24 Mayıs 2016 Salı

CEM KARACA - BEKLE BENI







BEKLE BENİ ŞİİRİNİN ÖYKÜSÜ | SENİN YÜZÜN BENİM KADERİM
Konstantin Mikhailovich Simonov
Dünyanın en tanınmış, en bilinen savaş şiiri olan Bekle Beni ‘Zhdi Meny’, Konstantin Mikhailovich Simonov’un Valentina Serova’ya yazdığı şiirdir.
Simonov, Kızıl Yıldız ve Savaş Bayrağı gazetelerinde çalışırken İkinci Dünya Savaşı başlamış, Alman orduları Avrupa’nın büyük bir bölümünü işgal ettikten sonra Sovyetler Birliği’ne girmişti. Moskova ile Stalingrad kuşatma altına alındı. Simonov, gazetesi tarafından savaş muhabiri olarak Stalingrad cephesine gönderildi. Cepheye ayak bastığı günlerde partiye de kaydoldu. Simonov böylece İkinci Dünya Savaşı’nın en kanlı günlerinin yaşandığı Stalingrad cephesinde sadece bir gazeteci değil, aynı zamanda hem de yarbay rütbeli bir asker oldu. Aynı zamanda parti komiseriydi.
Derken bir gece, diğerleri gibi cehennemi andıran bir gece, yarı beline kadar çamura battığı, sağına soluna top ve şarapnel parçalarının düştüğü, başının üzerinden vızır vızır mermilerin uçuştuğu bir gece, her zamanki gibi sevdiği kadını, güzeller güzeli Valentina Serova’yı düşünürken, bu kadına karşı duyduğu aşk ve hasretin dayanılmaz bir hale geldiğini hissetti. Bütün eti, bütün kemikleri, bütün sinirleri, elleri, gözleri, beyni o anda hemen oracıkta Serova’yı istiyordu. Simonov çok sonraları o geceyi anlatırken, "çıldırmak üzere olduğumu anladım ve bunu önleyebilmenin tek yolu Valentina ile konuşmak, ona aşkımı ve hasretimi anlatmak ve mutlaka geri döneceğimi söylemekti" diye konuştu. Ünlü Bekle Beni şiiri işte o gece yazılmaya başlandı. Simonov o sıralarda henüz yirmi beş yaşındaydı ve önünde Valentina ile birlikte yaşanacak uzun yıllar olduğuna yürekten inanıyordu. İzne çıkan bir askere şiirini verdi ve yolu düşerse şiiri gazeteye bırakmasını söyledi. Sonra da savaşın acımasızlığı her yanını kuşattı ve Simonov şiirinden herhangi bir haber alamadı. Oysa asker şiiri gazeteye ulaştırmış, şiir gazetenin savaşın henüz sıçramadığı şehirlerden birindeki baskısında yayımlanmıştı. Sonra bir gün askerlerden biri şiiri görmüş, onu kesmiş ve Stalingrad yakınlarındaki bir kasabada yaşayan nişanlısına göndermişti. Şiirden çok duygulanan genç kız da bunu arkadaşlarına gönderince, ortaya o ünlü Bekle Beni fırtınası çıkmıştı. Bütün bir savaş boyunca cephenin göbeğinde savaşanlardan, Rusya’nın çok uzak ve griler içindeki Kuzey limanlarında görev yapan bahriyelilerine kadar bütün bir Sovyet ordusunda bu şiir hem subaylar hem de erler tarafından ezberlendi. Yüzlerce değişik biçimde ama hep hüzünlü bir tonda bestelendi. O dönemde cephede vurulup ölen ya da yaralanan tüm Sovyet askerlerinin tam kalplerinin üzerine denk gelen göğüs ceplerinde, ya gazeteden kesilip çoğaltılmış ya da kargacık burgacık harflerle yazıya dökülmüş Bekle Beni şiiri çıktı. Bu şiirin, Ortadoks kutsal metinlerinden sonra Rus halkı tarafından en çok okunan ikinci yazı olduğu söylendi.
