28 Ocak 2016 Perşembe

Mustafa Suphi Ve 15 ler


Birer devrimci gibi ölen 15 lerin isimleri:

* Samsun Hançerli mahallesinden Mustafa Suphi
* Üsküdar Ahmet Çelebi mahallesinden Ethem Nejat ( İzmir Maarif Sadr-ı Sabıkı )
* Erzincanlı Aşçıoğlu Bahaeddin ( Muallim )
* Uşak'ın Hacı Hüseyin Mahallesinden Kasım Hulusi
* Sürmene'nin Asu Kariyesinden Kıralioğlu Maksut
* Cihangirli Hilmioğlu İsmail Hakkı (Doktor)
* Van Ercişten Ahmetoğlu Hayrettin (Nefer)
* Bandırma Manyas Nahiyesinden Hakkı Bin Ahmet Ali (Topçu Yüzbaşı)
* İstanbullu Emin Şefik (Mühendis)
* Kadıköylü Tevfik Bin Ahmet (Tayyare Yüzbaşısı)
* Manisalı Kazım Bin Ali (İhtiyat Zabiti)
* Erzincan'ın Akdağ Kariyesinden Hatipoğlu Mehmet
* İzmir Tilkilikten Hacı Nustafaoğlu Mehmet
* Kandıralı Cemil Nazmi Bin İbrahim
* Maria (Meryem) ( Mustafa Suphi'nin eşi)

"ONBEŞLER İÇİN
Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz,
Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz,
Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını.
Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa,
Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa,
Anıyoruz göğsümüzün son sayhasını.
Eski cihan, yeni cihan önünde eğil!
Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil,
Her ne yapsan varacağız emelimize!
Karadeniz... bunu bilsin derinliklerin:
O ateşli göğüsleri delen hançerin
Kabzasını alacağız biz elimize!

Batum 1922
Nâzım Hikmet-Vâlâ Nurettin
["28-29 Kânûn-ı sâni 1921", Moskova, 1923, s. 22)"
(Nâzım Hikmet, Şiirler 8, sayfa 120)




