30 Haziran 2014 Pazartesi

Kış Uykusu / Nilgün Cerrahoğlu



Ufukta seher/günbatımı çizgisi… Rüzgârla dalgalanan otlar…
Uçuşan yapraklar, topluca kanatlanan kuşlar, gümüş bulutlardan süzülen mehtap, çatıya vuran yağmur, uzaktan gelen köpek sesleri…
Perdede beliren tek başına güzel kadının, birden yelle havalanan saçları…
Bir Zamanlar Anadolu’da, böyle sürekli bir var, bir yok atmosferi, bir “büyülü gerçekçilik var, demiştim.
Kış Uykusu’nda işte o büyü ve o “şiirsellik” yok.
Ama aynı uçsuz bucaksız, ezici, büyük “doğa ve bozkırın yalnızlığı; karakterlerin aynı oranda yoğun ve derin “yabancılaşması”, bu filmde de olanca gücüyle hissediliyor…
Nuri Bilge Ceylan yabancılaşma” duygusunu bu kez, önceki filmlerindeki gibi uzun boşluklar ve sessizliklerle vermek yerine açıkça sözlere döküyor.Yerel bir gazeteye (“Bozkırın Sesi!”) yazı yazan başkarakter Aydın’a, kardeşiNecla’nın tokat gibi çarptığı şu sözler mesela: Eskiden biz sana hayrandık. Senin önemli işler yapacağını ve önemli biri olacağını düşünürdük. Ama öyle olmadı. Bu senin suçun değil. Çıtayı yukarda tutan bizdik!
Yenilenlerin öyküsüKış Uykusu” da, “Bir Zamanlar Anadolu’da olduğu gibi tıpkı yenik düşen insanların öyküsü.
Ceylan bunu bir önceki filminde alttan alta dokundurarak ve hissettirerek verirken bu defa karakterlerine bağırta bağırta söyletiyor...
İki film arasında benim kişisel tercihim, ilki… 
Bir Zamanlar Anadolu’da”ya tek kelimeyle
 bayılmıştım.O filmin, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en iyi filmi olduğunu düşündüm, hâlâ da öyleolduğunu düşünüyorum…
Kış Uykusu, kuşkusuz ki çok güçlü, sıra dışı ve iyi bir film.
Üç saat, 16 dakika boyunca hiç sıkılmadan, ilgi ve beğeniyle izledim. Ancak “Bir Zamanlar Anadolu’da”ki gibi beynimden ve yüreğimden vurulmadım...
Edebiyata güzelleme!’Filmi, sinemada tesadüfen yan yana düştüğümüz Sevgili Füruzan’la izledik.
O benim aksime “Edebiyata harikûlade bir güzelleme” olarak gördüğü “Kış Uykusu”ndan çok etkilendiğini söyledi.ÇehovShakespeareDostoyevski üzerinden katman katman soyularak izlenebilen filmden, Füruzan gibi bir edebiyatçının aldığı tat farklıydı.
Hapisten henüz çıkan, Nejat İşler’in oynadığı işsiz İsmail karakterinin örneğin; “hayırsever Nihal’in bağışladığı paraları ateşe vermesi…
Firuzan, bu sahnenin hemen Dostoyevski’nin Budala’sındaki Nastassya Filippovna’nın kendisine verilmiş olan paraları ateşe atmasına yapılan bir gönderme olduğunu söyledi.
Örnekleri böyle çoğaltmak mümkün…
Bu bağlamda “Kış Uykusu”nu, “edebiyatı”, sinema diline” bir aktarma egzersizi olarak da okuyabiliriz.
‘Yol’dan bu yana...Filmde beni en çok etkileyen “mimarisi” ve karakterlerin hemen hepsinin, merkezde “Aydın karakteri” etrafında ve yörüngesinde belirlenmesi oldu.
Baştan sona “iç gözlemlere” dayanan, dış öykünün olmadığı filmde, izleyicinin ilgisini üç saat boyunca diri tutmak zor.
Ceylan bunu, tüm karakterler için dev “iç gözlem aynası” gibi kullandığı “Aydın”ı merkeze yerleştirerek yapıyor.
Düş kırıklıklarını ve başarısızlıklarını hepten Aydın”a yansıtan “mutsuz kız kardeş” Necla’yı, benzer şekilde kişisel ihtiraslarının ve yenilgilerinin faturasını Aydın’a çıkaran “mutsuz eş” Nihal’i; imam Hamdi ve baltaya sap olamayan İsmail kardeşleri; Aydın’ın hep tuttuğu aynadan tanıyoruz.
Tek mimik ve ses tonunda “faul” vermeyen Haluk Bilginer’in mükemmel ötesi, ölçülü oyunculuğu olmasa bu mimari çökebilir ama çökmüyor. Bilginer çünkü söylediği her sözcük ve bakışıyla bizi alıp Kapadokya’nın bunalımlı Otello otelinin içine taşıyorKış Uykusu”nu izlerken Türk sinemasına 32 yıl önce ilk “Altın Palmiye”yi kazandıranYol’u da düşündüm. İster istemez aklımda bir karşılaştırma yaptım.
Yol”, İtalyan neorealizminin en üst düzey örnekleriyle karşılaştırılabilecek bir filmdi…
Kış Uykusu”, karakterlerin olduğu denli, Türk toplumunun “iç gözlemlerine” dayanıyor ve yaşanan büyük “değerler krizini” irdeliyor.
Kış Uykusu”nda, çok daha müreffeh bir toplumun sorunları karşımıza çıkmakla birlikte; 32 yıl öncesinin Yol”undaki fakirlik de olanca çaresizliğiyle orada duruyor.
Film en çok, bu iki uç Türkiye arasında kapanmayan, bilakis açılan farkı önümüze koyuyor.
Erdoğan Türkiyesi’nin son 12 yılda büsbütün açtığı makası, TÜSİAD’ın gazetelerdeki şu son açıklaması gayet net tanımlıyorTürkiye gelir eşitsizliğinde Şili ve Meksika’dan sonra, dünyadaki en kötü üçüncü ülke!

