27 Eylül 2011 Salı

Ağabeyimi Cennette Değil Yanımda İstiyorum’ IŞIL ÖZGENTÜRK

‘Ağabeyimi Cennette Değil Yanımda İstiyorum’

Yeter artık yeter, bir Türkiye yurttaşı olarak ne zaman, zamanın Türkiye gündemiyle akmadığı bir yerlere gitsem, bu bir yabancı ülke olabilir, bir festival olabilir, geldiğimde yani kürkçü dükkânına döndüğümde, içimdeki coşku, sevinç anında yerini derin bir hayalkırıklığına bırakıyor.

İşte gene öyle oldu, 18. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nden coşkuyla döndüm, anlatacağım bir yığın hikâye, film, an vardı ama her şeyin bitmesi için gazeteleri açmam yetti.

Otuz yıldır aynı şey, gene şehit haberleri, gene sivil halktan ölümler, “Vatan sağ olsun!” sözlerinin söylendiği cenazeler!

Neyse bir kız çocuğu, şehit ağabeyin cennete gitti dediklerinde, henüz masumiyetini yitirmediğinden ve cennet fikriyle beyni yıkanmadığından şöyle demiş: “Ben ağabeyimi buraya, yanıma istiyorum!”

İşte anahtar sözcük: “Ağabeyimi buraya, yanıma istiyorum!”

Şehitlerine ve tabii dağda ölenlerine çok üzülen biz Türkiyeli yurttaşların, bu sese kulak vermemiz gerek. Bu sesi çoğaltmamız gerek!

Binlerce, on binlerce, yüz binlerce Türkiyeli insanın Kürt-Türk fark etmez, yollarda “Biz ölülerimizi cennete yollamak istemiyoruz, yanımıza gelmelerini istiyoruz” diye yürüdüğü gün, terör örgütü “Biz ne yapıyoruz?” diye kendini en azından sorgulamaya başlayacaktır.

Hiç kuşkunuz olmasın, nasıl asker cenazelerinde askerin şehit olduğu ve cennete gittiği düşünülüyorsa, dağdaki cenazelerde de aynı duygu hâkimdir. Sonuçta dağdaki de vadideki de aynı sulardan beslendi, aynı rüzgârı hissetti. Sonuçta gencecik ölüp gittiler, geride kalanlara bir teselli gerek, bu da cennet!

“Cennette değil yanımızda istiyoruz!”

Şimdi seçim sonucunda kazandığı 36 milletvekilliğiyle bir başarıyı hayata geçiren, önemli miktarda solcuların da oyunu alan BDP’nin kendini bir Türkiye partisi olarak hissetmesi ve bunu dosta düşmana göstermesi gerek. Eğer gerçekten “barış” fikrinde samimi bir duruşları varsa.

Böyle olmuyor, adeta parti “hep bana rabbena” diyerek sadece ve sadece Kürtler üzerinden siyaset yapmaya soyunuyor ve en tehlikelisi partinin başarısıyla umutlanan sol kamuoyunu hızla yitiriyor. Bize ne onlardan diyebilirler, bu da bir yol, o zaman da samimi olmaları gerekiyor çünkü oyun zamanı geçti.

Şimdi yeniden bir güven kazanmaları ve Türkiye’yi gerçekten bir yurt olarak sevdiklerini göstermeleri için önlerinde hâlâ bir yol var! Öncelikle terörü lanetleyen bir mitingle işe başlamaları gerek, bir de iki de bir konuşan parti şahinlerinin bir Türkiye yurttaşı gibi konuşmasında yarar var. Arkadaşlar bu işin sonu hiç de hayırlı görünmüyor, solcu milletvekilleri siz ne yapıyorsunuz, Türkiye kırılmayı en şiddetli yaşadığı bir zamanda üniversite kulüplerinde yapılan siyasete pek yer yok. Biraz büyüyün!

Ne acıdır ki, hem Kürt siyaseti, hem ana muhalefet partisi sadece ve sadece hükümetin ve terör örgütünün ekmeğine yağ sürüyor, ülkenin bir bölümünde resmen iç savaş sesleri duyulurken muhalefet partileri demeç vermekten başka hiçbir iş yapmıyor, hadi yola çıkın bakalım, bir miting düzenleyin, bu ülkenin asla bir Yugoslavya olmayacağını hep birlikte haykırın!

Bir de Abdullah Öcalan’a bir çift sözüm var, ne de olsa aynı kuşaktanız, bunu anlayacağını umuyorum, Saraybosna nasıl bir yerdir biliyor musun? Şehrin her köşesi bir mezarlıktır ve mezarda partizanlarla iç savaşta ölen gencecik insanların mezarları yan yanadır ve hiç kimse kazanmamıştır.

Bir iç savaşta zaten kazanan olmaz, olsa olsa kazanan, eli kanlı emperyalizmdir.

Sana bir görüntü anlatayım, Saraybosna Kütüphanesi (önemli bir kültür mirasıdır) iç savaş sırasında bombalanmıştı, ben oraya gittiğimde hâlâ bombaların izleri vardı ve yıkıktı ama önünde kocaman cam kutular içinde dünyanın belli başlı markaların reklam pankartları asılıydı ve o güzel yurt Yugoslavya artık yoktu.

Bir düşün!..
27 EYLÜL 2011 Cumhuriyet Gazetesi

26 Eylül 2011 Pazartesi

DİL BAYRAMI MUSTAFA BALBAY


Mustafa Balbay

Dil Bayramı Kutlu Olsun...

Eylül ortasında gazetelerden kesip ayırdığım haberlerden birini aynen
...
aktarıyorum:

“İngiltere’de yayın yapan saygın haber gazetesi Jewish Chronicle, İsrail’in Türkiye ile özür krizini aşabilmek için dünyanın en ünlü dilbilim uzmanlarını işe aldığını yazdı. Gazeteye konuşan üst düzey bir diplomatik kaynak, dilbilim uzmanları ve uluslararası anlaşmaların metin yazımında uzman olan kişilerin uzun süre İsrail hükümetini kendi kamuoyuna karşı zora düşürmeyecek fakat Türkiye’nin tatmin olacağı bir özür kelimesi aradığını yazdı.