Valentina Serova
Simonov, yaşadığı süre boyunca sevmekten bir an bile vazgeçmediği Valentina Serova’yı ilk kez Moskova yakınlarında bir tren istasyonunda gördü. O zamanlar yirmi bir yaşında ve Sovyet sinemasının oldukça ünlenmiş bir sanatçısı olan Serova, sarı saçlı, ince ve uzun boylu güzel bir kadındı. O yaz günü Moskova yakınlarındaki Kolomenskoye istasyonunda tesadüfen Valentina’yı gören Simonov, genç kadına hemen o anda vurulduğunu hep anlattı. Simonov’un anlattığına göre, Bolahnin dantelleri ve Gorodets işlemeleriyle süslü gök mavisi bir elbise giymiş olan Valentina, uçuşan sarı saçları, yaramazca havalanan eteği ve boynundaki beyaz inci gerdanlığıyla, çok güzel bir kadındı ve ona âşık olmamak imkansızdı. 1943’de evlendiler. Simonov, Valentina’ya "senin yüzün benim kaderim" diyordu ve bu kaderi severek yaşıyordu. Sonra savaş yılları geldi. Simonov, cephelerde kanlı savaşların içinde Valentina’ya yazmayı hiç aksatmadı. Bekle Beni’den sonra Seninle ve Sensiz, Kızma Yazarsam adlı uzun şiirlerini hep bu dönemde ve tabii Valentina Serova için yazdı. Bunları gönderip gönderememek, Valentina’nın bunları okuyup okumaması değildi önemli olan. Önemli olan onun Valentina’ya olan aşkını her gün, her dakika, her sabah, her akşam fısıldayabilmesiydi. Gerisi önemsizdi ve Simonov daha sonra da söylediği gibi, bunu yapamazsa çıldıracağını biliyordu.
Savaş bitti. Simonov, Valentina’nın yanına döndü. Bazı şeylerin yolunda gitmediğini de işte ilk kez o günlerde anladı. Yaşam, insanlar, ilişkiler zaten değişmek zorundaydı ve savaş bu değişimi daha da hızlandırmıştı. Valentina, Sovyet sinemasının en ünlü yıldızlarından biriydi artık. Simonov ise sanki Stalingrad cephesinde yaşıyordu hâlâ. Uğruna ölümlere gidip geldiği, sadece ona kavuşmak umuduyla hayatta kalabildiği bu kadını artık pek tanıyamıyordu. O hâlâ ılık bir yaz gününde muzip bir rüzgarın eteklerini havalandırdığı, sarı saçlı bir kadın görmek istiyordu ama göremiyordu. Nedir, aşkından ve sevgisinden de asla vazgeçmiyordu. Valentina’nın dedikodulara yol açan bir hayat sürmesi, ortalıkta bazı yakışıklı sinema aktörlerinin adının dolaşması da Valentina’ya olan aşkını zerre kadar azaltmıyordu ama bir insan olarak etkilenip günün birinde bu canı kadar sevdiği kadını incitebileceğinden de korkuyordu. Belki de böyle bir şey yapmamak için, Valentina’yı kırmamak için 1957’de hiçbir açıklama yapmadan onu terk etti. Konstantin Simonov, bir zamanlar beklemesi için yalvardığı kadını karlı bir Moskova sabahı bırakıp gitti ve bir daha hiç geri dönmedi. Yazmayı yoğunlaştırdı. Albayın Aşkı, Savaşsız Yirmi Gün, Günler ve Geceler, Savaş Günleri, İnsan Asker Doğmaz ve Silah Arkadaşları gibi kitapları yazdı. Sovyet Yazarlar Birliği Başkanı seçildi. Türkiye de dahil, bir çok ülkeye gitti.