29 .Haziran 2014 Cumhuriyet  

29 Haziran 2014 Pazar

Sait Faik... Fazıl Say... Sevmekle Başlayan...ZEYNEP ORAL

Fazıl Say’ın “Sait Faik’i Hatırlamak” eserini Burgaz Adası’nda izleme mutluluğunaerişen şanslılar arasında değildim. Ama Burgaz Adası kalktı bana İstanbul’un Avrupayakasına geldi. Hem de ne geliş! Kıyıya vuran dalgaları, rüzgârı, lodosu, kokusu,insanları, balıkları, martılarıyla topyekûn gelip önce sahneye, sonra yüreğime yerleşiverdi. Bu bir müzik - edebiyat buluşmasıydı. Bu bir Klasik Batı Müziği - Türk Sanat Musikisi buluşmasıydı.
Bu
 buluşmalardan güneş doğdu, aydınlık doğdu.
Mevsimlerden kıştı 
“Kış, Ada’ya lodosla beraber gelmişti... Kocaman kayıklar, kocaman şehre durmadan balık götürür; adaya para pul, bir iki çuval un getirirdi...”
İşte müzikle birlikte öyküye giriverdik. “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” öyküsüne...
Artık bu andan sonra Fazıl Say’ın bestesi; Borusan Yaylı Sazlar Dörtlüsü; HakanGüngör (kanun), Derya Türkan (kemençe), Aykut Köselerli (vurmalı sazlar) ve piyanosunun başında Fazıl Say; bizi öykünün içine çekmeye başladı.
Kış ne kadar çok, ne kadar uzun olursa olsun, balık ne kadar az çıkarsa çıksın;beklenen yaz yine de gelecekti. Ama yaz gelinceye kadar da Stelyanos ve torunuTrifon “ötekiler” olarak yaşamayı sürdürecekti. Dede, anıları ve torunuyla soluk alıp vererek; 12 yaşındaki çocuk ise denizle iç içe yaşayarak, denizden öğrenerek, gemiler yaparak başka denizlere açılacağı günü düşleyerek sürdürecekti...
İnsana - doğaya - hayata dair 
Sevgili okurlar, birkaç gündür bu konuda bu sayfalarda çok yazı okudunuz. Tekraradüşmemeye çalışıyorum. Ama hatırlayın Fazıl Say’ın şu sözlerini:“Bu müzik tamamı makamsal (hicaz) olacağı için benim için de bir ilktir ve özeldir... Ve de sanırım tarihte de ilk olacak bir klasik müzik bestecisinin Türk sanat musikisine bu kadar yakınlaşmak istemesi: Piyano ile kanunun, viyolonsel ile kemençenin diyalog ve bütünleşme halinde olacağı bir ilk yaratmak istiyorum...”
Sahnenin en arkasında güneş batıyordu ama benim sözünü ettiğim buluşmalardan doğan aydınlık bu “ilk”ten, bu yeniden doğuyordu ve benim için heyecan vericiydi.
Sait Faik’te ne varsa bu bestede de vardı: Sonsuz bir şiirsellik... Hem çok yerel hem de evrenseldi. Sahiciydi. Samimiydi. Hüzün vardı ve de yaşama sevinci... Göz nuru, emeğe saygı vardı... İnsana, doğaya, hayvanlara sonsuz sevgi vardı... Her şeysevmekle başlıyordu ya...
Müzikteki sevgi ve anlatımı sahnede yer alan iki muhteşem sesli vokalist sopranoZeynep Halvaşi ile Serenad Bağcan ve üç muhteşem oyuncu Demet Evgar, Songül Öden, Esra Bezen Bilgin sürdürüyordu. Öyküye ilk sözü ve son sözüekleyen, şarkı sözlerini yazan ve aynı zamanda sahneye koyan usta tiyatro yazarıÖzen Yula’ydı. Dramatik yapının altını çizen, gerilimi artıran bir anlatım...
Gökyüzünden 3 elma düşmezse 
Vokalistler ve oyuncular kâh öykünün içine girip kâh çıktılar. Her an müzikle ve birbirleriyle diyalog halinde. Ustalıklarına diyecek yoktu. Işığı, aydınlığı ve umudu çoğalttılar...
Ah bir de... İçimden geçirdiğimi sizle paylaşmazsam olmaz: Bir de reji çabası, bunca haykırmasaydı; bunca benzetmeci olmasaydı. Keşke Grek mitolojisi ya datragedyaları anımsatan tavır takınmasa; sesini bunca yükseltmeseydi... Müziğinizlediği sakinliği ve fısıltıyı sürdürebilseydi...
Masallarda her zaman gökyüzünden üç elma düşmez! Trifon, gemisini bitirdi. Gemisimavi gözlü bir kız gibiydi... Gemisini yüzdürdüğü ilk gün, kimi çocuklar (hatta Japonmağazasından, oyuncakçı dükkânlarından alınmış gemilere sahip çocuklar) onubatırdılar. Ötekine düşmanlık hiç mi bitmeyecek?Ama bize müzik diyordu ki, gökyüzünden 3 elma düşmese bile, ütopyalar bitmez...Trifon yeni gemiler yapacak... Denizlerden denizlere, insanlardan insanlara ... Yenigemiler yapacağız.
Bu eseri Fazıl Say’a ısmarlayan İKSV ve emeği geçen, katkıda bulunan herkesi kutluyorum: İyi ki varsınız da sayenizde yaşama tutunabiliyoruz...  

