ANADOLU RÖNESANSI VE KÖY ENSTİTÜLERİ
Köy Enstitüleri, yarım kalmış bir Anadolu Rönesansı girişimidir.
Rönesans, sözcük anlamıyla yeniden buluş ya da bulgulayış anlamına gelir. Bir kültürün, bir anlık toplumsal uyanışın, geçmişte bulduğu bir altın çağ üzerinden kendini ileriye fırlattığı bir değişim ve dönüşüm anı olarak da tanımlanabilir.
Rönesans kavramını insanlık tarihi açısından geniş bir bakış açısıyla ele aldığımızda yeryüzünün birçok bölgesinde birçok zamanda oluşmuş Rönesanslar olduğunu görmek zor almayacaktır. Tarihçi Toynbee, Çin’de Song dönemindeki Rönesansı Konfüsyüsçü bir maske takmış Budist bir Rönesans olarak tanımlar, Batı’daki Hıristiyan Rönesansı’nı ise “Helenistik” bir maske takmıştır…
Anadolu tarihinde de Rönesans sayılabilecek kimi atılım ve değişimler gözlenebilir. Sözgelimi, yozlaşmış ve kastlaşmış Bizans medeniyetini yıkarak yerine tüm toprakları kullananların geçici mülkiyetine verip kamulaştıran, “Beytülmali Müslimin” kılan Osmanlı devletinin kuruluşu bir İslam Rönesansı sayılabilir. Aynı zaman dilimi içerisinde İslam uygarlığı da bir tıkanma noktasına gelmişti.
Cumhuriyet tarihinin çök özel bir dönemine denk gelmiş Köy Enstitüleri’ndeki sanat ve edebiyat anlayışı, tüm ülkeyi yerinden oynatacak yarım kalmış bir mucize, bir Rönesans çıkışıdır aynı zamanda. Edebiyat alanında ünlenmiş Köy Enstitülü yazarların yapıtları edebiyat kuramları ışığında daha yakından gözlendiğinde, içerdikleri farklı bir zenginliğin de farkına varılabilmektedir.
Türkçe yazında halkın konuşma dili olan Türkçe’nin kullanılmasıyla birlikte halk kültürü öğeleri üst kültürümüze, roman ve yazın dünyamıza da taşınmaya başlamıştı. Ancak, halk kültürünün değişimci, yenileştirici “grotesk” öğelerinin yazınsal alanda yaşam bulmasını asıl sağlayan Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlar olmuştur. Batı Rönesansı üzerine ayrıntılı çalışmaları olan kültürbilimci Mihail Bahtin’in, Rönesans kapısı olarak gördüğü Rabelais romanı ile Köy Enstitülü yazarların yapıtları, halk kültüründen seçip aldıkları ve kurguladıkları arasında büyük koşutluklar bulunmaktadır.
Rabelais romanının Batı Rönesansı için çığır açıcı bir yeri olduğu bilinir. Rabelais’in açtığı yoldan Cervantes’ten Goethe ve Shakespeare’e diğer Rönesansçılar geçecektir. Rabelais, ortaçağın tekil dilli söylemine karşın pagan dönemden beri süregelen, halk yığınlarının belirli şenlik günlerinde doruğa ulaşmış karnavalcı çoklu imge sistemini üstkültüre taşımış, bir tür yenidendoğuşa uğratmıştır. Rabelais romanının ana dokusunu grotesk halk kültürü oluşturur.
Avrupa Rönesansı’nın ana öğesi olan ve gülmeceye dayanan halk kültürü, insanlık kültürünün tarihsel boyutu içinde evrensel bir özellik gösterir. Halk kültürünün tüm yeryüzünde özdeş veya benzeşik özellikler gösteren niteliğini, ulusal sınırlar ve denizlerle birbirinden ayrılmış kıtalar bile bölüp parçalayamaz.