Tarihte bugün, 28 Kanunisani..
AFFET BİZİ MARİA..
Genç ve güzel bir kadındı..
Sarışın ve mavi gözlü..
Odessalı bir Rus'tu..
Sevgi dolu yüreği ve idealist beyniyle bir gece yarısı kendisini Karadeniz'in ortasında buldu..
Kapkara bir geceydi..
Katran karası bir gece..
Bir teknede kocası ve kocasının 13 arkadaşıyla birlikteydi.
Trabzon'dan Batum'a gidiyorlardı..
Azgın dalgalar tekneyi beşik gibi sallıyordu..
Zifiri karanlıkta bir başka tekne önlerini kesti..
Gelenler karabasan gibiydi..
Eşkiyaydılar..
Kalabalık ve silahlıydılar..
Gözünün önünde kocasını ve kocasının 13 arkadaşını bıçakladılar..
Mezbahanede koyun keser gibi, kestiler..
Sonra ayaklarına taş bağlayıp, Karadeniz'in karanlık sularına attılar..
Tek canlı kalan kendisiydi..
Belki de daha sonra neden ölmedim diye pişmanlık duyacak olan..
Karaya indiğinde kocasını kesen adamın kapatması oldu..
Aylarca dayak yedi, tecavüze uğradı..
Sonra zenginlere ve çetelere satıldı..
Gece alemlerinde kentin ileri gelenlerine para karşilığı verildi..
Yıllarca tecavüz edildikten sonra beş kuruşsuz sokağa bırakıldı..
Sonunda aç, yoksul sokakta delirdi ve öldü..
Bu trajedinin adı Maria idi..
İsmi Türkiye Cumhuriyeti'nin istihbarat kayıtlarına "Meryem" olarak geçti..
*. *. *
Tarih 22 Kanunisani 1921 idi.
Günümüz Türkçesi ile 22 Ocak 1921..
Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi'nde konuşuyordu..
"İşte bu serseriler, Türkiye Bolşevik Fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova'daki prensip sahiplerine yaranmak için birtakım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır."
Aradan 6 gün geçmişti..
Tarih 28 Kanunisani 1921 idi..
28 Ocak yani..
95 yıl önce bugün..
Türkiye Bolşevik Fırkası Başkanı gazeteci Mustafa Suphi, eşi Maria ve 13 yoldaşı Ankara'da Mustafa Kemal ile görüşmek için Bakü'den yola çıkmıştı..
Erzurum'da tren istasyonunda jandarma yollarını çevirdi..
Halk sanki onları bekliyormuş gibi toplanmıştı...
Oysa Türkiye'ye geleceklerini Ankara'dan başka bilen yoktu..
Büyük bir protesto ile karşılaştılar..
Yuhalamalar, tükürükler, tekmelerle Erzurum'a sokulmadılar..
Trabzon'a yönlendirildiler..
Trabzon o yıllarda ittihatçi örgütlenmenin kalesiydi..
Çetelerin en yoğun, en güçlü olduğu yerdi..
..Ve Trabzon İskeleler Kâhyası Yahya Reis, çete örgütlenmesinin lideriydi..
Yahya Kahya, Samsun'dan Trabzon'a bölgenin tek hâkimiydi..
O kadar zengindiki, Trabzon'daki iki otomobilden biri onundu..
Özellikle 1915 olaylarından sonra zenginleşmişti..
Ayrıca Muhafız Kıtası Komutanı Topal Osman'ın da adamıydı..
Devletle samimi, iyi ilişkiler içindeydi..
Türkiye Bolşevik Fırkası Başkanı Mustafa Suphi ve arkadaşları Trabzon'a vardığında Maçka'dan Değirmendere mevkiine yönlendirildiler..
Kendilerine Ankara hükümetinin görüşmek istemediği ve bir taka ile Batum'a gönderilecekleri söylendi..
Heyet Degirmendere'ye vardığında büyük bir protesto ile karşılaştı..
Halk tıpkı Erzurum'daki gibi toplanmış, onları bekliyordu..
Üstelik sağanak altında..
Yahya Kaptan, adamlarıyla birlikte Değirmendere'deydi..
Protestoları yönetiyordu..
*. *. *
Mustafa Suphi ve arkadaşları sahile vardığında halk galeyana geldi.
Heyet saatler süren tepkiler ve linç girişimlerinden sonra kendilerine ayrılan tekneye zar zor ulaştı..
Tekme tokat dayak yemişler ve üstlerinde ne var, ne yok alınmıştı..
Paraları da çalınmıştı..
28 Ocak'ı 29 Ocak'a bağlayan gece Batum'a doğru yola çıktılar..
Onlardan hemen sonra Yahya Kahya ve silahlı adamları daha iyi bir tekneyle peşlerine takıldı..
Mustafa Suphi ve heyeti taşıyan tekne daha iki mil uzaklaşmadan Yahya Kahya'nın teknesi onlara yetişti..
Sonrası bir dramdı..
Bir vahşet..
Nazım Hikmet şöyle anlattı sonrasını..
"Burjuva kemal’in omuzuna binmiş
kemal kumandanın kordonuna
kumandan kahyanın cebine inmiş
kahya adamlarının donuna
uluyorlar.,
Hav… hav… hak… tü..
Yoldaş unutma bunu,
burjuvazi
ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırır:
– hav…hav…hak…tü
– gördün mü ikinci motörü?
– içinde kim var?
– arkalarından gidiyorlar.
– ikinci motör birinciye yetişti
– bordoları bitişti
– motörler sarsılıyor
– dalgalar sallıyor, sallıyor dalgalar.
– hayır
iki motörde iki sınıf çarpışıyor
- biz onlar!
– biz silahsız onlar kamalı
– tırnaklanmız
– kavga son nefese kadar
– kavga
– dişlerimiz ellerini kemiriyor
kamanın ucu giriyor
– girdi…
– yoldaşlar, ey!
artık lüzum yok fazla söze:
bakın göz göze
– karadeniz
on beş kere açtı göğsünü,
on beş kere örtüldü.
onbeşlerin hepsi
bir komünist gibi öldü."
*. *. *
Yahya Kahya ve adamları Mustafa Suphi ve 13 arkadaşını öldürmüş, Trabzon'a dönmüştü..
Yanlarında Mustafa Suphi'nin eşi Maria da vardı..
Yahya Kaptan, Maria'yı evine kapatıp aylarca tecavüz etti..
Ardından dönemin zenginlerinden Nemlizade Ragıp Bey'e sattı..
Ragıp bey ölünce tekrar alıp Rizeli çetelere "hediye" etti.
Maria yıllar sonra beş kuruşsuz sokağa atıldı..
Sonunda delirdi ve açlıktan öldü..
Trabzon'da kimsesizler mezarlığına gömüldü..
*. *. *
Günler sonra Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katliamı Ankara'yı sarstı..
Trabzon milletvekili gazeteci Ali Şükrü Bey katliamı meclise taşıdı..
Şükrü Bey Mustafa Suphiler'i öldürenin Yahya Kahya olduğu izine ulaşmıştı..
Görgü tanıkları vardı..
Mecliste sürekli sorular soruyor, iktidarı zorluyordu..
Ancak tam da o günlerde Yahya Kahya faili meçhul bir cinayete kurban gitti..
Tartışmalar daha da yoğunlaşırken bu kez olayı sorgulayan milletvekili Ali Şükrü Bey Ankara'nın göbeğinde Topal Osman tarafından öldürüldü..
Muhalefet ayağa kalktı..
Devlet zorunlu olarak Topal Osman'ın peşine düştü..
Sonunda Topal Osman da askerle girdiği çatışmada öldürüldü..
Böylece Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının dosyası tamamen kapandı..
Bu olay Cumhuriyet tarihimizin ilk faili meçhul cinayetiydi..
Katliamdan iki yıl sonra 1923'te tamamen üstü kapatıldı..
*. *. *
Nazım Hikmet şu mısralarla anlattı bu kara olayı..
"Tarih
sınıfların
mücadelesidir..
1921
kanunisani 28
karadeniz
burjuvazi
biz
on beş kasap çengelinde sallanan
on beş kesik baş
yoldaş
bunların sen
isimlerini aklında tutma
fakat
28 kanunisaniyi unutma!"
(Sedat Kaya)
28/01/2016


