29 Eylül 2013 Pazar

Tuncel Kurtiz: Biraz Şaman, Biraz Bedreddin, Çokça Bilge…Zeynep Oral

Tuncel Kurtiz: Biraz Şaman, Biraz Bedreddin, Çokça Bilge…

Sevgili Tuncel senin yüzün, senin sesin dizi furyasından çoook önce sarmıştı aklımı ve yüreğimi.
Yılmaz Güney’in “Umut” filminde: Hani Cabbar’ın (Yılmaz Güney’in) faytonuna atlayıp bir yandan sigara sararken bir yandan da para üzerine, varsıllık ve yoksulluk üzerine konuşan Hasan…
Tunç Okan’ın “Otobüs” filminde, İsveç’e kaçak işçi olarak gitmeye çalışan köylülerden biri… Çaresizliği, şaşkınlığı, olanaksızlığı ve yeryüzünün tüm çelişkilerini susarak anlatan yüzün…
Zeki Öktem’in, senaryosu Yılmaz Güney’e ait “Sürü” filminin aşiret Ağası Kürt Beyi Hano ile büyüledin beni. O yaşlı, acımasız, zalim, sert Hano Ağa’nın kentin karmaşasında ve kaosunda oğlunun adını haykırarak “Şivan”, “Şivan”diye koşuşu; sadece oğlunu değil, daha pek çok şeyini ve sesini yitirişini… 70’li yıllara damgasını vuran filmler.
Daha önce, ilk gençliğimin tiyatro sahnelerinden geçip gelmiştin: Tertemiz bir Türkçeyle, kendine özgü dolu dolu konuşma biçimin… (Dormen Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu, İstanbul Şehir Tiyatrosu, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, Münir Özkul Tiyatrosu, Kent Oyuncuları Gen Ar Tiyatrosu, Halk Oyuncuları)
Oyunculuğunu böylesi geliştirmen, böylesi inanılır ve sahici kılmanın gerisinde şunlar vardı:
Dünya görüşün… Öğrenme tutkun… Edebiyatla haşır neşir olman… Olağanüstü gözlem yeteneğin… Birbirinden çok farklı ustalarla çalışman… Araştırmacı kişiliğin… Kendini hep yenilemen… Sürekliliği kovalaman…
Ağzına batan çiviler
1971 Mayıs’ında Cannes Film Festivali sonrasında İsviçre, Almanya, İsveç ve Fransa sana tiyatro kapılarını açtı… Türkiye 12 Eylül darbesine hazırlanırken sen uluslararası çapta bir sanatçıydın. (Göteborg Şehir Tiyatrosu, Stockholm Kraliyet Tiyatrosu, İsveç Devlet Tiyatrosu, Berlin Schaubühne Tiyatrosu, Frankfurt Şehir Tiyatrosu, Peter Brook C.İ.T.T Tiyatrosu, Shakespeare Kraliyet Tiyatrosu, Hamburg Şehir Tiyatrosu.)
Sonra, sonra, bana armağan ettiğin o müthiş anılar… Bir ayin niteliğindeki“Mahabharata.” Yeryüzünün en müthiş tiyatro yönetmenlerinden biri Peter Brook’un Hint efsanesinden oluşturduğu oyunu “Mahabharata” dünyayı dolaşıyor. Yıl 1987 Los Angeles turnesi: Dokuz saatlik oyunda en önemli rollerden birindesin. İngilizce oynuyorsun. Muhteşemsin. Oyun sonrası kucaklaşıyoruz. Soluk alır gibi anlatıyorsun. Türkçeye aç kalmışsın, susuz kalmışsın!
“Dil açısından güçlük çekmiyorum. Güçlüğü çeken yüreğim... Yani özlem... Anadilime hasretim... Nâzım hani Ferhat’a söyletir ya: ‘Sen konuştuğum Türkçem gibi güzelsin Şirinim’ diye. İşte bu sözü artık çok iyi biliyorum.”
Ve sonra bir daha beni asla terk etmeyecek tümceyi söylüyorsun:
“Başka dillerde oyun oynarken sanki ağzıma çiviler batıyormuş gibi oluyor.”
Hasret, özlem, ağza batan çiviler...
Ayin gibi, büyü gibi 
Bir başka ayin gecesi: Tiyatroyu, oyunculuğunu nicedir bir ayine dönüştürmüştün. 90’lı yıllar: Nâzım dizeleriyle bize Bedreddin’in sözlerini, eylemini, felsefesini iletiyorsun... Sesinin rengi, sesinin hacmiyle, sesini kullanış biçimiyle, bedeninin devinimiyle iletiyorsun.
Sen Bedreddin’sin; Bedreddin sen…
Seni izlerken Siyah Kalem’in çizgilerini, figürleri, devinimleri görüyorum.
Tibetli ses ustalarını, Şamanları, Zen ustalarını, adlarını bilmediğim tüm zamanların tüm düşünürleri, tüm müzikçileri, tüm dansçılarını toplayıp getiriyorsun güneşin sofrasına…
Ve “En yumuşak, en sert / en tutumlu, en cömert, en seven, / en büyük, en güzel kadın toprak / neredeyse doğuracak / doğuracaktı.”
Bu doğuma, yeryüzünün müthişliğine, oyunculuğunun gücüne tanıklık ediyorum.
Bir adam, sen, Tuncel Kurtiz, kendini sınaya sınaya, ateşte tutuşa tutuşa, yaşına, fizik kurallara meydan okuya okuya, güzelliğe, umuda, insanoğlunun gücüne kanat çırpıyorsun.
Sevgili Tuncel, bir tiyatro neferinden, bir Şaman, bir Bedrettin, bir Bilge Oyuncu, bir has insan yarattın.
Hiç unutmam, grevdeki Tekel işçilerinin yanı başındaydın, onlara destek çıkıyordun. Bir gazetecinin “Yoksa siz hâlâ komünist misiniz?” sorusuna şöyle yanıt vermiştin:
“Başka bir yol var mı yani? Başka bir düşünce, başka bir hissiyat, başka bir felsefe var mı? Dünyayı bir bahçe haline getirebilecek, insanoğlunun insanca yaşamasını, köleliğin kalkmasını, ırkçılığın kalmamasını öneren bir yol var mı? Bir hayal dünyasında yaşıyorum belki ama ona inanıyorum. Bir gün gerçekleşecek.”
Hoşça kal sevgili arkadaşım, gerçek usta!
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet Zeynep Oral
******************************************************
Zeynep Oral, 29 Eylül 2013 günkü Cumhuriyet’te “Esintiler” köşesinde Tuncel Kurtiz’i anlatıyor.