Valentina Serova 1975 yılında öldü. Simonov cenazeye katılmadı. Ertesi sabah Serova’nın mezarının üzerinde bir saksı içinde mavi hareli, sarı yapraklı bir hercai menekşe çiçeği bulundu. Kırmızı saksıya küçük beyaz bir kağıt yapıştırılmıştı ve kağıtta işlek bir el yazısıyla ‘Zhdi Meny’ yani bekle beni yazıyordu. Bu çiçeği kimin bıraktığı ve küçük notu kimin yazdığı daha sonraki günlerde Simonov’a defalarca soruldu. Simonov her defasında acı bir şekilde gülümsemekle yetindi ve cevap vermedi.Yıllar önce "sağ kalışımın sırrını yalnız senle ben bileceğiz, bütün sır senin beklemeyi bilmende" diye yazmıştı ve sevdiği kadın da onu beklemişti. Şimdi bekleme sırası ondaydı.
Konstantin Mikhailoviç Simonov, 28 Ağustos 1979’a kadar bekledi. Sonra kendisini bekleyen sevdiği kadının yanına gitti.
Bekle Beni
Bekle beni, döneceğim ben.
Çok çok, bıkmadan bekle!
Sarı yağmurların
Hüznü basınca,
Kar kasıp kavururken,
Kızgın sıcaklarda – bekle.
Uzak yerlerden mektuplar kesilince
Bekle beni.
Birlikte bekleyenlerin beklemekten
Usandığına bakma, bekle.
Bekle beni, döneceğim.
Unutmak zamanı geldiğini
Ezbere bilenleri
Hayırla anma!
Varsın oğlum, anam
Hayatta olmadığıma inansın,
Dostlarım beklemekten usansın,
Ocak başında toplanıp
Acı şarapla
Yad etsinler beni.
Sen bekle. Onlarla birlikte
İçmekte acele etme.
Bekle beni; döneceğim,
Bütün ölümleri çatlatmak için döneceğim!
‘Şansı varmış…’ desinler,
Beklemedikleri için,
Beni bekleyerek
Düşman ateşinden nasıl
Koruduğunu anlayamazlar.
Sağ kalışımın sırrını yalnız
Senle ben bileceğiz-
Bütün sır -senin
Başkalarının bilmediği gibi beklemeyi bilmende.
Konstantin Mihavloviç Simonov
(Çev.: N.Yalaza Taluy)

http://www.insanokur.org/dunyanin-en-taninmis-savas-siiri-olan-bekle-beni-siirinin-oykusu-senin-yuzun-benim-kaderim/

1 Mayıs 2016 Pazar

1 MAYIS ve MÜGE ÇİÇEKLERİ -Mine G. Kırıkkanat


1 MAYIS ve MÜGE ÇİÇEKLERİ
Bir Mayıs, Pir Mayıs "
Fransa’da 1 Mayıs üstüne ilk “kan” zamanımızdan 118 yıl önce küçük sanayi kenti Fourmies’de damladı.
Bölgede çok eski zamanlardan kalma bir 1 Mayıs geleneği vardı ve genç nişanlıların yüzyıllardan beri birbirlerine "çiçekli akdiken dalı" verdikleri bu özel gün, 1889 yılından öteye “işçi bayramı” olarak kutlanıyordu.
Ama tatil değil iş günüydü ve on üç, on dört yaşındaki çocuklar da “deneyimli” işçi sayılıyorlar, tekstil atölyelerinde her gün on iki saat bir lokma ekmek parası karşılığında çalıştırılıyorlardı.
Yaşlı genç Fourmies işçileri, bayram günü “sekiz saatlik” mesai istemiyle grev yapmaya karar verdiler. 1891 yılı 1 Mayıs sabahı, grevciler, sokaklarda “bize 8 saat, 8 saat gerek” sloganını açık saçık bir Fransız şarkısının bestesine uydurarak neşeyle dolaştılar.
Dokuma atölyelerinin önünde jandarmayla hafif bir dalaş yaşandı ve birkaç işçi tutuklandı. Öğleden sonra grevciler, tutuklanan yoldaşlarını kurtarmak üzere hapsedildikleri belediye binasının önünde toplandılar.