Fakat iki ülke heyetleri arasında Cenevre’de yapılan toplantılarda ortak bir metin üzerinde anlaşmaya varıldığı halde iki hükümetin anlaşmayı imzalamak için ortak nokta bulamadığı hatırlatıldı. Dilbilimcilerin isimleri açıklanmadı.”

Haber beni bir anıma götürdü. Yıllar önce, Kıbrıs’ta Türkiye ile Yunanistan’ın karşı karşıya geldiği, İngiltere’nin arabulucu olduğu günlerdi... İngilizler bir metin hazırladı, iki taraf da kabul etti. Diplomasi muhabirimize bunun nasıl olduğunu sordum.

Şöyle dedi:

“Abi, İngilizce metni Türkçeye çevirince bizim istediğimiz sonuç çıkıyor, Yunancaya çevirince Yunanlıların istediği...”

Takıldım:

“Demek ki İngilizce metin de İngilizlerin istediği gibi...”

***

Baştaki haberi 26 Eylül Dil Bayramı için kullanabilirim diye ayırmıştım.

Dil, insanı doğadaki bütün canlılardan ayıran başlıca özellik. İnsan dili kullanabildiği, onu geliştirebildiği ölçüde ilerlemiş. Binlerce yıllık değişimin, gelişimin ardından “iletişim çağına” ulaşmamız dilin insanlık tarihindeki yerinin son göstergelerinden biri.

Dil öyle bir güç ki; ülkeleri savaşın eşiğinden döndürebiliyor, bir aşkı asırlar boyu diri tutabiliyor, insanlığı ayakta tutan tükenmez bir enerji olarak kendini çoğaltabiliyor...

Yeryüzünde 6 bin kadar dil var. Bunların 2 bin kadarı uluslar, çeşitli topluluklar içinde canlılığını koruyor. Çoğunluğu Afrika’da olmak üzere her yıl 20 dolayında dil yeryüzünden siliniyor.

Türkçe bugün 11 milyon kilometrekarelik alanda 250 milyon kişi tarafından, belli bölümlemelerle Özbekçeden Türkiye Türkçesine kadar 25 ayrı biçimde konuşuluyor.

Türkçemizin gelişiminin ana halkasını Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler oluşturuyor.

Atatürk önemli devrimler öncesinde uzun Anadolu gezilerine çıkıyor, toplumu yeniliğe olabildiğince hazırlıyodu.

Örneğin 1 Kasım 1928’de çıkarılan “Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkındaki Kanun” öncesinde neredeyse yıl boyu altyapı çalışması yaptı.

9 Ağustos 1928’de İstanbul Sarayburnu Parkı’nda o ünlü karatahta önünde Latin harflerini yazdı. Halkın yüzde 80’inin okuma-yazma bilmezliğinin kabul edilemeyeceğini, bunu aşacaklarını söyledi.

Sonrasındaki Bursa, Çanakkale, Gelibolu, Sinop, Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Sarkışla, Kayseri gezilerinde bunu işledi.

26 Eylül 1932’deki Dil Kurultayı ile bu alandaki devrimsel dönüşüm bayraklaştırıldı. 26 Eylül Dil Bayramı ilan edildi.

Kutlu olsun.

Her şeye karşın Türkçemiz bugün dünya dilleri arasında yerini almış güçlü bir dil. Dil devriminin ilkyarılarında bunun başarılamayacağı iddia edilmişti. Çok da saldırı olmuştu. Ama başarıldı. 1930’larda gazete haber ve yorumlarındaki Türkçe sözcük oranı yüzde 35’ti. Yarım asır sonra bu oran yüzde 70-75’e ulaştı. Kamile İmer’in araştırmasına göre yazarlar arasında Türkçe sözcük kullanma rekoru yüzde 92 ile Oktay Akbal’ın.

Türkçemizi hep genç tutan Oktay Akbal’a selam olsun.

***

Yazı aramızda benim de iyi bir hücre arkadaşımdır Türkçe.

Bazen aynı şeyi farklı sözcüklerle anlatma oyunu oynarım. Arada bir canım sözcüklerle dans etmek ister, Türkçemizin zenginliğine, anlatım gücüne şaşar kalırım.

Sözcüklerin içindeki gizli sözcükler, beynimle saklambaç oynar gibi görünür kaybolur.

Vatan toprağı kadar değerli arkadaşım, öğretmenim, ses bayrağım Türkçe; bayramın kutlu olsun...

SUÇ ÜRETME MERKEZİ ADNAN BİNYAZAR

ADNAN BİNYAZAR
Suç üretme düzeni

Geçen hafta Yukio Mişima’nın Yaz Ortasında Ölüm adlı öykü kitabından söz edeceğimi duyurmuştum. Kitabın arka kapağında, Mişima’ya “20. yüzyıl edebiyatının yetiştirdiği büyük bir deha” deniyor.

“Dâhi” yazarlığın ölçüsü ne?

Anlatıda kendine özgü bir söylem yaratarak insanlığa gerçeğin aynasını tutmak...

Yaz Ortasında Ölüm’de on bir öykü var. Bunlardan biri “Sirk”. “Sirk”te, özgürlüğü seçen iki gencin en masum ilişkileri suç sayılıp alçakça öldürülüşü anlatılıyor.

Öyküleri okurken Mişima’nın, 25 Kasım 1970 günü canlı yayın yapan kameralar önünde, geleneksel Japon yöntemiyle karnını deşip canına kıyması gözümde canlandı. Şu anda, o gönüllü yok oluşun dehşetini yaşıyorum. Merak eden, aynı günlerde yayımlanan Marguerite Yourcenar’ın Mişima ya da Boşluk Algısı (Can Yayınları) adlı deneme kitabını okursa, bu trajik olaya belki kendince bir neden bulabilir.