Tuncel Kurtiz, Biraz Şaman, Biraz Bedrettin, Çokça Bilge…” başlıklı yazının sonunu şöyle bitiriyor:

“Hiç unutmam. Grevdeki Tekel işçilerinin yanı başındaydın, onlara destek çıkıyordun. Bir gazetecinin “Yoksa siz hâlâ komünist misiniz?” sorusuna şöyle yanıt vermiştin:

“Başka bir yol var mı yani? Başka bir düşünce, başka bir hissiyat, başka bir felsefe var mı? Dünyayı bir bahçe haline getirebilecek, insanoğlunun insanca yaşamasını, köleliğin kalkmasını, ırkçılığın kalmamasını öneren bir yol var mı? Bir hayal dünyasında yaşıyorum belki ama ona inanıyorum. Bir gün gerçekleşecek.”

Aynı gün, Hürriyet gazetesinin Pazar Eki’nde Ebru Çapa “Tuncel Kurtiz… Veda” başlıklı yazısının sonunda şöyle yazıyor:

“Dümdüz, komünist olduğunu söylüyordu Kurtiz. Tadını çıkara çıkara. “Otosansürüm yok benim. Ben fikrimi söylüyorum. Komünistim diyorum. Umudumu kaybetmem ben. Bir gün insanların dünyayı daha güzel bir yer haline getireceklerine inanıyorum.”
***