Halk kültürünün tam karşısına da ortaçağ kültürünü koyduğumuzda, Rönesans’ın insanlığa getirdikleri daha iyi anlaşılacaktır. “Hoşgörüsüz, tek yanlı bir ciddiyet havası, resmi Orta Çağ kültürünün tipik özelliğiydi. Orta Çağ ideolojisinin içerdikleri –çilecilik, kasvetli kadercilik, günah, ceza, ızdırap baskıcılığı ve sindiriciliğiyle feodal rejimin karakteri- bu öğelerin tümü, buz gibi taşlaşmış bu ciddiyet havasını belirlemiştir. Doğruyu, iyiyi temel ve anlamlı olan her şeyi ifade etmeye uygun yegâne havanın bu olduğu sanılıyordu. Bu ciddiyetin öğeleriyse korku, korkuyla karışık dinsel saygı ve alçakgönülllüktü.” (M. Bahtin, Rabelais ve Dünyası, s 101)
Halk kültürü, büyük ölçüde kozmik zaman ve sonsuz uzamı taşıyan öğelerle yüklüdür. Kimi coğrafi ve tarihsel kesitlerde, sınıfsal hegemonyalardan, yönetim biçimlerinden, iktidarlardan görece bağımsız bir varoluşla toplumsal iletişim içinde yoğunlukla öne çıkar, her türlü yasak ve tekil söylem karşısında üstünlük kazanır. Ritüellerde, bizim kültürümüzdeki seyirlik köylü oyunlarında, Karagöz’de, Hoca Nasreddin’de, halk anlatılarında en görünür biçimini alan bu tarzı Bahtin şöyle tanımlıyor:
“bağdaştırmalı, debdebeli gösteri, hiyerarşi ve ayıbın ortadan kalktığı karnavalcı yaşam, sahnesiz, katılımlı karmaşa, sıcak, karşılıklı temas, tuhaflık, uygunsuz birleşmeler, saygısızlık, karnaval kralına şaka yollu taç giydirme ve tacı alma; dünyevi otoriteyle alay edip onu küçük düşürme, kendisini yenilemeye zorlama, yüksek/alçak, genç/yaşlı, üst/alt, hamile olan ölü gibi ikicikli imgelerin kullanımı, giysilerin ters giyilmesi, başa geçirilen don ya da pantolon, şapka yerine tas, parodinin karnavalımsı doğası, her şeyi eğip büken bir aynalar sistemi..”
(M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, s 186-190.)
“Karnaval, sahneye çıkılmaksızın ve icracılarla izleyiciler arasında bir ayrım yapılmaksızın gerçekleşen bir törendir. Karnavalda herkes etkin bir katılımcıdır, karnaval edimine herkes katılır.” (M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, s 184.)
Bahtin’in Avrupa-Asya kültürleri içinde tanımını yaptığı karnavalcılık geleneği, Octavio Paz’ın Latin Amerika kültürü içinde tanımladığı Fiesta geleneği ile örtüşmektedir. “…Fiesta gerçek bir yeniden yaratılıştır. (…) Seyirci ile oyuncu yönetici ile yönetilenler arasındaki sınır kuleleri kalkar. Fiesta’ya herkes katılır ve bırakır kendini onun sarıp sarmalayan akışına. (…) Erkekler kadınlar gibi giyinir, efendiler sanki köleler, yoksullar da zenginler gibi! Askerler, rahipler ve yasalarla alay edilir. Kutsal şeyler çalınır, dinsel ayinlere küfürler savrulur.” (Octavio Paz, Yalnızlık Dolambacı, s 55-57.)
Mihail Bahtin, arkasından Cervantes’in, Shakespeare’nin, Goethe’nin geçeceği Rabelais romanı için şu değerlendirmeyi yapar.
“Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Başından sonuna kadar romanın tamamı, yazıldığı zamanın hayatının ta derinlerinden çıkıp yeşermiştir. Rabelais’in kendisi de o hayatın bir parçası, o hayata ilgi duyan bir tanıktır.” (Rabelais ve Dünyası, s 471) Bahtin’in Rabelais’e yönelik bu saptaması, Türkiye’de Köy Enstitüsü kökenli yazarlarda gözlenecektir. Enstitülü yazarların metinleri, yaşamla olağanüstü iç içe öğeler barındırırlar; aynı zamanda, kendi anlatımları ve söylemleri içinde biriciklik taşırlar.
Köy Enstitüsü çıkışlı yazarların yapıtlarında çok sesli romanın önemli elemanları sayılan, heteroglossia, diyalogcu biçem, parodi, ironi gibi dolaylı anlatım yöntemlerinin zenginliği de kolaylıkla görülebilecektir.
Köy Enstitülü edebiyatçılar Batılı kodlarla kendi toplumunu çözmeye ve değiştirmeye yönelmiş öncüler gibi görülmemelidir. Onlar bir Doğu toplumunun iletişim araçları arasından, kendi dilleri ve yaşam gelenekleri içinde var olan değişimci güçle hem kendi aynalarını kurmuş, hem bu aynadan Batı dil ve kültürüne ışık tutarak, farklı bir perspektif, prizmatik bir bakış açısı oluşturmuştur.
Köy Enstitülü yazarların öncülük ettiği, köy yaşamını konu edinmekle birlikte kentsel alana ve özellikle göçe de uzanan temaları da kullanan metinler, gülmeceye dayalı değişim ve yenileşme gücünü taşıyan özel bir nitelik barındırmaktadır. Köy Enstitüleri’nin kurucusu büyük kültür devrimcisi Baba Tonguç’un “Biz Anadolu’da korkuya karşı savaş veriyoruz” sözü hiç unutulmamalıdır.
Anadolu Rönesansı’nın ilk işaret fişeğinin İç Anadolu bozkırlarından, Mahmut Makal tarafından atılmış olması da işin ayrı bir yönüdür. Ümit Kaftancıoğlu ve Dursun Akçam, Kuzeydoğu Anadolu’nun çoksesli, çok dilli, çok inanışlı kültürler mozayiği içinde doğup büyümüşlerdir. Fakir Baykurt, Göller yöresinin göçebe gelenekli Türkmen, Yörük kültürleri içinde dünyayı tanımıştır. Makal’ın yaşadığı coğrafya ise, ocakların, şıhların dedelerin kol gezdiği İç Anadolu’nun yerleşik bozkırıdır. Makal, tek sesli teolojik kültürün örtüsünü aralayıp alttaki halk kültürünün grotesk gücüne ulaşmayı başarmıştır. 1957 yılı yayınlanmış “Memleketin Sahipleri”nde halk kültürünün tekil anlatımlı kutsal dil içine uzanmış cin, peri, ocak hikâyeleri cirit atmaktadır. İnsan ve hayvan kılığındaki cinler, periler dolaşmaktadır ortalıkta. Cinler iyilik yapıp yol da göstermektedirler (Memleketin Sahipleri, s 58). Eşek ölüsünün yattığı yeri “yatır” diye satarak geçinen hocaların hikâyesi teolojik tekil dile ve karanlığa meydan okumaktadır. Nazar değmemesi için ceplere eşek dışkısı konmaktadır (Kuru Sevda, s 57)
Bahtin’in grotesk kültürün önemli imgeleri arasında tanımladığı hayvan dışkısı, sansürsüz cinsellik kol gezmekte, kutsal kavramlara da dil uzatılmaktadır. “Gelgelelim yeğenim, ellerin derdini bıçak gibi kesen fışkı, benim derde ‘ayağını topla’ bile demedi. O da beribenzer bir fışkı olsa hiç gönlüm kalmaz. Nasıl ya, Sultan Sülman’ın hamamı gibi; tütüyor… Akşam fışkıdan çıktıktangelli yattım; sabahadan zor geldim kendime.” (Memleketin Sahipleri, s 36) “Deli Kazım, ‘ötekilerinki yağmur yağdırmadıysa, dolu da yağdırmadı. Bu kendine hayrı olmayan deyüsün muskası batırdı Gâvur Yeri’ni. Cünüp herif! Bundan sonra sana muska yazdırırsam, üçten dokuza şart olsun’ dedi…” (Memleketin Sahipleri, s 46)
Latife Tekin’in Makal’dan kırk yıl sonra kaleme aldığı ve onu tüm dünyaya tanıtan “Sevgili Arsız Ölüm”ünün Huvat’, Atiyesi, Dimrit’i, ‘Ninnisare ninnisare’li eşek hikâyeleri, Mahmut Makal’ın “Memleketin Sahipleri” arasından çıkıp gelmiş gibidir. 1950’de yayınlanmış Bizim Köy’de köylünün oyunculuğunu edebiyata taşıyan Makal’ın biçemi, 1957’de dil oyunculuğunun ustalığına gelmiştir.