Mişima’nın bende özel bir anlamı da var. Öyküleri Japoncadan Türkçeye Çorum İlköğretmen Okulu’ndan öğrencim Neşet Erkin’in oğlu Hüseyin Can Erkin çevirmiş. Algıladığıma göre Mişima’nın söyleminde lirik yönelişler var. Bu lirizmi, Erkin’in, Türkçenin dilsel inceliklerini gözeterek yansıttığını söyleyebilirim.

“Sirk” öyküsüne gelince...

Edebiyat, okuru, çağımızda örneğine çok rastladığımız uydurma olaylar arasına sokup bunaltmaz; anlatı ormanlarından geçirerek onu evrensel insanla yüz yüze getirir. “Sirk”, artalanıyla faili meçhul cinayetlerin, kişiliği alçaltıcı düzenbazlıkların, suç üretme düzeneklerinin işletildiği ahlakdışı ortamlara sokuyor okuru. Yazar, öykünün bilinçlendirici işlevini, çağrışımlarla kurguluyor.

Sirkin patronu, yakın adamı P.’ye istediğini yaptıracak güçte: Alçaklıkta benzeri olmayan P. de, patronun kurallarına uymayan iki sevgiliyi ortadan kaldırmaya hazırdır. Erkeğin gösteri atına azgınlaştırıcı iğne vuruyor. Kızın, üstünde yürüyeceği ipi kayganlaştırmak için, ipte gösteriye ondan önce çıkan erkeğin tabanına yağ sürüyor. Marifetini de şöyle açıklıyor: “Polisi idare ettim. Prens’in tabanına yağ sürdüğümü, Kleita’ya(at) azdırıcı iğne yaptığımı anlamadılar.”

Sözü yazara bırakalım: “Patron, memnuniyetini gizleyemediği buruşuk yüzüyle, P.’nin avucundan taşacak kadar altın parayı boca ediverdi. Boşalan keseyi silkeleyerek, ‘Çok aşağılık bir herifsin. Böylesine müthiş bir iş yapıyorsun ama karşılığında para alarak işin bayağılaşmasına yol açıyorsun,’ dedi. P.’nin yüzünde yılışık bir gülümseme belirdi.”

Anlatılanlar bir öyküde geçiyor ama öylesine içindeyiz ki yapılanların! Öykü boyunca faili meçhul cinayetleri kimlerin işlediğinden çok işletenler geldi gözümün önüne. Olayların karartılıp adaletin kaygan zeminlere çekildiğinin tartışıldığı bir ortamda şu soruları sormadan edemedim:

Aramızda arsızca dolaşarak bu insanlıkdışı eylemleri gerçekleştirenler kimler? Niye izine tozuna ulaşılmaz bunların? Hangi paralarla besleniyor bu yaratıklar? Adaletin gözü önünde işlenen bu cinayetlerin üstünü kim örtüyor?

Bu soruları sıralarken, içten içe de, “21. yüzyılda Platon’un, ‘Her yerde bir tek adalet ilkesi vardır: Güçlünün çıkarı.’ sözü keşke doğru olmasaydı...” diye düşündüm.

Aynı anda iki soru daha geldi aklıma:

“Agorada yargıçlar yerine halk yargılasaydı, yüzyılımızın Sokrates’leri suçlanır mıydı?”

“Bugün bir suç üretme düzeni yaratılmasaydı; Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal, daha nice gazeteci, düşünür, komutan... hücrelerde çürütüleceğine işlerinin başında olmaz mıydı?” l

25 Eylül 2011 Cumhuriyet Gazetesi

11 Eylül 2011 Pazar

EYLÜL GEVEZELİĞİ OKTAY AKBAL


 

Oktay Akbal
Eylül Gevezeliği!..

Eylülün ortasına gelmişiz...

... Geçmiştekileri anımsamak istedim birden... Çocukluğun, gençliğin, düş olarak kalanlarını...

Hüzün ayıdır derler, ama yalandır. Bir aşk başlar, bir aşk biter. Ya da bitmez, bir leke gibi kalır yaşam süresince.

Hastalık ayıdır da derler. Hele bir zamanlar ince hastalık yakasına yapışırdı duyarlı kişilerin... Bir ara yok olmuştu bu ülkede sıtma, verem gibi şeyler! Cumhuriyetin onlu, on beşli yıllarındaydık. Toplumda temelden bir değişme, bir yenileşme günlerindeydik. Geçti gitti hepsi, “On yılda on beş milyon genç”ten geldik, yetmiş milyonluk bir ülkeye; genç mi yaşlı mı belli değil!

***

Savaş mı istiyoruz? Suriye mi, İsrail mi, İran mı, Yunan mı, Bulgar mı? Ordumuz sınırlarda mı, yoksa Hasdal’larda, Silivri’lerde mi?

“Ya bir savaş çıksa ne yaparız biz bu paşalarla” diye kim demişti? Geçenlerde “Biz Ankara’da neler yiyoruz, bekleyin yine ne bombalar patlatacağız” diyen mi?

Binsin bir savaş gemisine, dosdoğru yürüsün İsrail’in başkentine... Osmanlı’nın döneminde Akdeniz baştan başa bizim değil miydi? Şimdi niye olmasın. Kanuni’ler yoksa da Tayyip’ler var!..

***

Eylül saçmalatıyor beni. O korkunç sıcaklar bitti. Gerçi arada bir yine başlıyor, ama güneş etkisini yitirdi... Serince esintiler vakti geldi. Koskoca bir yaz çekip giderken ardında ne bıraktı; acı, hüzün, keder mi? Sayısız şehidin silinmez anısını mı, yoksa bütün bu acıları görmezden gelip bambaşka hevesler peşinde koşanların yürek sızlatıcı görüntülerini mi?

Çekip gitmek!.. Kişi yaşlanınca nedense hep koşmak istiyor. Olduğu yerde kalmamak, yeni yerlere gitmek, uzaklara, çok uzaklara!.. Belki de içinde yaşadığı toplumun sürüklendiği bir bataklıkta boğulmamak için...