CUMHURİYET 29 Haziran 2014

19 Haziran 2014 Perşembe

Julius ve Ethel Rosenberg

ROSENBERG ler asla unutulmamalı!...
Julius ve Ethel Rosenberg, 19 Haziran 1953'te,
New York'ta idam edildiklerinde, casusluk nedeniyle idam edilen ilk ABD yurttaşları oldular. Suçlu olup olmadıkları uzun süre tartışıldı. Bugün, idamları McCarhty döneminin baskıcı havasına yorulmaktadır.
18 Haziran'da idam edileceklerdi.Evlilik yıldönümleriydi...19 Haziran'a bırakıldı infaz...Onlar ''Bir çift Güvercin''di...Ethel ve Julius ROSENBERGler...Düzmece tutanaklarla idam cezası aldılar...İki çocukları vardı.6 ve 10 yaşında...Çocuklarıyla şantaj yaptılar...''Suçu kabul edin serbest bırakalım,çocuklarınıza kavuşun'' dediler...Ama onların suçsuzluğuna inanmış milyonlarca çocuk vardı sokaklarda...Boyun eğmediler ve dediler ki ''Ya dışarıda suçsuzluğumuza inanan çocuklar...Onlar da bizim çocuklarımız değil mi?...Satar mıyız hiç onları!...'' Satmadılar da...Dostlar Bir Çift Güvercindi onlar ve asla unutulmamalılar...
Şimdi yüreğimizi Ethel ROSENBERG'in sesine verelim...
bir gün öğreneceksiniz evlatlarım, öğreneceksiniz,
neden kestik şarkımızı yarıda,
neden kitabımızı açık bıraktık, işimizi tamamlamadan
neden gittik toprak altında uyumaya
ağlamayın artık evlatlarım, ağlamayın.
yalanlar ve pislikler neden sarmış dört bir yanı?
neden bu gözyaşları, bu zulüm neden?
öğrenecek bir gün bunu bütün dünya.
yeryüzü gülümseyecek, evlatlarım, gülümseyecek
ve sevinçler yeşerecek mezarımızın üstünde
savaşlar sona erecek, dünya mutlu olacak
kardeşliğin ve barışın koynunda.
çalışın evlatlarım, çalışın ve bir anıt dikin;
sevgiye ve sevince bir anıt,
insanlık onuruna ve inanca,
sizin adınıza koruduğumuz ve çocuklarınız adına!..
ETHEL ROSENBERG