Mahmut Makal’ın yapıtlarında göze çarpan diğer özellik, diğer enstitü yazarlarında da örneklerini göreceğimiz yaygın lakap kullanımıdır. Halk kültürünü içselleştirmiş olan yazar, bu dili yazınsal ortama da taşımaktadır. Makal’ın kendi anlatımıyla, yüz otuz haneli köyünde asıl adıyla anılan kişilerin sayısı onu geçmemektedir. “Asıl adıyla anılan, on kişiyi geçmez köyde. Daha çok takma adıyla anılar insanlar.” (Bizim Köy, s 72). Kumbulu, Cıkcık Sülman, Alanın oğlu, İdalı, Bildiri, Dınkırı, Karaca, Çullu, Tönbe, Fosur diye sıralanır lakaplar. Okulda kayıt için ad sorduğunda, öğrencisi “Hassik” diyecektir adına.
(Devamı Söyleşide!...)
25 yıl önce bugün karanlık güçler tarafından aramızdan alınan Uğur Mumcu’nun anısına saygıyla; (Foto: Dursun Akçam ve Uğur Mumcu)
24 Ocak 2017, Alper Akçam
Rönesans, sözcük anlamıyla yeniden buluş ya da bulgulayış anlamına gelir. Bir kültürün, bir anlık toplumsal uyanışın, geçmişte bulduğu bir altın çağ üzerinden kendini ileriye fırlattığı bir değişim ve dönüşüm anı olarak da tanımlanabilir.
Rönesans kavramını insanlık tarihi açısından geniş bir bakış açısıyla ele aldığımızda yeryüzünün birçok bölgesinde birçok zamanda oluşmuş Rönesanslar olduğunu görmek zor almayacaktır. Tarihçi Toynbee, Çin’de Song dönemindeki Rönesansı Konfüsyüsçü bir maske takmış Budist bir Rönesans olarak tanımlar, Batı’daki Hıristiyan Rönesansı’nı ise “Helenistik” bir maske takmıştır…
Anadolu tarihinde de Rönesans sayılabilecek kimi atılım ve değişimler gözlenebilir. Sözgelimi, yozlaşmış ve kastlaşmış Bizans medeniyetini yıkarak yerine tüm toprakları kullananların geçici mülkiyetine verip kamulaştıran, “Beytülmali Müslimin” kılan Osmanlı devletinin kuruluşu bir İslam Rönesansı sayılabilir. Aynı zaman dilimi içerisinde İslam uygarlığı da bir tıkanma noktasına gelmişti.
Cumhuriyet tarihinin çök özel bir dönemine denk gelmiş Köy Enstitüleri’ndeki sanat ve edebiyat anlayışı, tüm ülkeyi yerinden oynatacak yarım kalmış bir mucize, bir Rönesans çıkışıdır aynı zamanda. Edebiyat alanında ünlenmiş Köy Enstitülü yazarların yapıtları edebiyat kuramları ışığında daha yakından gözlendiğinde, içerdikleri farklı bir zenginliğin de farkına varılabilmektedir.
