtmaya başladığı bahar mevsimini de haber veriyordu. 22 Mart günü kutlanan Nevruz, İran için ulusal bir bayramdır. Ayrıca birçok Asya halkı için de aynı günler baharın geldiğini müjdeleyen şenliklerle kutlanır.


Nevruz günü, Tahtacı Alevilere göre Ali’nin doğum günüdür. Başka Alevi topluluklarında Ali’nin halifeliğinin yıldönümü olarak da kutlanır (Kars). Nevruz’a denk gelen 21-22 Mart günleri, Anadolu’nun değişik yerlerinde de benzer kutlamalar yapılır. Mudurnu’daki “Betnem” törenleri, Ankara yöresindeki “Hasır Küfrü” aynı günlere rastlar. Bu tören Hıristiyan ve Müslümanlar tarafından ortak kutlanırdı. Attis’in yeniden diriliş tarihi sayılan 22 Mart, İsa’nın ölümü 23 Mart, yeniden diriliş 25 Mart tarihleri, Çoban Tanrısı Dumuzi’yle ilintili Nevruz kutlamalarının aynı dönemlere denk gelmesi mitoloji ve ritüeller arasında tüm dünyaya yayılmış bir şenlikçi gelenek olarak anılabilir.


Aynı günler Hıristiyanlar için Paskalya Yortusu’dur; Hıristiyan dünyası için İsa’nın yeniden yaşama dönüşünün, dirilişin kutlandığı günlerdir. Anadolu Müslümanları da eş zamanlı şölenler düzenlemişlerdir. Çocuklar kırmızı boyanmış yumurtaları tokuştururlar... Betnem’de dağlardan toplanan ardıç dalları yakılır, Hasır Küfrü’nde eski hasırlar ateşe verilir... Aynı günler, İran’ın resmi bayramıdır.


Doğu toplumlarındaysa, derebeylik kesintileri nedeniyle bu süreklilik sağlanamamıştır. Her derebeyi, var oluş felsefesi gereği, tarihi de estetiği de kendisiyle birlikte başlatmaya kalkışmıştır.


İslamiyet’in tarihi, kendisinden önceki Cahiliye dönemi ile başlatması, daha önceki Sami-Arap kültürünü ve sanatını yok sayması, kendisinde var olan devrimci niteliğin üzerini tamamen örtememiş olmalıdır. Endülüs imgelem yaratıcılığı, Avrupa Rönesans sanatının temellerinden olan Provans şiirinin en önemli kaynağı olmuştur. “Müslüman İspanya’daki emirlerle büyük beyler, kendilerini sevdiklerinin hizmetkârları, köleleri ilan etmişlerdi. Provans şairi, bu Arap göreneğini benimsedi; cinslerin geleneksel ilişkilerini ters yüz etti, soylu hanıma ‘efendim’ dedi, kendisine de onun hizmetkârı (…) Kadınla erkeğin geleneğin yücelttiği imgelerini altüst etti. Ahlâk anlayışını etkiledi, söz dağarcığına geçti ve dil yoluyla dünyanın görüşünü değiştirdi.” (Ocatavio Paz, Çifte Alev, Aşk ve Erotizm, s 80)


Karl Marks’tan yüzyıllar önce, toplumsal değişimlerin derininde yatan gücün üretim ilişkileri olduğunu görebilmiş İbn-i Haldun da o kültürün içinden doğmuş bir bilgeydi.
    
ALPER AKÇAM 30.Aralık 2011    

************************************************************************************************************************


Noel bayramının kökeni....
İnanabilir misiniz, yüzyıllardır Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramının, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramı olduğuna? Nereden nereye, inanılacak gibi değil, değil mi? Ben de ne yazık ki, yeni öğrendim.

Bu senenin galiba ilk başlarında idi Adnan Atabek imzalı bir e-mail aldım. Çok ilginç gelmişti, Hıristiyanların Noel bayramını tamamıyla Türklerden almış olduğunu gösteriyordu. Fakat üzerinde durmaya vaktim olmadı, hem de Noel zamanına doğru ele almayı düşünmüştüm. Bu arada Türk devletlerinden başka birilerine aynı konuyu bilip bilmediklerini sordum. Bana İran'ın Azerbaycan bölgesinden İsmail Bey'den yanıt geldi, verdiği yanıt birebir aynı olmasa da çok uyduğunu gördüm.  Olay şöyle:

Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Bunun tepesi, gökyüzünde oturan Tanrı Ülgen'in sarayına kadar uzanıyor, buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. Ülgen, insanların koruyucusu, o sakallı ve kaftan giymiş olarak sarayında oturuyor ve geceyi, gündüzü, güneşi yönetiyor. Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor Türklerde. Bayramın adı Nargudan, nar=güneş, tugan, dugan=doğan. Doğan güneş. Astronomik olarak o günden itibaren geceler kısalmaya, günler uzamaya başlıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşi geri verdi diye Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya
gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan. İnanca göre bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş. Bu bayram için, evler
temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.

Yazılana göre akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş.  Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden bu olayın Türklerden  Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden
sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok. Doğum, güneşin yeniden doğuşu.

Meydan Larousse'da, İsa evrenin nuru olarak algılanıyor ve bu olayın  Pagan halklardan alınıp İsa'ya yakıştırıldığı yazılıyor. İnternette yazılanlara göre, İmparator Konstantin (324-337) zamanında İznik'te toplanan konsülde,  22 Aralık'ta güneşin doğumu için yapılan bu Pagan Bayramı'nı İsa'nın  doğumu olarak 24 Aralık'a alınıyor ve Noel Bayramı deniliyor. Batı
kilisesi ise, yani Katolikler 25 Aralık'ta kutluyorlarmış bunu. Çam süsleme ise ilk 1605'te Almanya'da görülüyor, oradan Fransa'ya geçiyor.

Ne kadar ilginç değil mi? Batı, en büyük bayramını göçebe, ilkel olarak tanımladığı Türklerden yürütmüş. Yeni yapılmakta olan çalışmalarla Batı'ya Türklerden kimbilir daha nelerin geçtiği ortaya çıkacak? Belki de yazının ve dillerin anası Türkler olduğu kanıtlanacak.

Muazzez İlmiye Çığ 18.12.2007

ÇAM SÜSLEME GELENEĞİ

Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.  Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.  Buna hayat ağacı diyorlar.   Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.

Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı
22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar.   Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.

Bayramın adı Nargudan.   (nar=güneş, tugan, dugan=doğan)    Doğan güneş
Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.  Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.

Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş.  Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş. O yüzden bu olayın Türklerden  Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor.  İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok.
Doğum, güneşin yeniden doğuşu.                          
 
 Sümerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