ANI
Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil 

Değil bu anılacak şey değil 
Apansız geliyor aklıma 
Neredeyse gün doğacaktı 
Herkes gibi kalkacaktınız 
Belki daha uykunuz da vardı 
Geceniz geliyor aklıma 
Sevdiğim çiçek adları gibi 
Sevdiğim sokak adları gibi 
Bütün sevdiklerimin adları gibi 
Adınız geliyor aklıma 
Rahat döşeklerin utanması bundan 
Öpüşürken bu dalgınlık bundan 
Tel örgünün deliğinde buluşan 
Parmaklarınız geliyor aklıma 
Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm 
Kahramanlıklar okudum tarihte 
Çağımıza yakışan vakur, sade 
Davranışınız geliyor aklıma 
Bir çift güvercin havalansa 
Yanık yanık koksa karanfil 
Değil unutulur şey değil 
Çaresiz geliyor aklıma. 

Melih Cevdet ANDAY

15 Haziran 2014 Pazar

BABALAR GÜNÜ*

BABAMIN KARA SEVDASI
Baba çok sevilen bir sözcüktür. Yardım isteyenler, “Yap bir babalık” diye yalvarırlar. Boylu boslu, cesur kişilere babayiğit deriz. Eski Türk filmlerinin ünlü sözlerinden biri şöyledir: “Size baba diyebilir miyim?” Hiç çocuğu olmayanlara bile baba deriz biz. Süleyman Demirel bu tür politikacılarımızdandır. Futbolculardan Recep Adanır “Baba Recep” diye tanınmıştı. Hakkı Yeten de böyle anılmıştır. Şarkıcılarımız da babadır: Orhan Gencebay “Orhan Baba”, Müslim Gürses “Müslim Baba”, Erkin Koray “Erkin Baba”...
Öfkeli kişilerin babaları tutar, babalanırlar, ona buna bağırırlar. Atatürk’ün ünlü “Türk, övün, çalış, güven” sözünü “Övün, çalış, babana bile güvenme” diye çevirmişlerdir. Bir babaya çocuklarını sormuşlar. “Hiç sormayın, demiş. Oğlan baba parasıyla yaşıyor, kız da para babalarıyla...” Babaların günahını evlatları çekermiş. Ünlü sözdür; Baba oğluna, “Ben sana vali olamazsın demedim, baba olamazsın, dedim” demiş. Baba oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babasından bir salkım üzümü kıskanmış. Çingeneye beylik vermişler, önce babasını asmış! Babanın eski adı pederdir. Eşimizin babasına kayınpeder deriz.
Türlü çeşitli baba vardır: Mafya babası, iskele babası, Şam babası( tatlısı da var), para babası, dert babası... Bir de devlet baba vardır. Bektaşi büyüklerine baba derler, onlardan söz edilirken baba erenler diye söze başlanır. Evliyalar baba adıyla anılırlar: Beşiktaş’taki Tuz Baba bir semte adını vermiştir. Telli Baba evlenemeyen genç kızlara koca bulur! Nur Baba, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir romanına konu olmuştur. Urfa’daki Kaşıkçı Baba, üniversite sınavlarına hazırlanan öğrencilere yardım ediyormuş. Bunun için kalemi türbe duvarına sürtmek gerekiyormuş! Gaziantep’teki Ali Baba da öyleymiş. Ali Baba deyince aklıma geldi. Ali Baba ve Kırk Haramiler öyküsünü bilmeyen yoktur. Ayrıca Ali Baba’nın bir çiftliği vardır, bu çiftlikteki evcil hayvanlar çocuklara kendilerini çıkardıkları seslerle tanıtırlar ve onları güldürürler. Gül Baba şimdiki lisenin bulunduğu yerde yetiştirdiği sarılı kırmızılı çiçeklerle ün salmış ve Galatasaray kulübüne renk vermiştir...
Taraftarlar tuttukları kulübü “Bir baba hindi” diye başlayan sözlerle överler. Nazım Hikmet, “Ben babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim” diyor. Ama çağımızdaki kimi evlatlara bakıyorum da babalarının tırnakları bile olamadıklarını görüyorum. Klasik baba tipi otoriterdir. Döver söver, tehdit eder, çocuklarını korkutur. Anneler, yaramaz çocuklarını, “Akşam baban geldiği zaman ettiğin şeyleri kendisine söyleyeceğim” diye uyarırlar! Babanın bu korkutucu özelliğinden olacak; iktidara geçen partilerin liderleri baba pozuna bürünürler, kendilerini eleştirmeye kalkan vatandaşları azarlarlar, hadlerini bildirirler...