Türkçe yazında halkın konuşma dili olan Türkçe’nin kullanılmasıyla birlikte halk kültürü öğeleri üst kültürümüze, roman ve yazın dünyamıza da taşınmaya başlamıştı. Ancak, halk kültürünün değişimci, yenileştirici “grotesk” öğelerinin yazınsal alanda yaşam bulmasını asıl sağlayan Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlar olmuştur. Batı Rönesansı üzerine ayrıntılı çalışmaları olan kültürbilimci Mihail Bahtin’in, Rönesans kapısı olarak gördüğü Rabelais romanı ile Köy Enstitülü yazarların yapıtları, halk kültüründen seçip aldıkları ve kurguladıkları arasında büyük koşutluklar bulunmaktadır.
Rabelais romanının Batı Rönesansı için çığır açıcı bir yeri olduğu bilinir. Rabelais’in açtığı yoldan Cervantes’ten Goethe ve Shakespeare’e diğer Rönesansçılar geçecektir. Rabelais, ortaçağın tekil dilli söylemine karşın pagan dönemden beri süregelen, halk yığınlarının belirli şenlik günlerinde doruğa ulaşmış karnavalcı çoklu imge sistemini üstkültüre taşımış, bir tür yenidendoğuşa uğratmıştır. Rabelais romanının ana dokusunu grotesk halk kültürü oluşturur.
Avrupa Rönesansı’nın ana öğesi olan ve gülmeceye dayanan halk kültürü, insanlık kültürünün tarihsel boyutu içinde evrensel bir özellik gösterir. Halk kültürünün tüm yeryüzünde özdeş veya benzeşik özellikler gösteren niteliğini, ulusal sınırlar ve denizlerle birbirinden ayrılmış kıtalar bile bölüp parçalayamaz.
Halk kültürünün tam karşısına da ortaçağ kültürünü koyduğumuzda, Rönesans’ın insanlığa getirdikleri daha iyi anlaşılacaktır. “Hoşgörüsüz, tek yanlı bir ciddiyet havası, resmi Orta Çağ kültürünün tipik özelliğiydi. Orta Çağ ideolojisinin içerdikleri –çilecilik, kasvetli kadercilik, günah, ceza, ızdırap baskıcılığı ve sindiriciliğiyle feodal rejimin karakteri- bu öğelerin tümü, buz gibi taşlaşmış bu ciddiyet havasını belirlemiştir. Doğruyu, iyiyi temel ve anlamlı olan her şeyi ifade etmeye uygun yegâne havanın bu olduğu sanılıyordu. Bu ciddiyetin öğeleriyse korku, korkuyla karışık dinsel saygı ve alçakgönülllüktü.” (M. Bahtin, Rabelais ve Dünyası, s 101)
Halk kültürü, büyük ölçüde kozmik zaman ve sonsuz uzamı taşıyan öğelerle yüklüdür. Kimi coğrafi ve tarihsel kesitlerde, sınıfsal hegemonyalardan, yönetim biçimlerinden, iktidarlardan görece bağımsız bir varoluşla toplumsal iletişim içinde yoğunlukla öne çıkar, her türlü yasak ve tekil söylem karşısında üstünlük kazanır. Ritüellerde, bizim kültürümüzdeki seyirlik köylü oyunlarında, Karagöz’de, Hoca Nasreddin’de, halk anlatılarında en görünür biçimini alan bu tarzı Bahtin şöyle tanımlıyor:
“bağdaştırmalı, debdebeli gösteri, hiyerarşi ve ayıbın ortadan kalktığı karnavalcı yaşam, sahnesiz, katılımlı karmaşa, sıcak, karşılıklı temas, tuhaflık, uygunsuz birleşmeler, saygısızlık, karnaval kralına şaka yollu taç giydirme ve tacı alma; dünyevi otoriteyle alay edip onu küçük düşürme, kendisini yenilemeye zorlama, yüksek/alçak, genç/yaşlı, üst/alt, hamile olan ölü gibi ikicikli imgelerin kullanımı, giysilerin ters giyilmesi, başa geçirilen don ya da pantolon, şapka yerine tas, parodinin karnavalımsı doğası, her şeyi eğip büken bir aynalar sistemi..”