20 Ocak 2016 Çarşamba

LENİN


Kitapları yakıldı..
Kitaplarını okuyan hapise atıldı..
Fikirlerini savunanın hayatı karartıldı.
Onu sevenler işkence gördü, sürüldü, hatta asıldı..
Oysa o şöyle demişti..
“Mustafa Kemal sosyalist değildir. Fakat, görülüyor ki; iyi bir örgütçü,yüksek anlayışlı bir önder..Milli burjuva ihtilalini yönetiyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı.. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Bu nedenle Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor.”
Yıl 1920 idi..
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Lideri Vladimir İliç Lenin'in Türkiye'deki milli mücadele ile ilgili görüşleri bunlardı..
"Emperyalizme karşı savaşta Türk halkına yardım etmeliyiz" demişti..
Dediğini yaptı..
Kısa sürede karşılıksız yardımlar başladı..
10 milyon altın ruble..
40 bin tüfek..
50 bin sandık mermi..
66 top..
150 bin top mermisi..
Ve milyonlarca silah yedek parçası..
Bu, Kurtuluş Savaşı boyunca alınan toplam dış yardımın % 83'üne eşitti..
Türk ordusu, Lenin'in gönderdiği bu silahlarla bir çok cephede düşmana üstünlük sağladı ve savaşı kazandı..
*. *. *
Bugün Taksim meydanındaki cumhuriyet anıtı bu yardımlara bir vefa olarak dikildi..
Heykelde Atatürk ve İnönü'nün arkasında Kızılordu komutanı Mareşal Mihail Vasilyeviç Frunze ile Sovyet Genel Kurmay Başkanı Mareşal Kliment Yefromoviç Voroşilov bu nedenle durmakta...
Atatürk bu iki komünist generalin Taksim Anıtı’nda olmasını özellikle istemişti. Talimatı kendisi vermişti.
Çünkü Mareşal Frunze, Lenin’in özel talimatıyla, olağanüstü elçi sıfatıyla 1921’de Ankara’ya gelmişti ve yanında 1.1 milyon altın ruble getirmişti. Millet Meclisinde konuşma yapmış, Sakarya Cephesini gezmiş ve önerilerde bulunmuştu.
Mareşal Voroşilov ise askeri bilgisiyle Türkiye'nin Kurtuluş Savaşına katkıda bulunmuştu.
Bugün Lenin'in ölüm yıldönümü..
Kitaplarıyla ilgili yasak daha iki yıl önce kalktı..
Ama kendisi ve fikirleri bu topraklarda hala lanetli..
Fikirlerini savunanlar hala vatan haini(!)
Cahillik ve nankörlük babadan oğula geçen genetik bir miras olmamalı..
(Sedat Kaya)
----------------
https://sedatinadresi.wordpress.com/…/lanetlenmis-bir-insa…/