Benim babam böyle ceberut babalardan değildi. Biz çocuklarına, anneme bağırmaz, kızdığı zaman dövmeye kalkmazdı. Aslında Sinop Ayancık kökenlidir ama babasının kendisini okutmaması üzerine İstanbul’a, ablasının yanına kaçmış, doğduğu köye bir daha gitmemiş. Ablası bir gazeteciyle evliymiş. Enişte bey onu üç beş yıl okutmuş. Babam onlara yük olmamak için işe girmiş, geçici ve az paralı birkaç işte çalışmış. Derken Sümerbank Basma Fabrikalarında çalıştırılmak üzere işçi arandığını duymuş, hemen başvurmuş. Kursta başarı kazanınca usta olarak Kayseri’ye yollamışlar. Burada beş yıl kadar kalmış. Oradan yeni açılan Nazili Basma Fabrikasına gönderilmiş. Annemle evlenince emekli oluncaya dek Nazilli’den ayrılmamış ama çok sevdiği İstanbul’a her yıl gezmeye gitmiştir.
Maddi zorluklar yüzünden İstanbul’da yerleşememek kendisini öyle etkilemişti ki, evimizin bütün duvarları çeşitli İstanbul resimleriyle doluydu. İstanbul sevgisi onda karasevdaya dönüşmüştü. Milli Piyango bileti alır, çıkan büyük ikramiyeyle İstanbul’da bir eve sahip olmak hayali güderdi. Ama ne yazık ki biletine ancak amorti çıkardı. Yılmak bilmez, umudunu hiçbir zaman yitirmez, “Gün doğmadan neler doğar” diye kendini avutur, gene bilet alırdı. Kıldığı namazlardan sonra ettiği dua İstanbul duasıydı.
Babam namazını, orucunu hiç kaçırmayan, dindar bir kişiydi ama bağnaz, tutucu bir insan değildi. Okumayı çok sever, genellikle tarih kitapları okurdu. Bir merakı da yabancı dil öğrenmekti. Emekli olduğu zaman bile yabancı dil öğrenme çalışmalarını sürdürmüştü. Ayrıca sinemaya çok düşkündü. Televizyonda film izlerken konuşanlara kızar, bağırırdı. Fabrikada çalışırken elinde kocaman bir çanta taşır, onun içine öğleyin orada yemek için evden yemek koyardı. Bu çantada küçük kitaplar da olurdu. Çantası sağlık memurlarının çantasına benzediği için çoğu kişi onu sağlık memuru ya da sünnetçi sanırdı. Fabrikada çıkan öğle yemeğini bir arkadaşına verirdi. Kimi zaman börek, baklava gibi yiyecekler verildiğinde orada yemeyip eve getirir, bizimle paylaşırdı...
Ben İstanbul Edebiyat Fakültesini kazanınca İstanbul kapısı açıldı diye çok sevinmişti. Üniversiteyi bitirip Nazilli lisesine atanmıştım ama babamın aşıladığı İstanbul sevgisi içimde yer etmişti. Gözüm İstanbul’daydı. En sonunda dayanamayıp emekliliğime yakın bir zamanda İstanbul’a tayinimi istedim. İsteğim yerine gelince babama müjdeyi verdim Babam sanki kendi gidiyormuşçasına bayram etti. Oysa hastaydı. Uzun bir yolculuğu kaldıracak durumda değildi. İstanbul kendisine çok uzaklardaydı artık. Arada aşılması güç karlı dağlar vardı. Ama o bu gerçeği kabullenemiyor, umudunu hep taze tutuyordu...
Sonradan öğrendiğime göre, anneme, “Arkasından biz de gideriz değil mi?” diye sormuş. Annem gözyaşlarını içinde saklayarak, “Tabii gideriz. Birlikte bir ev tutarız” demiş. Bunu duyunca babamın üstüne bir canlılık gelmiş. Çocuklar gibi sevinmiş. Yattığı yataktan doğrulmak istemiş. Annem, kendisini yormamasını söylemiş ve mutfağa gitmiş. Bir süre sonra geri geldiğinde babamı duvardaki İstanbul resmine mutlulukla bakarken bulmuş. Yüzünde bir gülümseme varmış ama çoktan son nefesini vermiş...
İşte babamın kara sevdası bu. Annemden ve İstanbul’dan başka sevgilisi yoktu.
Bu sevda içinde öyle yer etmişti ki, başka sevdalara karnı toktu...
Erhan Tığlı
erhantigli@mynet.com