Bu nasıl bir ruh halidir ki, bin bir yasaklarla dolu bir ülkede komünist olmanın tadını çıkarıyor! Bunun tadı neresinde? Komünist olmak, yani sınıfsız sömürüsüz bir insanlık geleceğine iman etmek ve bunun için çalışmak, sanat yapmak sana ne servet kazandırır, ne bundan ötürü seni bir yere müdür yaparlar? Kendi haline de bıraksalar gene iyi. Bu yüzden Sürmene açıklarında parçalanıp denize atılmak, ömrünü hapislerde çürütmek, işkencelerden işkence beğenmek, aç bırakılmak, memuriyetten atılmak, tiyatronun taşlanması, yakılması da var. Her taşına, her toprağına, her insanına aşık olduğun ülkenin senin için yaşanmaz bir yer haline getirilip gurbet ellere savrulmak da.  Seni mutlu eden şey, idraki yok edilemeyecek büyük insanlığın gelecekte seni anlayacağı inancı. Geç anlasa, hiç anlamasa da beis yok. İnandığın yolda yürüyorsun…

Büyük sanatçılar ve düşünce adamları çağımızda hep neden bu düşünceyi savunanlar arasından çıkıyor? Nazım Hikmet, neden bir Behçet Kemal Çağlar olmayı reddedip bunca yıl hapishanede yazmayı göze aldı ve Memleketimden İnsan Manzaraları’nı destanlaştırdı? Sabahattin Ali, neden düşünceleri için bunca eziyeti ve ölümü göze aldı? Romancısından, oyuncusundan, bestecisinden, şairinden bir liste yazsak Türk edebiyatının en kalburüstü emekçilerinin listesi haline gelecek: Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Ahmet Arif, Hasan Hüseyin, Ruhi Su, Genco Erkal, Hasan İzzettin Dinamo, Yılmaz Güney, Erkan Yücel, Cemal Süreya, Atilla İlhan daha yüzlerce yetenekli, kendini kanıtlamış sanatçı.

Yurdunu ve halkını, o halkın dilini derin bir kavrayışla sevmeyi, ömrünü emekçilerin davasına adamayı en iyi onlarda gördük. Yaşamaktan tat almalarının nedeni bu olmalı…


Zeki Sarıhan
Odatv.com

22 Eylül 2013 Pazar

TRABZON, NAZIM VE BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU… Prof.Dr.Kemal Kocabaş



TRABZON, NAZIM VE BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU…
Prof.Dr.Kemal Kocabaş

“Marifet hiç ezilmemek bu dünyada/Ama biçimine getirip ezerlerse/Güzel kokmak/Kekik misali/Lavanta çiçeği misali/Fesleğen misali/Itır misali/İsâ misali/Yunus misali/Tonguç misali/Nâzım misali” Bedri Rahmi Eyüboğlu

11 ve 12 Mart 2011 tarihlerinde Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (YKKED) Beşikdüzü Şubemizin bir toplantısı için Trabzon’daydık. Trabzon; tarihsel kimliği, coğrafyası, insanlarının heyecanı ve enerjisiyle önemli bir kent. Toplantı sonrası kentteki Atatürk Köşkü, Maçka yollarında çam ağaçları üzerinde yağan karın ürettiği olağanüstü fotografik güzelliklerle Sümela Manastırı ve Gümüşhane yolu üzerinde karlı bir havada Zigana Geçidine ulaşmak güzeldi. Trabzon; doğayla barışık yerleşim kültürüyle, köylerden aldığı göçle değişen sosyolojik yapısıyla ve enfes mutfak kültürüyle görülmeye değer bir kent. Aydınlanma ve Köy Enstitüleri hareketinin üç önemli adı Sabahattin, Bedri Rahmi ve Mualla Eyüboğlu kardeşlerin memleketinden çoğalmış ve zenginleşmiş olarak döndük.

12 Mart 2011 günü saat 11.00 sularında Trabzon’dan havalandığımızda aşağıda yeşili, mavisi ve denize paralel karlı dağlarıyla olağanüstü bir doğa tablosu sergileniyordu. Gazeteleri karıştırmaya başladım. Hürriyet Gazetesinin eklerinde Sayın Sibel Arna’nın yazdığı Nazım Hikmet-Bedri Rahmi Eyüboğlu dayanışmasını anlatan enfes bir söyleşi karşıma çıktı. Sayın Arna’nın yazısında Trabzon’da dostlarla yaptığımız konuşmalarda en çok adı geçen Eyüboğlu kardeşlerin bir başka yönlerini tanımanın güzellikleri karşımıza çıkmıştı.