(M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, s 186-190.)
“Karnaval, sahneye çıkılmaksızın ve icracılarla izleyiciler arasında bir ayrım yapılmaksızın gerçekleşen bir törendir. Karnavalda herkes etkin bir katılımcıdır, karnaval edimine herkes katılır.” (M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, s 184.)
Bahtin’in Avrupa-Asya kültürleri içinde tanımını yaptığı karnavalcılık geleneği, Octavio Paz’ın Latin Amerika kültürü içinde tanımladığı Fiesta geleneği ile örtüşmektedir. “…Fiesta gerçek bir yeniden yaratılıştır. (…) Seyirci ile oyuncu yönetici ile yönetilenler arasındaki sınır kuleleri kalkar. Fiesta’ya herkes katılır ve bırakır kendini onun sarıp sarmalayan akışına. (…) Erkekler kadınlar gibi giyinir, efendiler sanki köleler, yoksullar da zenginler gibi! Askerler, rahipler ve yasalarla alay edilir. Kutsal şeyler çalınır, dinsel ayinlere küfürler savrulur.” (Octavio Paz, Yalnızlık Dolambacı, s 55-57.)
Mihail Bahtin, arkasından Cervantes’in, Shakespeare’nin, Goethe’nin geçeceği Rabelais romanı için şu değerlendirmeyi yapar.
“Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Başından sonuna kadar romanın tamamı, yazıldığı zamanın hayatının ta derinlerinden çıkıp yeşermiştir. Rabelais’in kendisi de o hayatın bir parçası, o hayata ilgi duyan bir tanıktır.” (Rabelais ve Dünyası, s 471) Bahtin’in Rabelais’e yönelik bu saptaması, Türkiye’de Köy Enstitüsü kökenli yazarlarda gözlenecektir. Enstitülü yazarların metinleri, yaşamla olağanüstü iç içe öğeler barındırırlar; aynı zamanda, kendi anlatımları ve söylemleri içinde biriciklik taşırlar.
Köy Enstitüsü çıkışlı yazarların yapıtlarında çok sesli romanın önemli elemanları sayılan, heteroglossia, diyalogcu biçem, parodi, ironi gibi dolaylı anlatım yöntemlerinin zenginliği de kolaylıkla görülebilecektir.
Köy Enstitülü edebiyatçılar Batılı kodlarla kendi toplumunu çözmeye ve değiştirmeye yönelmiş öncüler gibi görülmemelidir. Onlar bir Doğu toplumunun iletişim araçları arasından, kendi dilleri ve yaşam gelenekleri içinde var olan değişimci güçle hem kendi aynalarını kurmuş, hem bu aynadan Batı dil ve kültürüne ışık tutarak, farklı bir perspektif, prizmatik bir bakış açısı oluşturmuştur.
Köy Enstitülü yazarların öncülük ettiği, köy yaşamını konu edinmekle birlikte kentsel alana ve özellikle göçe de uzanan temaları da kullanan metinler, gülmeceye dayalı değişim ve yenileşme gücünü taşıyan özel bir nitelik barındırmaktadır. Köy Enstitüleri’nin kurucusu büyük kültür devrimcisi Baba Tonguç’un “Biz Anadolu’da korkuya karşı savaş veriyoruz” sözü hiç unutulmamalıdır.