***

Eylülde hapiste olmak nasıl bir şey? Bunu Balbay’a sormalı, uzun mu uzun mevsimler geçirdi. Şimdi de eylüller yeniden geldi dayandı. Küçük hücresinin penceresinden izledi bizleri, utanç veren görüntülerimizi!.. Bizlerin, evet bizlerin uyuşuk, sersem takımımız!..

Eylül de gider, nicelerinin gittiği gibi!

Kala kala bir şiir kalır, Özdemir Asaf’tan, birilerine sunulmuş:

“Kendi bahçesinde dal olamayan biri,

Girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.”

6 Eylül 2011 Salı

AZRA ERHAT

."


AZRA ERHAT 1915 doğumlu deneme ve inceleme yazarı,eski yunan ve roma dilleri uzm...anı,filolog, arkeolog, çevirmen ve düşün kadını. Özellikle eski Yunan klasiklerinden yaptığı çevirilerle tanınmıştır. A. Kadir ile birlikte gerçekleştirdiği İlyada ve Odissea çevirileri referans kabul edilir.

6 Haziran 1915’te İstanbul-Şişli’de doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Belçika’da yaptı. 1939’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni bitirerek Klasik Filoloji Bölümü’nde asistan olarak göreve başladı. 1946’da doçent oldu. 1948’de aynı fakültedeki öğretim üyeleri Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes’le birlikte üniversiteden uzaklaştırıldı. 1949-1950 arasında Yeni İstanbul ve Vatan gazetelerinde çalışti. Uluslararası Çalışma Örgütü’nde (ILO) kütüphanecilik yaptı.

İlk çevirileri Tercüme dergisinde çıktı. Sofokles, Aristofanes gibi yazarların eserlerini Türkçeye kazandırdı. Yeni Ufuklar dergisinin yazarlarından biri olan Erhat, bu dergi çevresinde gelişen hümanist anlayışın öncüleri arasında yer aldı. Batı uygarlığının kökenini ve Anadolu’ya dayandıran ve Anadolu kültürlerini bir bütün olarak gören Halikarnas Balıkçısı ile aynı görüşleri paylaştı ve aralarında derin bir yakınlık doğdu. Yine çok yakınındaki Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte çevirdiği Hesiodos’un Theogonia ve "İşler ve Günler" adlı yapıtlarıyla Hesiodos üzerine araştırmaları, 1977’de "Hesiodos, Eserleri ve Kaynakları" adıyla basıldı. Bu üç isim bir arada "Mavi Yolculuk" terimini Türk ve dünya literatürüne kazandırdılar.

Azra Erhat, kansere yakalandı. Londra'da tedavi gördü, ama sonuçsuz kaldı. 6 Eylül 1982'de 67 yaşındayken İstanbul’da vefat etti. İstanbul-Üsküdar Bülbüldere Mezarlığına defnedildi.

Atatürk'ü İlyada kahramanlarindan Hektor'a benzetmesinin bir dönem sebep olduğu tartışmalarla da gündeme gelmiştir.

Şadan Gökovalı'nın manevi annesidir.
*

ESERLERİ
Mavi Anadolu (1960) (Gezi Yazısı)
Mavi Yolculuk (1962) (Gezi Yazısı)
İşte İnsan-Ecce Homo (1969) (Deneme)
Mitoloji Sözlüğü (1972) (Mitoloji)
Mektuplarla Halikarnas Balıkçısı (1976) (Mektup)
Sevgi Yönetimi (1978) (Deneme)
Karya'dan Pamfilya'ya Mavi Yolculuk (1979)
Troya Masalları (1981) (Çocuk Masalı)
Osmanlı Münevverinden Türk Aydınına (Eleştiri)
Gülleylâ'ya Anılar (Anı)
Düşün Yazıları, Halikarnas Balıkçısı (Halikarnas Balıkçısı adına yayıma hazırlayan )

ÇEVİRİLERİ
İlyada (1967) A. Kadir ile birlikte
Odysseia (1970) A. Kadir ile birlikte
Hesiodos, Eserleri ve Kaynakları (1977)- Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte
Eşekarıları, Kadınlar Savaşı ve Diğer Oyunlar, Aristophanes - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte
Lysistrata Kadınların Savaşı, Aristophanes - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte
Gargantua,François Rabelais - Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol ile birlikte
Tepegözlerin Mağarasında, Homeros - A. Kadir ile birlikte
Gül ile söyleşi, Homeros ( Yalnız Çeviri )
Yedi Deniz, Piri Reis - A. Kadir ile birlikte
Şölen - Dostluk, Platon - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte
Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos - Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte
Savaş Uçuşu, Antoine De Saint Exupery - ( Yalnız çeviri )
Dişi Kedi, Colette - ( Yalnız çeviri )
Cicim, Colette - ( Yalnız çeviri )

ÖDÜLLERİ
A.Kadir ile birlikte İlyada destanından yaptığı çevirinin birinci cildi 1959’da Habib Törehan Bilim Ödülü’nü, üçüncü cildi 1961’de Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü aldı.

kaynak: vikipedi
*


AZRA ERHAT'SIZ ÇEYREK YÜZYIL...

Düşünce ve bilim insanı, yazar, çevirmen ve bir o kadar da gönül insanı Azra Erhat 'ı bundan tam yirmi beş yıl önce bugün yitirmiştik.

Böyle insanların arkasından yazmanın bana en ağır geleni, ölümlerinden ötürü duyduğum acı değil; çünkü doğanın bu belki de en kesin yasası yüzünden yakınmak, gerçekten anlamsız. Ama asıl ağır olan, böyle değerlerin ölümlerinin üzerinden on, on beş, yirmi, yirmi beş yıl geçtikten sonra onlar hakkında yazmaya oturduğumda, onları önce ve hâlâ tanıtmak, bugünün insanlarına onların kim olduklarını anlatmak zorunluluğunu duymak. Çünkü böyle bir zorunluluk, ölümden çok daha korkunç bir kaderi, isteseydik eğer ve bu yolda çaba harcasaydık, asla yaşamayacağımız bir kaderi, başka deyişle, o insanlarla bugün arasında gereken köprüleri kurmakta başarısız olmak gibi bir kaderi yaşadığımızı kanıtlıyor. Üstelik o insanlar, yaşamları boyunca, çoğu kez şimdi akıllara sığması güç özveriler pahasına, tüm çabalarını, tüm üretkenliklerini o zamanların yarınları olan şimdinin bugünlerini hep daha aydınlık kılma hedefi üzerinde odaklaştırmışken!