Söyleşinin kahramanı Hughette Eyüboğlu idi. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun oğlu Mehmet Eyüboğlu’nun doktor eşi. Aslen Kanadalı. 1955 yılında Mehmet Eyüboğlu ile mektuplaşarak tanışırlar ve 1961 yılında evlenirler. Bir süre ABD’de kalırlar. 1966 yılında ülkeye dönerler ve Bayan Hughette 1991 yılında Cerrahpaşa’dan emekli olur. Ailenin tüm kültürel mirasının sorumluluğu ondadır. Bedri Rahmi’den çok şey öğrendiğini ifade eden Bayan Hughette; Sabahattin Eyüboğlı için “Üniversitem” tanımlamasını yapar. Söyleşide Bayan Hughette, kayınpederi Bedri Rahmi ile Nazım Hikmet arasında çok derin sevgi ve saygı bağları olduğunu ifade ederek söyleşiye başlar. Bayan Hughette 1966 yılında Türkiye’ye genç bir gelin olarak geldiğinde “gizemli bir kasetin” varlığından haberdar olur. Evde en çok konuşulan isim Nazım’dır. Genç gelin özellikle ev dışında Nazım’dan bahsetmemesi için uyarılır. Evdeki gizemli kasetin çok çok değerli olduğu anlatılır. Yasaklı yıllara, ağır yıllara rağmen korunmaya çalışılan bir kaset. Kasetin korunması aktarılarak devam eden bir aile onuru ve mirasa dönüşür. Evde kasetin yeri çok sık değiştirilir. 1971 yılında İsrail Büyükelçisi öldürüldüğünde İstanbul’da cadı avı başlar. Bedri Rahmi Anadolu’da turnededir. Oğlu Mehmet Eyüboğlu’nu arayarak kasedin korunup sahip çıkılması için uyarır. Bayan Hughette o panikle 80 kez kasetin yerini değiştirdiklerini, evlerinin de aranmadığını ifade eder.

Kasette Nazım’ın kendi sesinden yayınlanmamış şiirleri vardır. Nazım 1961 yılında Paris’te 57 şiirini bu kasede okur. Önce Bedri Rahmi şiirini okur. Nâzım Hikmet sorar “Başlayayım mı üstad?” Bedri Rahmi “Başla Reis!” der ve kayıt başlar. Kaset Bedri Rahmi’de kalır. Daha sonraki yıllarda Bedri Rahmi’nin oğlu Mehmet ve gelini Bayan Hughette kaseti günümüze taşır. Kaset arada bir aile meclisinde dinlenir. Kaset yakalanırsa Nazım’a ait olduğu anlaşılmasın diye Bedri Rahmi’nin “Mor” şiiri kaydedilir. Kaset zarar görür, yıpranır endişesiyle sadece Bedri Rahmi’nin giriş şiiri dinlenir. Yıllar sonra önce 1975 yılında Bedri Rahmi ve sonra da Mehmet Eyüboğlu ölür. Kaset ailenin gelini Hughette Eyüboğlu’nda kalmıştır. Bayan Hughette uzun yıllar bu kasetin korunması ve saklanması görevini yapar. 2-3 ay önce bu gizemin kalkması gerektiğine inanır ve İş Bankası Kültür Yayınlarına başvurur. Bedri Rahmi’nin de editörlüğünü yapan Ruken Hanım, makaralı teyplerde kaseti dinler. Kaseti götürür ve kaset bir stüdyoda CD’ye aktarılır. Bayan Hughette, kasetlerin korunmasında, bozulmamasında ışık ve sıcaklığın önemini ifade ederek 50 yıldır korunan kasetin seslerinin tertemiz günümüze taşındığını ifade eder. Saklanan, gizlenen, korunan kaset şimdi “Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden Şiirler” adıyla CD ile birlikte yayımlanır. Bayan Hughette görevini yapmıştır.