*Lise Edebiyat öğretmenimdir Erhan TIĞLI

2 Haziran 2014 Pazartesi

HAZİRANDA ÖLMEK ZOR



ORHAN KEMAL'İN GÜZEL ANISINA...

HAZİRANDA ÖLMEK ZOR 

işten çıktım 
sokaktayım 
elim yüzüm üstümbaşım gazete

sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sokakta tomson
sokağa çıkmak yasak

sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

havada tüy
havada kuş
havada kuş soluğu kokusu
hava leylâk
ve tomurcuk kokuyor
ne anlar acılardan/güzel haziran
ne anlar güzel bahar!
kopuk bir kol sokakta
çırpınıp durur

çalışmışım onbeş saat
tükenmişim onbeş saat
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
anama sövmüş patron
ter döktüğüm gazetede
sıkmışım dişlerimi
ıslıkla söylemişim umutlarımı
susarak söylemişim
sıcak bir ev özlemişim
sıcak bir yemek
ve sıcacık bir yatakta
unutturan öpücükler
çıkmışım bir kavgadan
vurmuşum sokaklara

sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
dallarda insan iskeletleri

asacaklar aydemir'i
asacaklar gürcan'ı
belki başkalarını
pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim
dökülüyor etlerim
sarı yapraklar gibi

asmak neyi kurtarır
sarı sarı yaprakları kuru dallara?
yolunmuş yaprakları
kırılmış dallarıyla
ne anlatır bir ağaç
hani rüzgâr
hani kuş
hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?

asılmak sorun değil
asılmamak da değil
kimin kimi astığı
kimin kimi neden niçin astığı
budur işte asıl sorun!

sevdim gelin morunu
sevdim şiir morunu
moru sevdim tomurcukta
moru sevdim memede
ve öptüğüm dudakta
ama sevmedim, hayır
iğrendim insanoğlunun
yağlı ipte sallanan morluğundan!

neden böyle acılıyım
neden böyle ağrılı
neden niçin bu sokaklar böyle boş
niçin neden bu evler böyle dolu?
sokaklarla solur evler
sokaklarla atar nabzı
kentlerin
sokaksız kent
kentsiz ülke
kahkahanın yanıbaşı gözyaşı

işten çıktım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
karanlıkta akan bir su
gibi vurdum kendimi caddelere
hava leylâk
ve tomurcuk kokusu
havada köryoluna
havada suçsuz günahsız
gitme korkusu
ah desem
eriyecek demirleri bu korkuluğun
oh desem
tutuşacak soluğum

asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi
yaşatmaktır önemlisi
güzel yaşatmak
abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak

ah yavrum
ah güzelim
canım benim / sevdiceğim
bitanem
kısa sürdü bu yolculuk
n'eylersin ki sonu yok!
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

nerdeyim ben
nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz siz
kimsiniz?
ne söyler bu radyolar
gazeteler ne yazar
kim ölmüş uzaklarda
göçen kim dünyamızdan?

asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi?
yolunmuş yaprakları
ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
söyler hangi güzelliği?

kökü burda
yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
göçtü memet diye diye
şafak vakti bir çınar
silkeledi kuşlarını
güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
memet!»

gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
üstümbaşım elim yüzüm gazete
vurmuşum sokaklara
vurmuşum karanlığa
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

bu acılar
bu ağrılar
bu yürek
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
bu geceler niçin böyle insansız
bu insanlar niçin böyle yarınsız
bu niçinler niçin böyle yanıtsız?

kim bu korku
kim bu umut
ne adına
kim için?

«uyarına gelirse
tepemde bir de çınar»
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet'in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara

nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz?

yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran '63'ü

bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
nâzım ustanın

gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor! 


Hasan Hüseyin Korkmazgil