Azra Erhat, 1923 yılında, Cumhuriyet'in ilanıyla başlayan ve ellili yılların ortasına kadar süren Türk Aydınlanması seferberliğinin en ön sırada yer alan aydınları arasındadır. Bu seferberliği Sabahattin Eyuboğlu , Halikarnas Balıkçısı , Vedat Günyol , Nusret Hızır , Orhan Burian , Hasan Âli Yücel , İsmail Hakkı Tonguç , Nurullah Ataç ve daha niceleriyle paylaşan Azra Erhat'ı, söz konusu aydınlanma hareketinin hangi taşını kaldırsak altında bulabiliriz. Adı ister 'Tercüme Bürosu' , ister 'Köy Enstitüleri ', ister 'Halkevleri' olsun, bu taşların her birinin ­o zamanlar­ yerine oturtulmasında Azra Erhat'ın da doğrudan veya dolaylı katkıları vardır.

Kaynağını doğrudan Mustafa Kemal Atatürk 'ün: "Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır..." söyleminde bulan Türk Aydınlanması, yalnızca kentlerdeki okullar aracılığıyla gerçekleştirilebilecek, sınırlı ve ağır tempolu bir eğitim sürecini değil, fakat Köy Enstitüleri aracılığıyla ülkenin en sapa yerleşim birimlerine kadar uzanacak bir eğitim seferberliğini öngörmüştü. Üstelik bu, salt okuma-yazma öğretmekle, yöresel ihtiyaçları karşılamakla sınırlı olmayıp, bütün enstitülere ortak hümanist eğitim programları aracılığıyla gerçek anlamda "çağdaş uygarlık düzeyini yakalama" hedefine yönelik bir seferberlikti.

1940 yılında, zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç tarafından başlatılan bu inanılması zor atılımın en büyük desteklerinden biri, aynı yıl yine bakanlık bürosunda oluşturulan Tercüme Bürosu eliyle çevrilecek kitapların Köy Enstitülerinin kitaplıklarına aktarılmasıydı. Üniversiteden hocası Sabahattin Eyuboğlu ve Nurullah Ataç tarafından bu büroya çağrılan Azra Erhat, hem kitap çevirileri yaptı hem de Tercüme Bürosu tarafından hemen yayımlanmasına başlanılan Tercüme Mecmuası'nda çalıştı.

Bundan sonrası, Azra Erhat için artık sürekli bir aydınlatma seferberliği yolu olacaktı. Erhat'ın bu yolda giderek artan şevkini ne üniversitedeki görevine son verilmesi, ne de 12 Mart'tan sonra, Sabahattin Eyuboğlu ve Vedat Günyol ile birlikte hapse atılıp, aylar süren bir yargılamanın ardından 'aklanması' kırabildi. Bugün, başta A. Kadir ile birlikte çevirdikleri "İliada" ve "Odysseia" olmak üzere, pek çok çeviri eser ve deneme kitabı, Azra Erhat'ın imzasını taşımaktadır. Azra Erhat'ın ölümünden sonra, yeğeni Semra Cemal ile eşi Mehmet Cemal tarafından Anadolu Üniversitesi Kitaplığı'na bağışlanan kitapları, bugün titiz bir düzenlemeyle bu kitaplığın "Azra Erhat Özel Koleksiyonu" nda bulunmaktadır.

Asıl acı kaynağı olması gereken, ölüm değil, fakat bu ülkeye bir zamanlar ışık getirmiş insanların ardından ortalığı gittikçe yoğunlaşan bir sessizliğin ve karanlığın kaplamasıdır; çünkü böylesi, o insanlara layık olamamanın yarattığı bir acıdır! Hamuru sevgiyle yoğrulmuş nice kültürlerin ortaklığına dayanan Anadolu'nun insanları günün birinde tüm ayrımcılıklardan içtenlikle arınmak istediklerinde, en değerli rehberlerinden birini de Azra Erhat'ın hep savunuculuğunu yaptığı 'Sevgi Yönetimi' nde bulacaklardır.

Cumhuriyet 06.09.2007
ODAK NOKTASI
AHMET CEMAL
*

HOMEROS BİZİM DEĞİL Mİ?

Homeros, yaklaşık yirmi beş yüzyıldan bu yana uygarlık tarihinin sayfalarından hiç eksik olmamış bir ad. Bu ozanın kaleminden çıkma iki dev eser, yani İlyada ve Odysseia ise günümüzde de Batı mitolojisinin ve yine Batı’nın edebiyat üslubu geleneğinin temel taşlarını oluşturuyor.

Peki ama, kimdi bu Homeros? Sadece ‘Yunanlı’ bir ozan mı? Onun iki eserini A. Kadir ile birlikte nefis bir Türkçeyle dilimize aktaran Azra Erhat, İlyada için 1981’de yazdığı kapsamlı önsözde şöyle diyor: “…Homeros tartışması Platon’la başlar…ona göre de Homeros, Yunan dünyasında bütün inanışların babasıdır, bu dünyada dile gelen ne varsa, onunla dile gelmiştir… Yunanistan’da eğitimin Homeros destanlarının üstüne kurulmuş olduğu herkesçe bilinen bir gerçekti, yani yalnız Atina değil, bütün Yunan devletleri Homeros’u bir çeşit kutsal kitap gibi, her türlü bilginin özü diye benimsemişlerdi. Yunan insanı din olsun, politika ya da askerlik olsun, gemicilik ya da hekimlik olsun, çeşitli bilgileri öğrenmek için Homeros destanlarına başvurur, daha doğrusu A’dan Z’ye kadar ezbere bildiği bu destanları canlı bir kitaplık gibi içinde taşırdı…”

