13 Nisan 2012 Cuma

FORMALI ANILAR

Yetmişli yıllar bizim kuşağın çocukluktan ilk gençliğe adımlarıyla başlar.Ortaokul ,lise,yüksek okul ve meslekte ilk  yıllar yetmişlerin içindedir.Bu yazımda ortaokul yıllarımdan  anılarımdan birkaçını yazmak istiyorum,atmışlı yılların sonu yetmişli yılların başı.İlkokuldan sonra ortaokula başlamak  ne  büyük mutluluk;sanki büyüyüverdik hemen ...Oysa siyah önlüklüydük ilkokuldaki gibi.Nedir büyüklük göstergesi ?... siperli şapka! (subay ve polis şapkaları biçiminde) ilkokula giderken şapkalı ablalara ağabeylere imrenerek bakardım; bir gün ben de giyeceğim diye hayaller kurardım.Olduk ortaokullu,kayıttan sonra ilk iş şapka almak olmuştu babacığımla .Lacivet arkası hafif kalkık güzel bir şapka beğenmiştim  babamın şapkacısından.Aynaya baktığımda çok yakıştırmıştım kendime.Sanırım biraz pahalıydı ;anımsadığım kadarıyla uzun pazarlık yapmıştı babam.Sonunda istediğim şapka alınmıştı.

Okullar açıldığında siyah önlük beyaz yaka ilkokuldan farklı olarak şapkayla okula gitmek pek gurur vericiydi.Sabah okula girişlerde şapka  yoklaması yapılıyordu , biz küçükler hevesle giyerken şapkaları üst sınıflar giymek istemiyorlardı ,unuttum sözlerini çok duyardık.Bir ay giydik giymedik derken ilk bayramımız Cumhuriyet bayramından sonra zorunlu şapka giyme durumu kaldırıldı.Çoğunluk giymeyince  bizler de  alaya alınmamak adına giyemez olduk şapkalarımızı.Binbir hevesle alnan güzelim şapkam bir kağıda sarıldı dolabın en üst köşesinde durdu yıllarca.Bügün hüzünle anımsıyorum ;şapkamla çekilmiş  bir fotoğrafım bile yok .

Siyah önlükle orta birinci ve ikinci sınıflarda okumuştum.Ortaokul son sınıfa geçtiğim yıl forma giysiye geçiş olmuştu .Hemen zorunlu yapmadılar isteğe bağlı kademeli geçiş yapıldı.Bordo renkte jile, beyaz dik yakalı  gömlek yeni giysimiz.Pek beğenmiştik orta son olmuşuz,liselilere özeniyoruz.Bir dönem giydik bordo okul giysilerimizi.İkinci dönem Okul müdürü değişti ,yeni müdür beğenmedi formalarımızı.Derhal siyah önlüklere dönüş emrini verdi..Şimdilerde düşünüyorum da bordo rengi seçen müdür 68 kuşağının devrimci fikirlerini mi yansıtmak istemişti? Sonra gelen müdür  kızıldan hoşlanmayan ,rengi bile tahammülü olmayan faşist duygu ve düşünceli miydi?...Okulun bitmesine dört ay kalmış siyah önlük dikdirmek zorunda kaldık ,önceki önlüklerimiz elden çıkarılmıştı.  Hoş olsa da küçük gelirdi hızla büyüyorduk o yıllarda.Bordo formam askıda kaldı uzun süre doya doya giyemeden .Liseye geçtiğimde lacivet formam unutturacaktı belkide...

Ortaokul diplomamız da ilkokul diploması gibi siyah önlük, beyaz yakamızla çekilen fotoğraflı diploma oldu.  Şapka ve forma ortaokul yıllarımda kısa süreli giydiğim ;hevesi kursağımda kalan  okul kıyafetlerimdir. 


Yıllar sonra öğretmen olup, yöneticilik görevleri üstlendiğim yıllarda  ani kararlardan hep  çekindim.Hiçbir çocuğun küçücük de olsa hüzün duyacağı anısı olsun istemedim...


Arzu

9 Nisan 2012 Pazartesi

MERAL OKAY



        Ölüm haberi  ile sarsıldık yine bu sabah : Meral OKAY 'ı kaybettik... Çok üzüldüm ,üzüntümü belki bir kaç satır yazamakla anlatabilir miyim bilemiyorum. Her ölüm erken ölüm ve büyük acı.Ayrılık,kaybediştir ölüm ;anılarda,eserlerde yaşatılacak olsa da...Haber kaynaklarında görüyorum Meral Okay'ın ölümü ayrılık, kaybediş olsa da bir kavuşma.. Kavuşma ! ...Ondokuz yıl önce ölüm ile ayrı düştükleri eşi Yaman Okay 'a kavuşma. Bir yorum dikkatimi çekti" Bugün en mutlu olan Yaman Okay'dır" diyordu.Sarsıldım bir kez daha ,demek onca yıl hasret sona eriyordu .Can Dündar geçen yüzyılın büyük aşklarını bir kitapta yazmıştı ;ölümlü kavuşmalardan Melih  Kibar -Çiğdem Talu beni en çok etkileyen kavuşmalardandı.Şimdi ikincisi Meral Okay -Yaman Okay kavuşması  da eklenmiş oldu .Yirmibirinci yüzyılın aşklarını yazacak bir yazar umarım bu büyük aşkı da yazar...