Kadın işçiler, sabahki şarkının sözlerini “Bize erkeklerimiz, erkeklerimiz gerek…” diye değiştirmişlerdi. İtiş kakış sırasında, jandarmaya takviye gelen askerlerin yavaş yavaş gerilediğini gören bir piyade subayı, grevcilerin üstüne “Ateş!” emrini verdi.
9 kişi öldü, 33 kişi yaralandı. Aralarında, otuz yaşını aşkın sadece bir işçi vardı. Diğerleri, dokuma atölyelerinde çalışan işçi çocuklardı…
Ölülerden biri, Maria Blondeau adlı bir genç kız, ellerinin arasında kanlı bir “akdiken” dalı tutuyordu. Nişanlısı, henüz o sabah vermişti kendisine sevgililerin simgesi bu çiçekli dalı.
Fourmies kentinde yaşanan dram, ordu ve hükümetin şiddetle eleştirilmesine yol açtı ve 8 Kasım 1891 seçimlerinde, Karl Marx’ın damadı Paul Lafargue’ı tarihin ilk “sosyalist” milletvekili olarak meclise taşıdı! 8 saatlik mesai için 17 yıl daha beklemek gerekti ve Fransız işçileri bu hakkı ancak 1918’den sonra kazandı.
1 Mayıs’ların “akdiken” çiçeklemesi ise “un brin de muguet”, bir sap müge, geleneğiyle sürdürülüyor. Mayısın birinci günü insanlar, tüm Fransa ve özellikle Paris sokaklarında, yakınlarına mutlaka ve çoğu kez yabancılara da birer sap müge çiçeği armağan ederler. Müge çiçeğiyle 1 Mayıs, o zaman bu zamandır birbirinden ayrılmaz, birlikte anılırlar. Dünya yarılsa, nisan ayının son haftası dışında müge satılmaz Paris sokaklarında…
Kışın kiraz, yazın portakal yediren küresel tarım ve güneş görmeyen diyarlarda domates patlıcan yetiştiren teknoloji düzeneği bile “sürümlük” müge yetiştirememiştir. Narin müge, adeta 1 Mayıs’a adamıştır varlığını.
1 Mayıslar dünyada da kanla yazılmış, 1886’da Chicago’da dört sendikacının katliyle başlayan kanlı dizin, Fransa’dan Polonya’ya, İngiltere’den Meksika’ya uluslararası işçi haklarının şiddet tarihçesidir. Arjantin’de bir değil iki kez kana bulanmıştır 1 Mayıslar. 1909 ve 1985’te…
Türkiye de bu gerçeğin dışında kalmamıştır.
Yurdumuzda ilk kez 1912 yılında kutlanan 1 Mayıs’ı 1935’ten öteye hem kutlamak kolay olmamış, hem de uğrunda epeyce çile çekilmiş, çokca kan dökülmüş, faili hâlâ meçhul şiddet, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de toplanan masum kalabalığın üzerine açılan ateşle zirve yapmıştır.
Ancak dünyada 1 Mayıslar için verilen canlar ve dökülen kanlar karşılığında işçiler daha fazla hak, daha geniş güvenceler kazanırken, Türkiye’nin farkı, provokatörler tarafından kana bulanan 1 Mayısların işçi haklarını budamak, sendikacılığı yok etmek için kullanılmış olmasıdır.
21. yüzyıl Türkiye’sinde yüz binlerce çocuk, 19. yüzyıl Avrupa’sının koşullarında çalıştırılıyor hâlâ. Özelleştirilen limanlarda birbiri ardından ölümcül kazaya uğrayan işçilerin çalıştırıldığı insanlık dışı koşullar, 1885’te ABD’de, 1889’da İngiltere’de greve başlayan “docker”lardan farklı değil. Umarım 1 Mayıslar artık kansız ve şiddetsiz kutlanır, böylece gerilemeye değil, ilerlemeye yarar.
Hepinize iyi bayramlar…
"Mine G. Kırıkkanat"