İÖ 8/7. yüzyıllarda yaşayan Homeros, kendisinden önceki bütün mitolojiyi İlyada ve Odysseia’da belgelemişti. Mitolojinin önemi, yalnızca tanrılar dünyasıyla sınırlı değildir. Her toplumun mitolojisi, o toplumun kültür tarihi olma niteliğini de sergiler. Bunun nedeni, henüz tektanrılı dinlerdeki soyut Tanrı kavramına ulaşılmamış olduğu çağlarda insanların tanrılar arasında olup bitenleri kendi toplumlarındaki yaşamdan yola çıkarak kurgulamış olmalarıdır. Bundan ötürüdür ki, çoktanrılı dönemlerin tanrıları “tanrılaştırılmış insanlar” ya da “insanlaştırılmış tanrılar” diye de nitelendirilmektedir.

Böylece yüzyılların akışı içersinde oluşan mitoloji, türlü inançların yanı sıra, aslında yeryüzü yaşamına ait bir dağarcık niteliğini de taşımaktadır. Azra Erhat’ın Homeros’u böylesine bilgi kaynağı sayılmış olmasının nedeni de budur. İlyada ve Odysseia, Homeros’a kadar uzanan bir kültür tarihinin belgeleridir. Üstelik bu eserler, içlerinde zengin bir geleneğin belgelenmiş olmasından ötürü, yalnızca bir tarih olmanın ötesinde, geleceği de yönlendirmiştir.

Homeros ve eserleri, bizleri “eski Yunan dünyasının ürünleri” deyip geçemeyeceğimiz kadar yakından ilgilendiriyor. Her şeyden önce Homeros, bir Egeli; üstelik bir söylentiye göre doğum yeri de İzmir. Ayrıca Shakespeare’in “tarihin en görkemli savaşı” diye nitelendirdiği ve İliada Destanı’nın konusunu oluşturan Troya Savaşı da bizim topraklarımızda, Çanakkale yöresinde verilmiş olan bir savaş. Homeros’un her iki eserde derlediği kültürel malzemenin ise bugün üstünde yaşadığımız topraklarda yaşamış ve yaşamakta olan kültürlerin derin izlerini taşıdığından kuşku duyulamaz. Yaşar Kemal, Azra Erhat ile yaptığı ve A. Erhat’ın “Homerosoğulları” başlığıyla “Homeros - Gül ile Söyleşi” adlı kitabına aldığı bir söyleşisinde, konuya bu doğrultuda önemli bir açıklık getiriyor. Yazara göre sözü edilen iki destanın Türkçe çevirilerinin başka pek çok dile yapılmış çevirilerden çok daha başarılı olmasının nedeni, Anadolu kültürüyle bağlantılarından ötürü dilimizde pek çok sözcüğün ve söylemin doğrudan karşılıklarının bulunmasıdır. Dolayısıyla Homeros’la tanışmak, Anadolu kültürünün en önemli kaynaklarından biriyle de tanışmaktır.

Yaşar Kemal’in yukarıda andığım söyleşide: “…bugün Türkiye’de, Anadolu’da yaşayan epik gelenekten Homeros’a gidebiliriz, Homeros’u bugünkü çağımıza bağlayabiliriz…” diyecek kadar bize ve çağımıza yakın bulduğu Homeros’un izlerini kültürümüzde sürmek için yeterince çaba harcadık mı acaba?

Cumhuriyet 19.03.2010
ODAK NOKTASI
AHMET CEMAL
*

HOMEROS’UN IŞIK SAHİLİ...

Mavi bir ışık süzülür ilkyaz çiçeklendiğinde İda Dağları’ndan (Kaz Dağları) Edremit Körfezi’nin üzerine...

O ışık yağmuru Homeros’un “Işık Sahili”nin ateşli bağrında uykusuzca bekleyen ölümsüz kadınların çığlıklarıyla buluşur.

Ne zaman yolum düşşe oralara, binlerce yıllık tarihin ve kültürün içinde güneşin batışını seyrederim Ören kıyılarından.

İzmirli Homeros’un “Işık Sahili”dir oraları...

Odisseus Elitis’in “Küçük Yeşil Deniz”i ya da “Çılgın Nar Ağacı” uykunun sınırlarında dolaştırır beni. Ölümsüz güneşin binbir rengine büründüğü gün başımı alıp giderim.

Pelinlerle, üzüm bağlarıyla, mandalinalarla ve zeytin ağaçlarıyla çevrili İyonya Denizi, ufuktan doğan bir umudu anlatır bana...

Azra Erhat’ı, Cevat Şakir’i, Melih Cevdet Anday’ı, Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu...

O mavi yolculukları, Troya’yı, İyonya’yı, tüm Anadolu’yu...

Homeros’un ölümsüz yapıtları İlyada’sı ve Odysseia’sı benim masalımsı evrenimde, aşkı, nefreti, sevgiyi, umudu, savaşı ve barışı çağrıştırır.

Bu coğrafyada yaşayan insanlarımızın tümlüğünü... Barışı, kardeşliği... Sevgiyi ve paylaşımı...

Mustafa Erdoğan “Anadolu Ateşi”yle aydın yolunu açmıştı benim o masalımsı evrenimde... O ateş tüm dünya insanının yüreğinde, beyninde tarihin derinliklerinde Anadolu kültürüyle buluştu.

Şimdi daha güç bir iş yapmış,“dünyayı sarsacak” bir kültür ve tarih mirası “Troya”yı tarih sahnesine çıkarmış.

Müzik, giysiler, danslar, koreografi ve ışıklandırma beni Homeros’la buluşturup doğduğum topraklara götürdü.

Tüm uygarlıkların boy verdiği bir coğrafyada din, dil, ırk, mezhep ve renk ayrımı gözetmeksizin Mezopotamya uygarlığından İyonya’ya uzanan masal kahramanlarıyla buluşturdu.