Sevgili Meral Okay sizi ;"Yeditepe İstanbul" dizisinde cefakar anne olarak tanıdım;iki evladını 12 Eylül zulmünde canlı canlı kaybeden ,bilge kadın ."İkinci Bahar" dizisinde beni güldüren güzel kadın ;Kasap kadın...Asmalı konak  masalını da çok sevdirmiştin. Kusura bakma "Hürrem" i izlemiyordum. Yaman Okay'ı en son bizimkiler dizisindeki hali ile anımsıyorum.Nurlar içinde kavuşmalarınız olsun,sizi özleyeceğiz büyük sevdanın güzel sanatçıları. Saçtığınız ışık eserlerinizde ışıldasın sonsuza kadar,hiç unutulmayın. Özlemle...


Arzu




 Meral Okay diyor ki:
Aşk bir sızma halidir...http://www.dipnot.tv/27511/iste-Meral-Okayin-esini-anlattigi-yazisi.aspx


Bir gün evi düzenlerken fark ettim. Bir de baktım ki, benden çok Yaman”ın eşyaları var… Küçük küçük poşetlerle sızmıştı. Aşk bir sızma halidir… Yaman o kadar temiz bir adamdı ki ona kızamazdınız. Bir o kadar da yiğitti. Ben derdim ki; bu adam ne zaman yorulacak! Meğer acelesi varmış. Herşeyi o kadar yoğun, hızlı ve coşkulu yaşıyor ve yaşatıyordu ki büyüleyici bir şeydi bu. Ben köşeleri çok olan bir insandım. Yaman beni eğitti… Aşk kendinden vazgeçme halidir, kendi benliğini ezmeden ”biz” olabilme halidir…İnsan egosu denetlenmesi en güç şeydir. Bunu ancak aşk becerebilir, sadece aşk ile üstünden atlayabilirsiniz… Biz birbirimize karşı çok saygılıydık… Eee bazen de sıkılırdık, hele üç beş aydır bir aradaysak birbirimizin gözüne bakardık, önce kim gidecek diye, böyle nefes molaları da verirdik… Döndüğümüzde yepyeni bir enerji ve hasret bekliyor olurdu bizi… Aşk bazen de bir kıyamama halidir… Şunu çok açık yüreklilikle söyleyebilirim, o benden daha iyi bir insandı… O kadar bebek, o kadar adam, o kadar temiz, onun kadar beklentisiz, onun kadar temiz yaşamayı öğrenmeye çalıştım. Buradan bir öğretmen öğrenci ilişkisi anlaşılmasın… O, o kadar ahlaklı ve temizdi ki, yaşam biçimi ve duruşu karşısında başka türlü olamazdınız. Onun yanında kirli kalamazdınız. Böyle bir şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca bu görkemi taşımayan her şey bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana… Bu ateşle yanma hali o kadar derinden, için için yanıyor ki, dönüp bir başka ölümlüyü yakmaya içi elvermiyor insanın… Yaman’la her günümüz sevgililer günüydü… Eşine bu kadar çok çiçek getiren bir adamı daha analar doğurmamıştır… Biz birçok defa sabah uyanıp birlikte gün doğumunu seyreder, ne bileyim çingene vapuruna binip sabah erken boğaz’ı turlardık. Bugün eksik olan ne? Bu topraklarda eksik aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır… Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıklardaki tutku kutsanır hep… Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre sahibiz biz..

Meral OKAY



Meral Okay oyuncu olarak Bir Bulut Olsam, Alia, Beynelmilel, O Şimdi Asker, Hiçbiryerde, Koltuk Sevdası, Yeditepe İstanbul, İkinci Bahar dizilerinin yanısıra Seni Seviyorum Rosa filminde oyuncu olarak yer almıştı.
Okay, Yasemince, Asmalı Konak, Fedai, Bir Bulut Olsam dizilerinin senaryosunu yazmıştı. Okay son olarak Muhteşem Yüzyıl dizisinin senaryosunu yazıyordu.


7 Nisan 2012 Cumartesi

BİR İNTİHARIN ANATOMİSİ... / AHMET CEMAL




BİR İNTİHARIN ANATOMİSİ...

20. yüzyıl Batı edebiyatının en büyüklerinden olan ve özellikle deneme alanında, Montaigne ile başlayan çizgiyi doruklara çıkaran Avusturyalı yazar Stefan Zweig (1881-1942), bundan yetmiş yıl önce, 23 Şubat 1942 tarihinde, Brezilya’nın Petrópolis şehrinde eşi ile birlikte intihar etmişti.