Anadolu Rönesansı’nın ilk işaret fişeğinin İç Anadolu bozkırlarından, Mahmut Makal tarafından atılmış olması da işin ayrı bir yönüdür. Ümit Kaftancıoğlu ve Dursun Akçam, Kuzeydoğu Anadolu’nun çoksesli, çok dilli, çok inanışlı kültürler mozayiği içinde doğup büyümüşlerdir. Fakir Baykurt, Göller yöresinin göçebe gelenekli Türkmen, Yörük kültürleri içinde dünyayı tanımıştır. Makal’ın yaşadığı coğrafya ise, ocakların, şıhların dedelerin kol gezdiği İç Anadolu’nun yerleşik bozkırıdır. Makal, tek sesli teolojik kültürün örtüsünü aralayıp alttaki halk kültürünün grotesk gücüne ulaşmayı başarmıştır. 1957 yılı yayınlanmış “Memleketin Sahipleri”nde halk kültürünün tekil anlatımlı kutsal dil içine uzanmış cin, peri, ocak hikâyeleri cirit atmaktadır. İnsan ve hayvan kılığındaki cinler, periler dolaşmaktadır ortalıkta. Cinler iyilik yapıp yol da göstermektedirler (Memleketin Sahipleri, s 58). Eşek ölüsünün yattığı yeri “yatır” diye satarak geçinen hocaların hikâyesi teolojik tekil dile ve karanlığa meydan okumaktadır. Nazar değmemesi için ceplere eşek dışkısı konmaktadır (Kuru Sevda, s 57)
Bahtin’in grotesk kültürün önemli imgeleri arasında tanımladığı hayvan dışkısı, sansürsüz cinsellik kol gezmekte, kutsal kavramlara da dil uzatılmaktadır. “Gelgelelim yeğenim, ellerin derdini bıçak gibi kesen fışkı, benim derde ‘ayağını topla’ bile demedi. O da beribenzer bir fışkı olsa hiç gönlüm kalmaz. Nasıl ya, Sultan Sülman’ın hamamı gibi; tütüyor… Akşam fışkıdan çıktıktangelli yattım; sabahadan zor geldim kendime.” (Memleketin Sahipleri, s 36) “Deli Kazım, ‘ötekilerinki yağmur yağdırmadıysa, dolu da yağdırmadı. Bu kendine hayrı olmayan deyüsün muskası batırdı Gâvur Yeri’ni. Cünüp herif! Bundan sonra sana muska yazdırırsam, üçten dokuza şart olsun’ dedi…” (Memleketin Sahipleri, s 46)
Latife Tekin’in Makal’dan kırk yıl sonra kaleme aldığı ve onu tüm dünyaya tanıtan “Sevgili Arsız Ölüm”ünün Huvat’, Atiyesi, Dimrit’i, ‘Ninnisare ninnisare’li eşek hikâyeleri, Mahmut Makal’ın “Memleketin Sahipleri” arasından çıkıp gelmiş gibidir. 1950’de yayınlanmış Bizim Köy’de köylünün oyunculuğunu edebiyata taşıyan Makal’ın biçemi, 1957’de dil oyunculuğunun ustalığına gelmiştir.
Mahmut Makal’ın yapıtlarında göze çarpan diğer özellik, diğer enstitü yazarlarında da örneklerini göreceğimiz yaygın lakap kullanımıdır. Halk kültürünü içselleştirmiş olan yazar, bu dili yazınsal ortama da taşımaktadır. Makal’ın kendi anlatımıyla, yüz otuz haneli köyünde asıl adıyla anılan kişilerin sayısı onu geçmemektedir. “Asıl adıyla anılan, on kişiyi geçmez köyde. Daha çok takma adıyla anılar insanlar.” (Bizim Köy, s 72). Kumbulu, Cıkcık Sülman, Alanın oğlu, İdalı, Bildiri, Dınkırı, Karaca, Çullu, Tönbe, Fosur diye sıralanır lakaplar. Okulda kayıt için ad sorduğunda, öğrencisi “Hassik” diyecektir adına.
(Devamı Söyleşide!...)
25 yıl önce bugün karanlık güçler tarafından aramızdan alınan Uğur Mumcu’nun anısına saygıyla; (Foto: Dursun Akçam ve Uğur Mumcu)
24 Ocak 2017, Alper Akçam