***

Mustafa Erdoğan’la üç yıl önce bir Kahire akşamında otelin lobisinde konuşurken ezan ve çan sesleri birbirine karışıyordu...

Güneş Nil Irmağı’nın üzerinden sahraya gömülüyordu...

O akşam Troya’dan söz etmişti Mustafa bana. Çok heyecanlanmıştım. O da benim mitolojiye tutkumu yazılarımdan ve kitaplarımdan biliyordu.

Erdoğan’a yanıtım şu oldu:

“Mutlaka bu işe soyun, başaracaksın!”

Homeros’un başyapıtından Troya’yı sahnelemek yürek işidir. Öyle her babayiğidin yapacağı bir iş değildir.

Başımız döndü gösteriyi izlerken. Müzik ve dansçılar olağanüstüydü. Bir buçuk saatin nasıl geçtiğini anlayamadık.

Kültür ve Milli Eğitim Bakanlığı tüm okullara bir genelge göndererek öğrencilerin “Troya”yı izlemelerini sağlamalı. Tüm belediyeler “Troya”ya sahip çıkmalı, özellikle öğrencilerin izleyebilmesi için katkı sağlamalı.

Troya, bir dönem Grek ve Roma’nın simgesiydi. Bizans’taki Hagia Sophia kilisesinin öne çıkmasıyla uzun bir süre unutulmuştur.

Fatih Sultan Mehmet Bizans’ı aldıktan sonra Troya’ya gelmiştir. Fatih’in İmrozlu (Gökçeada) tarihçisi Kritovulos şunları yazmıştır:

“Fatih, Homeros’u göklere çıkardı. Tarihe ve kültüre sahip çıktı. Şehrin düşmanlarını yendik, Asyalılara karşı yapılan kötülüklerin öcünü aldık. Biz bu tarih ve kültür mirasını koruyacağız.”

Evet, Anadolu’yu dans diliyle anlatan Troya, tüm kültürlerin, tüm uygarlıkların insanlık tarihindeki önemini dansla anlatıyor...

Edirne’den Hakkâri’ye, Aydın’dan Artvin’e dek binlerce yıllık tarihi ve kültürü danslarla günümüze taşıyor Troya.

***

Mavi, duru, soğuk bir günün sabahında Elitis’in dizelerinde Çoban Paris’le konuşuyor gibiyim İda Dağı eteklerinde... Körpe kollarıyla Helene beyaz badanalı evin önünde belirgin çizgileriyle şarap dolduruyor Meryem’e...

Dansların dilinde, şiirin müziğinde Halikarnas Balıkçısı’nı, Anday’ı, Ezra Erhat’ı, Eyüboğlu kardeşleri görür gibi oluyorum.

Homeros’un “Işık Sahili”ne bir selam gönderiyorum, mavi bir sabahın buz kesmiş yapraklarıyla... Heraklitos’un kırık taşlarında öfkelenmiş dalgalara kafa tutuyorum...

Troya’yı mutlaka izleyin!

Şeytanın fırtınasını ışıkla parçalayan halkların tümlüğünü, kardeşliğini görün!

Ben bu büyük masalla sarsıldım!

Alkışlar Mustafa Erdoğan, alkışlar dansçılar, alkışlar tüm emeği geçenlere!..

Cumhuriyet 11.01.2009
POLİTİKA GÜNLÜĞÜ
HİKMET ÇETİNKAYA

1 Eylül 2011 Perşembe

BARIŞ İÇİN DİZELER...