Doğan Özgüden - Koç Holding üzerine bir sosyalist gazetecinin anıları

...Kemalizm'in ve Türk Ordusu'nun "ilerici" olduğuna dair Komintern'in dayattığı tezler, solun tüm kesimleri gibi bizleri de uzun süre etkilemişti. Siyasal iktidarla ve Pentagon'la sıkı ilişkiler içinde olan, onların bir dediğini iki etmeyen komuta kademelerine sürekli en sert eleştirileri getiriyorduk. Bu yüzden genelkurmay başkanı Tural tarafından "vatana ihanet" suçlamasıyla askeri mahkemelere sevkedilmiştim. Ama çoğu halk çocukları arasından çıkmış alt kademedeki subaylara bir türlü aynı gözle bakamıyor, bir kriz anında onların da işçi sınıfıyla, devrimci güçlerle birlikte saf tutacağını umuyorduk.
Ama 27 Mayıs Darbesi'nden sonra kurulan OYAK tuzağı, alt kademe subaylar da, assubaylar da dahil, ordunun tüm personelini giderek halk kitlelerinden uzaklaştırıyor, hakim sınıfların cephesine sürüklüyordu.
Bu tuzağı açığa vurup ordunun "devrimci" güç olduğu yanılgısına artık son vermek gerekiyordu.
5 Ağustos 1969 tarihli Ant'ta ilk çıkışı yaptık.
"Subay Holdingi'ne Doğru" titrini taşıyan kapakta OYAK'ın tüm şirketlerinin ve yabancı sermayeli ortaklarının amblemleri yeralıyordu, orta iki sayfayı kaplayan incelemenin başlığı ise "Ordu kapitalistliğe itiliyor" idi.
Bunu 26 Ağustos 1969 tarihli sayımızda Türkiye'nin en büyük kapitalisti ve yabancı sermaye işbirlikçisi Vehbi Koç'un bu büyük servetini nasıl yaptığını ortaya koyan ve Türkiye'deki tüm iştiraklerini sergileyen bir başka incelememiz izledi. "1 Numaralı Komprador Vehbi Koç" kapaklı sayıda, Koç'la ilişkili olarak, ABD emperyalizmine Türkiye'nin kapılarını açanın CHP iktidarı olduğunu belgeleyen bir yazı dizisini de başlattık.