CD; Bedri Rahmi’nin “Yeşilden mordan pembeden” şiiriyle başlıyor. Sonra soluksuz okunan 56 Nazım şiiri ve kısa ara ile okunan “Bir Garip Yolculuk” şiiriyle bitiyor. CD’de hiç yayınlanmamış “Bütün Yolculuk Boyunca Hasret Ayrılmadı Benden” şiiri ile daha önce yalnızca Rusça yayımlanan “Bir Ucu Bir Kuyuda Kaybolan Rüzgarlı Bir Şoşede” adlı şiirler yer alıyor.
Söyleşide Bayan Huhhette; Sabahattin Eyüboğlu ve Bedri Rahmi Eyüboğlu kültürel mirasının edebiyat bölümünün başında olduğunu ifade ederek arşivle kimsenin ilgilenmediğini, bundan üzüntü duyduğunu, tez için kapısını çalan üniversite öğrencisinin olmadığını acıyla ifade eder. Kapısının herkese açık olduğunu ifade ederek “Biz Karadenizliyiz, kervanlar gelsin geçsin istiyoruz” der.

Sayın Sibel Arna’nın kaleme aldığı söyleşiyi okuduğumda Trabzon uçağı Ankara üzerindeydi ve Ankara beyaz kar örtüsü ile kaplıydı. Söyleşi sonrası olağanüstü bir zenginlik, dinginlik ve insana duyulan inanç ve güven içindeydim. Emeğe, kültüre, sanata ve Nazım’a, Bedri Rahmi’ye bir kez daha saygı duydum.


20 Eylül 2013 Cuma

Ruhi Su - Ben Melamet Hırkasını (haydar)

Saygı ve Özlemle...

Mehmet Ruhi Su, 1912 yılında Van'da doğdu. Memur olarak çalışan babasının tayini ve ataması vesilesiyle Van'a yerleşti ve çocukluğunun büyük bir bölümünü burada geçirdi. Genç yaşlarda babasını ve kısa zaman sonra da annesini kaybetti. Ermeni olduğu ve ailesini 1915 kırımında yitirdiği rivayet edilir. Oğlu Ilgın Ruhi Su, "Babamın 1912'de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek" demiştir.Çocukluğunun geri kalan ve gençlik yıllarını yanlarına verildiği yoksul bir aile ve daha sonra da öksüzler yurdunda geçirdi. Bir ara İstanbul'da askeri okullarda okudu, ancak müzik sevgisi onu yeni arayışlara itti. Adana Öğretmen Okulu'nda okurken, Ankara'ya Müzik Öğretmen Okulu'na (Musiki Muallim Mektebi) girmeyi başardı. 

1942'de Ankara Devlet Konservatuarını`nın Şan bölümünü bitirdi. Aynı yıllarda sırasıyla Ankara Cebeci İkinci Ortaokulu`nda sonra Hasanoğlan Köy Enstitüsü`nde müzik öğretmenliği yaptı. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na seçildi, konservatuvarın opera bölümünde de okudu ve daha sonra da Devlet Operası'nda çalıştı. Devlet Operası sanatçısı olarak, Bastien Bastienne, Satılmış Nişanlı, Madame Butterfly, Fidelio, Tosca, Yarasa, Aşk iksiri, Rigoletto, Figaro'nun Düğünü, Maskeli Balo ve Konsolos gibi operalarda rol aldı. Türk Opera Sanatı'nın temelinde Ruhi Su'nun da katkısı büyüktür.

Ankara Radyosu'nda onbeş günde bir yayınlanan türkü programları düzenledi; Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi`nde büyük bir koro oluşturdu.Aldığı klasik batı müziği eğitimi , ömrü boyunca kendini adadığı türkülerin yorum ve icrasına yaklaşımının kurumsal temelini oluşturdu.
Ruhi Su, sosyalist dünya görüşü nedeniyle 1952-1957 yılları arasında 1951 TKP tevkifatı dolayısı ile hapis yattı. 1960'ta İstanbul'da Taksim Belediye Gazinosu'nda sahneye çıkan Ruhi Su, bir yandan da halk türkülerini kaydedip, arşivleme görevini üstlendi. Bu arada radyoda da 'Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor' anonsuyla sunulan bir radyo programı yaptı. Bu programlardan birinde söylediği "Serdari Halimiz Böyle N'olacak? Kısa çöp uzundan hakkın alacak" türküsü nedeniyle radyodaki işine son verildi.