kalbim dünyanın ortasında bir menekşe
neft ve kan, zambak cesetlerinde çürüyen leke
çakı bile çekemediğim iki karanlık arasındayım
karda bir çiğdem, dikende bir kuş gibi yakıp kavrulan yanıp kavrulan bir akıl
anın sıkı dokusuna sığınan yoksul akıl, alkışların uğultusuyla
büyütür bütün savaşların anasını; ah Asur!
savaş, ah tükenen karanlık
topallayan deli kalbim, böyle başlamak istemezdim
kimdi bana insanlığın soylu bir geleceği olacak diyen
alev gözler alevleri yardı ölü çocukların ak gözlerini anmak için...
duyamam yaprağın sesini orman gümbürderken
olmak veya olmamak, bütün hatırladığım bu
yaşam da kanıyor insan da, ensemizde ölümün soluğu
iyi savaşlar sayın seyirciler, devam edin seyirci kalmaya
naklen cinayet çağı bu, katilin yüzü flu
"derslerinizi sakın ihmal etmeyin"
şiir unutmaz, "canlı yayın " yapsa da ölüm
savaş, içi dışı kül kokar
savaş, iki ağzı kırık bir kama
başkalarının kanıyla da ölebilir insan
şimdi yalnızca adları Savaş ve Zafer olan çocukların dönüşünü düşünüyorum
ölümün adıyla
kan diyorum kan ve fırlıyorum ayağa, tutun şu savaşı
acıların ve düşmanlıkların yıldızlararası dönemi bittiği zaman
Orion'un uyum şarkıları çıkacak aramızdan
hangi savaş yüz akıyla çıkmıştır savaştan
savaşı insanlık kadar eskidir diye haklı çıkarmak isteyen
bilsin ki, barışı insanlık kadar yenidir diye övünüyorum ben
kanayan bir Ortadoğu ikindisiyle açıklıyorum gizli güllerimi
Korkusuz kır çiçekleri önünü keser kesmez
Savaşçı diz çökecek göreceksin
ey kin ve kibir bekçileri
şafak; sizin ateşiniz üzerinde doğruluyor şimdi
rüzgarın çarmıhında donardı anılarımız
şimdi bir buğusun artık zamanın teninde
rüzgar: Gümüşi bir ırmaktan su içerkenki
yürek zaten biliyor tohumlu ölümleri
1-3 nöbetini olum tutuyor askerin gözlerinde
bir aynaya bakakalmış gibi ardında uçup giderken hayat
petrolden tez tutuşur alın teri
ancak akrep zefiri yaraşır mürekkepliğe
kağıt turnam hey, yolların durduğu görülmemiş dağ titreşirse
kör tarih gözümüzü oymak istiyor
neler mi söylüyor olu asker? olduğunu söylüyor, naklen söylüyor
lav düşüyor dünyanın bütün ırmaklarına gül yerine
riyadır, ölsem damarlarım boşalır
böler uykuyu o ses; savaş, ah yır!
barış güçlü insanların yapıtıdır
savaş, korkakların cesaretidir
cesetlerdir bu ülkenin rozetleri
marşlarla büyür bir yanım, bir yanım hep çocuk simdi
çocuklarına ne yaptın diye sormuştu toprak
Barışı üzdüm savaş çıktı
batar kağıttan çocuklar kara karanfilin körfezinde
savaş oldu, süt bardağı kırıldı çocuğun
maviyi kim oldurdu, ilk kuşu onun içinde
acısı en çok çocuklara düşer savaşların
-her çocuk bir çekmece- anneleri boğuluyor içlerinde
ölümcül ışıklar aydınlatacaksa geceyi -karanlık kalsın-
Yanlış mı belledim, insan sorumluluktur
kan saldırır kum saldırır Orta doğudur yüreğim kum'saldır
girmeyin dizelerime gürültülü gölgelerinizle
kemikten zarlarla oynanan kıta kumarı
korkusunu apacı dener kendi yüzünde
"le emma ma yenfeun - nase fimeksu fil arz" ise
ben bir olabilir insanım, tiksinirim başkan ve generallerden
burda, orda, Ur'da
yüzünden düşen harfte gizle beni
Günler geçtikçe Taş'la Kitap arasında
debeleniyorum, Fırat'ın kanlı sularında
tadı derinliğimizde uğuldayan gün balı
savaşı istiyorum aşkla; savaş barış'sa
okyanus uzunluğunca petrolden bir tabutun örttüğü o karabatakla yan yana
Sevgilim, beni kana koşan dünyadan koru
kurtuluş türküleri gibi insanı çarpan
barış kavgamızdır
barış, uzun aşk geceleri gibi yüce dinginlik
sen bozacaksın oyununu bezirganın
savaşı göğüsler yaşam
apoletlerim yok. Param var. Bana da silahlar satın;
işgal edeyim geleceğini barışın
Allah allah ateş geliyor, Allah allah barış geliyor
silahları, silahsızlanmaları, silah satanları, can bezirganlarını anlatır bu
destan
yazık ki kudurmuş Pentagon'un bir dişi de İncirlik
övmüyorum yiğitliğini senin
inanmıyorum yiğitlik olduğuna insan öldürmenin
cenge ve cengavere hayır, ölüm kusanlara, yeryüzünü karartanlara
insan bitince başlar kavga
yaşamı ateşe vermeyin
insanlar barışa barışa...
benim tanıdığım Savaş'la savaş körfezde rakı içer
ben seni öptüğüm gün istemiştim hiç ölmemeyi, söylemiş miydim?
seni savaş, ne zaman öptüler

Körfez Savaşı'nın gündemde olduğu günlerdi. 81 Türk şairinin birbirinden bağımsız olarak yazdıkları dizelerin kurgulanmasıyla gerçekleştirilen "Barış için Dizeler" 8 Şubat 1991'de düzenlenen bir toplantıyla dile getirilecekti.
Dizeler, Orhan Alkaya ve Refik Durbaş tarafından kurgulanmıştı

BARIŞ İÇİN DİZELER...
Barış için şiire dize veren şairler
" Barış için Dizeler" adlı şiiri ortaya çıkartan meydana getiren şairler şunlardı:
Meltem Ahıska, Oğuzhan Akay, Gülten Akın, Merih Akoğul, Hulki Aktunç, Teoman Aktürel, Sina Akyol, Orhan Alkaya, Melih Cevdet Anday, Behçet Aysan, Mehmet Başaran, Nihat Behram, Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, Nur Bulum, Eray Canberk, Mazhar Candan, Ali Cengizkan, Metin Cengiz, Erol Çankaya, Cevat Çapan, Müslüm Çelik,Çınar Ciğ, Veysel Çolak, Arif Damar, Refik Durbaş, Salih Ecer, Gültekin Emre, Enver Ercan, Müştak Erenus, Abdullah Rıza Ergüven, Ebubekir Eroğlu,Seyhan Erözçelik, Cezmi Ersöz, Turgay Fişekçi, Hamdi Gedik,Tarık Günersel, Aydın Hatipoğlu, Gunseli Önal, Özdemir İnce, Orhan Kahyaoğlu, Semih Kaplanoğlu, Sefa Kaplan, İsmet Kemal Karadayı, Hidayet Karakuş, Turhan Kayaoolu, Mehmet Kemal, Şükran Kurdakul, Akif Kurtuluş, Onat Kutlar, K. İskender, Kerim Mert, Özkan Mert, Mehmet Müfit, Lale Müldür, Seyyit Nezir, Mehmet Ocaktan, Ahmet Oktay, Fergun Özelli,Adnan Özer, Kemal Özer, Lütfu Özkök, Ali Püsküllüoğlu, Sennur Sezer, Zafer Şenocak, Cahit Tanyol, Tuğrul Tanyol, Berin Taşan, Suha Tuğtepe, Engin Turgut, Gürhan Uçkan, Mehmet Uzun, Mehmet Fikri Ünal, Kubilay Ünsal, Ramazan Üren, Aydoğan Yavaşlı, Hilmi Yavuz, Necati Yıldırım, Hüseyin Yurttaş, Can Yücel, Nihat Ziyalan Gülsüm Akyüz.
Ayrıca şiire katkı olarak İsveçli şair Peter Curman'in gönderdiği dize
kullanılmamış, ancak toplantıda okunmuştu.
Curman'ın barış dizesi şöyle;
"Alarm çalıyor insanın
hücrelerinde şimdi, şiirin gücü
savaşı ve savaşları engellemeye
yetecek mi?"