Dünya, İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarındaydı. Ama Zweig, bu cehennemin Nazilerin ve bombaların erişemeyeceği kadar uzağındaydı. Ayrıca çok varlıklıydı. Bu koşullara rağmen hayatına kendi eliyle son vermesi, sonraki yıllarda ‘aşırı karamsar’ ya da ‘zayıf iradeli’ gibi değerlendirmelerle de karşılaştı.

Aslında karamsar olmaması ya da dünyaya ‘iyimser’ bakması için hiçbir neden yoktu. Brezilya’da iken arkadaşı Victor Wittkowski ile yaptığı bir söyleşide şöyle der: “Bir İngiliz şehrine şu kadar bomba yağdırıldığını, Atlantik Okyanusu’nda bir Fransız gemisinin torpillendiğini ve şu kadar yolcu ile battığını okuduktan sonra nasıl çalışabilirim? Artık gazeteleri açamıyorum, çünkü böyle haberleri okuduğumda, böyle sayıların dile getirdiği o dev insani yıkım karşısında ürperiyorum, ve üstelik bu yıkımın daha önce olanların, şimdi de her gün devam edenlerin ancak çok küçük bir yüzdesi olduğunu da biliyorum. Düşünülebilecek en anlamsız yıkımın dünyayı kasıp kavurduğunu, binlerce ve binlerce masum insanın o yıkıma kurban gittiğini bildikten sonra nasıl soluk alabilirim, uyuyabilirim, yemek yiyebilirim ve çalışabilirim? Çünkü yaratmak, bir şeyler inşa etmek demektir, ve şeytani bir yıkımın sürüp gittiğini bildikten sonra, bu bilgi ile eşzamanlı olarak nasıl bir şeyler inşa edebilirim!”

Zweig, arkadaşı Berthold Viertel’e intiharından bir ay kadar önce, yazdığı 30.1.1942 tarihli mektubunda ise, yukarıdaki satırlardan yansıyan karamsarlık ile adeta bir hesaplaşmaya girer: “Artık sadece melankoliye kapılmamak veya delirmemek için çalışıyorum. Bir zamanlar gücümün kaynağını oluşturmuş olan şey şimdi, bu yaşadığım zamanlarda ancak mutsuzluğumun kaynağı olabiliyor: Yani berrak ve uzak görüşlü düşünebilmek, kendime yalan söylememek ve gerek kendimi gerekse başkalarını yanılsamalarla ve boş sözlerle aldatmamak. Bizim kuşağımızın hayatının kaderi artık kesinleşti, olayların akışını etkileyebilme gücünden yoksunuz ve kendi kuşağımızda bunca iflas ettikten sonra, bir sonraki kuşağa öğütler verme hakkına da sahip değiliz …Aramızdan hayatlarına sessizce son verenler, belki en bilge olanlardı, onların artık tamamlanmış birer hayatları var, bizler ise artık sadece kendi kendimizin gölgeleri olup çıktık...”

Stefan Zweig, ‘berrak ve uzak görüşlü’ düşünebilmesinden ötürü, bir olgunun farkındaydı. 1933’ten, yani Adolf Hitler’in Almanya’da iktidara gelişinden sonra olanlar, ‘Dünün Dünyası’ olan Avrupa’yı ve Erasmus’un mirası olan bir ‘Avrupa Düşüncesi’ni yıkmıştı. Böylesine radikal bir yıkımın ardından günün birinde sanki o yıkım hiç yaşanmamışçasına yola devam edilebileceği düşüncesi ise, yine Zweig’a göre, ancak bir ütopya olabilirdi.

Zaman, Zweig’ı haklı çıkardı…

Ve - ölümünden sonra kendisini çok iyi tanıyanların nitelendirmesiyle - ‘Son Avrupalı’, ya da Erasmus’un kurduğu Batı hümanizminin son sancaktarı Stefan Zweig, ölmeden önce kaleme aldığı son başyapıtı “Montaigne”de bir zamanlar Avrupa’yı Avrupa kılmış olan düşünce mirasının son bir özetini çıkardıktan sonra, hayatını büyük bir soğukkanlılıkla ve kendi eliyle noktaladı. Misyonunun artık bittiğine, gücünün ise tükendiğine inanmıştı. Dostlarına son bir mektupla: “Sizler yeni bir gündoğumunu bekleyebilirsiniz, benim ise buna gücüm kalmadı!” diye seslendikten sonra, noktayı koydu.

Böylesi, ne bir irade zaafıdır ne de bir ‘sendrom’dur; yalnızca, hayatının her anıyla hesaplaşabilmiş birinin erişilmesi çok zor irade gücüdür!

Cumhuriyet 06.04.2012
ODAK NOKTASI
Ahmet Cemal
ahmetcemal@superonline.com