Söylediği türkülerdeki siyasi vurgular yüzünden aleyhinde kampanyalar başlatılan ve işini kaybeden sanatçı, türküleri derleyip, yeniden yorumlama işine kendi başına devam etti. 1975'te Dostlar Korosu’nu kurdu. 1978'den sonra ürettiği kasetlerle halk müziğinin, yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundu. Aydınlara türkü dinlemeyi öğreten kişi olarak da bilinir.
1978 yılında romatizma şikayeti ile gittiği hastanede kemik iliği kanseri başlangıcında olduğunu öğrendi. Tedavi için yurtdışına gitmek istedi ama 12 Eylül rejimi izin vermediği için çıkamadı. Evren ve güruhu "gider de gelmezse" diye Ruhi Su'yu tedavi için göndermedi. 1983 senesinde bacaklarında aşırı his kaybı olduğu için hastaneye yatırıldı.17 Eylül 1985 tarihinde eşi Sıdıka Su'ya vasiyetnamesini yazdırdı.20 Eylül 1985 günü derin bir sinir krizi geçirdi. Akşam saatlerine doğru sinir krizi beyin kanamasına dönüştü. Dört saatlik uzun bir uğraşıya rağmen akşam saat 21.09'da hayatını kaybetti. Ölümünden 22 gün sonra cenazesi İstanbul'a götürüldü. Ruhi Su'nun cenaze törenine binlerce kişi katıldı ve cenaze 12 Eylül döneminin ilk büyük kitle gösterisi haline dönüştü. Cenazede gözaltına alınan 163 kişi İstanbul siyasi şubede 15 gün süreyle gözaltında tutuldu.
Kendisi Alevi Deyişlerini okumuş, Pir Sultan'ın, Hatayi'nin ve diğer ozanların deyişlerini yorumlamıştır. Nazım Hikmet'in şiirlerini ilk besteleyenlerdendir. 1957'de hapisteyken söylediği Mahsusmahal adlı türküsüyle ünlendi.
Ruhi Su'nun sesini korumadaki hassasiyeti hakkında pek çok anlatı vardır. Bunlara göre Ruhi Su, sesine zarar vermemek için kuruyemiş ve çamaşır suyundan uzak dururmuş. Sorulduğunda, sesini korumadaki bu hassasiyetinin sanata ve dinleyenlere saygısından kaynaklandığını ifade edermiş.
Ruhi Su, ölümüne kadar 16 tane 45'lik plak, 11 uzunçalar çıkardı. Ölümünden sonra kurulan Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla eşi Sıdıka Su (ö. 18 Ekim 2006) ve oğlu Ilgın Su özel arşivlerdeki ses kayıtlarından yararlanarak plak, kaset ve CD üretimini sürdürdüler. Vakfın merkezi Beyoğlu, İstanbul'dadır.
Sanatçı hakkında Ajans21 tarafından, Ezgili Yurek: Ruhi Su 1995 (24 dk) adında bir belgesel hazırlanmıştır. Bu belgesel Ruhi SU hakkında hazırlanan ilk belgeseldir. Bunun dışında Avusturya Belgeseli ve Ruhi Su Belgeseli (Hilmi Etikan) adlarında iki belgesel film de Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla gösterilmektedir.


10 Eylül 2013 Salı

Bugün 9 Eylül !

"İki kelimelik" bir gün değil bugün!
Hasan Tahsin Kocabaş
Hasan Tahsin Kocabaş


Bugün 9 Eylül...

Eylül ayının dokuzuncu günü...

Sıradan görülebilir artık, farkındayım. Farkındayım, ama "zamana ayak uyduramıyorum" bugün de!

Olsun varsın, bu zamandan memnun olup cebimi dolduracağıma, cebim boş coşkulu hatıralara sığınırım, daha mutlu olurum. 

Ben her 9 Eylül'de kan kussam da mutlu olurum, mutlaka...

Yine mutluyum. 

Nal seslerini duyar gibiyim. Sonra tek tük silah sesleri, özgürlük adına...

Sonra tamda İzmir'in eşiğinde o "tertemiz alnından vurulup" toprağa düşen Mehmet'i görür gibiyim. Bornova'da Ege Üniversitesi Hastanesi önündeki anıtı hiç okudunuz mu satır satır? 

"İstiklal için koştuk Sakarya'dan İzmir'e, Son hızla kovaladık düşmanları denize,

Top, tüfek yıldırmadı, korkusuzca saldırdık, işgalcinin zulmünden yurdumuzu kurtardık.

Kurtuluş tamamlandı Eylül'ün dokuzunda, şehitlik nasip imiş Bornova ovasında.

Feda olsun canımız kanımız helal olsun, Al bayrak dalgalansın vatanımız sağolsun!" 


Dokuz Eylül gününü sıradanlıktan kurtaran bu satırlardır işte. Arsız bir işgali sona erdiren ama zafere bir adım kalmışken, İzmir'in kapısında canını veren, şehit olan isimsiz Mehmetler'e olan minnet borcumuzu dualarla, unutmadan anacağımız gündür bugün! 

Mısır gibi, Suriye gibi olmamak için o kadar çok müşterek nedenimiz var ki! 

Onların da "9 Eylülleri olsaydı" acaba böylesine kırarlar mıydı birbirlerini? 

Biz o kahpe emperyalizme ve yerli ruhsuz işbirlikçilerine kanımızla, canımızla indirdik şamarı. Belki şamarımızdan korktukları için kahpe oyunlar peşindeler yılmadan. 

Lakin o oyunlara düşmemek için işte anıt işte yukarıdaki satırlar. Kendimiz okuyarak, çocuklarımıza okuyarak bozarız o kirli oyunları, yalan mı? 

Bornova'daki anıt ne kadar önemliyse, 9 Eylül'e dair güzel yürekli Haluk İşık'ın da mısraları çarpıcı. Haluk Işık'ın "9 Eylül" şiirini, şiirin mısra aralarındaki o hüzünlü mesajı algılamamız, 9 Eylül'ü olur ya, sıradan görenlere çarpmamız gerekiyor. "İki kelimelik" bir gün değil 9 Eylül, olamaz da... O iki kelimenin altına gizlenmiş destanı çıkarmak gerek yeniden!

Sen “9 eylül” dersin iki kelime
Ben değişen yazgı anlarım
Özgürlük anlarım, bağımsızlık…
Sen “İzmir” dersin iki hece
Ben sevinçten ağlarım
Tarihin başı mı dönmüş
Şimşek hızıyla geldiklerinde ?
Şaşırmış mı toprak
Ayakları yere değmeyen atlar geçerken ?
Önce deniz mi görmüş
Kavruk yüzlü neferleri ?
Bugün 9 eylül
Tam sırasıdır canlandırmanın hatıraları…
Sen 9 eylül dersin iki kelime
Ben onurlu bir halk anlarım
Rüzgarın çevirdiği sayfa anlarım
Sen “İzmir” dersin iki hece
Ben saygıyla ayağa kalkarım…


Okudunuz değil mi?

Bir daha okuyun. Bornova'daki anıtta heyecan ve inanç dolu amacı, Haluk Işık'ın şiirinde de o heyecan ve inanç dolu amacın coşkulu sonucunu hissedeceksiniz! 

Vatan, inanç, birliktelik, onur ve namus inanın her şeyden, özellikle de maddi hırstan daha önemli ve değerli. Ayağında çarıksız İzmir'e vasıl olmak için koşan ve kapısında şehit olan Mehmetlerimiz bugün hoş sada ise gök kubbede, eğer tüm zorlamalara rağmen hala Mustafa Kemal aşkımız varsa yüreğimizde... Galiba 9 Eylül'ü sıradanlaştırmak isteyenler de başarılı olamayacak; ebediyyen ve inşallah! 

Kutlu olsun milletim, kutlu olsun 9 Eylül'ümüz!

Ve yüce Allah bizi ebediyyen o şeytanın "bol yıldızlı" şerlerinden korusun! 

NOT: AKP İzmir Milletvekili Rıfat Sait'in adeta alternatif yaratma çabasıyla "9 Eylül" adıyla başka bir etkinlik düzenlemesini asla kabul edemem. Cumhuriyet Valisi'nin bu garip alternatife katılmasını da yadırgarım. 9 Eylül siyaset ve siyasi partilerin üzerindedir. Bir ve birliktelik içinde kutlamamız gereken bu günü ayrıştırmak sadece şeytanın işine gelir! Bay Rıfat Sait kusura bakmasın, yolu yol değil! 

Tarih: 9/9/2013