(...)
Ant'ın 18 Kasım 1969 tarihli sayısını ağırlıklı olarak "Holdingler Savaşı"'na ayırmış, bu bağlamda Koç Imparatorluğu'yla ilgili bir de dosya hazırlamıştık.
Bu sayının yayınlanmasından sonra ilginç bir tepkiyle karşılaştık. Koç Holding'in dış ilişkiler sorumlusu Alaaddin Asna telefon ederek bizimle görüşmek istediğini bildirdi. Alaaddin eski ve başarılı bir gazeteciydi. 
Koç Holding'i konu alan yayınımızı ilgiyle izlediklerini, yazı hazırlanırken kendilerinden daha geniş bilgi istenseydi bunu vermeye hazır olduklarını söyledi, ama lehte ya da aleyhte herhangi bir yorum yapmadı. Birkaç hafta sonra tekrar randevu istedi, Koç Holding olarak tüm büyük gazete ve dergiler gibi, Ant'a da tam sayfa ilan vermek istediklerini söyledi, yayınlayıp yayınlayamayacağımızı sordu. Önerdiği reklam ücreti sayı başına nerdeyse bizim tüm dizgi ve baskı masraflarımızı karşılayabilirdi.
- Alaaddin, dedim, bizi düşündüğünüz için teşekkür ederiz. Ama sen de deneyli bir gazetecisin. Ant'ı da izliyorsunuz. Solcu kitap ilanlarını saymazsan, bizim dergimizde Aspirin reklamı dışında şimdiye kadar pek ticari reklam yayınlanmadı. Hele hele Koç Holding gibi büyük bir sermaye grubunun ilanını yayınlamaya hiç de niyetimiz yok. Ne zaman gerekirse holdingler konusunda açıklamalar yapmaya ve eleştiri yöneltmeye devam edeceğimizi lütfen Vehbi Bey'e ilet...
Alaaddin'in yanıtı dürüst ve netti:
- Yanıtınızın bu olacağını biliyordum, ama görevim gereği öneriyi iletmek zorundaydım. Mücadelenizde başarılar diliyorum...
(...)
Haftalık son sayının hazırlığı 1 Mayıs 1970'te yayınlanacak olan aylık Ant'ın hazırlığıyla aynı günlere denk geliyordu. Bu sayıda Lenin'in 100. doğum yıldönümüne ağırlık verdik, kitap olarak da yine Lenin'in Doğu'da Ulusal Kurtuluş Hareketleri'ni yayınladık.
Matbaadaki çalışmaların uzamasından dolayı, ellerimizdeki mürekkep lekelerini bile doğru dürüst temizleyip elbise değiştirme olanağı dahi bulamadan Sovyet Konsolosluğu'na resepsiyonun başlamasından epey sonra ulaşabildik. 
Salonun giriş kapısının tam karşısındaki duvarın dibine yüzlerce çelenk ve buket yığılmıştı. Ama bu çiçek yığının ortasında tamamen kızıl güllerden yapılmış devasa bir çelenk yükseliyordu. Merakla biraz yaklaşıp da çelengin üzerindeki yazıyı okuyunca hepimiz donup kaldık. Dünyanın ilk komünist devletinin kurucusunun doğumgünü kutlamasına bu kızıl çelengi gönderen Türkiye'nin bir numaralı kapitalisti Vehbi Koç'tu.
Sovyet Büyükelçisi ve eşi gecikerek gelenleri ağırlayabilmek için henüz ana salona geçmemişti. Protokol şefi bizi Ant yöneticileri olarak tanıştırdığında büyükelçi özel ilgi gösterdi. Henüz "real politik"in ne olduğunu pek bilmediğimizden, bir iki nezaket konuşmasından sonra, herhalde biraz da ironik bir ifadeyle sordum:
- Herşey iyi hoş da, Vehbi Koç'un, hem de böylesine bir çelenkle bu gecede işi ne? 
Büyükelçi bir kahkaha attı:
- Lenin olmasaydı, onun kurduğu Sovyetler Birliği yeni Türk Devleti'ne destek vermiş olmasaydı, Vehbi Koç bugünkü Vehbi Koç olabilir miydi?
Haklıydı. Aylardır Koç hakkında yayınladığımız incelemelerden dolayı bu gerçeği bizden daha iyi kimse bilemezdi.
Salonun büyük resepsiyon bölümüne geçtiğimizde ikinci bir şokla karşılaştık. Çoğunluğu işadamlarından ve diplomatlardan oluşan davetlilerin büyük bölümü bol havyarlı büfenin başına üşüşmüş tabaklarını doldurmak için yarışırken, başta Aziz Nesin olmak üzere bir grup sol yazar ve sanatçı bir kenarda kalmış kendi aralarında sohbet ediyordu.
Bizi görünce takıldılar:
- Geç kaldık diye tasalanma. Biz zamanında geldik ama, bu kapitalist duvarını yarıp büfeye ulaşmak mümkün değil.
Büyükelçinin Vehbi Koç'la ilgili espirisini naklettim. Aziz Nesin bastı kahkahayı:
- Adam haklı... Şu et duvarını yarıp yaklaşabilsek herhalde büfenin en başında da yine bu koçbaşı vardır. 
(Doğan Özgüden, "Vatansız" Gazeteci, Cilt I, Sürgün Öncesi, Belge Yayınları, İstanbul, Aralık 2010)

15 Ocak 2016 Cuma

ROSA LUXEMBURG



 Rosa Luxemburg kuşları çok seviyor, kuşların özgürlüğüne hayran! Rosa kim mi? Rosa Luxemburg, (1871 -1919), Yahudi bir ailenin çocuğu. Polonya doğumlu Alman Marksist politika teorisyeni, filozof ve devrimci. Onun hayat hikâyesini kısaca böyle…
Rosa Luxemburg 1889'da Zürih Üniversitesi'nde felsefe, tarih, politika, hukuk, ekonomi ve matematik öğrenimi gördü. “Polonya’nın Endrüstriel Gelişmesi” konulu teziyle doktorasını tamamladı. Akademisyen yani! Pek çok kızgınlar korosuna uygun değil!
Evlendi, Berlin'e taşındı. SPD'nin (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) aktif bir üyesi oldu. Doçent olarak SPD'nin eğitim merkezlerinde Ekonomi ve Marksizm dersleri verdi. Görüşlerinden dolayı sürekli hapishaneye girdi, mektuplar, kitaplar yazı.
1904’de Majestelerine hakaretten üç ay hapis istemiyle Zwickau’da yargılandı, hapse girdi. 1906’da Jena’daki konuşmasında “şiddete teşvikten” iki ay hapis cezası aldı ve Berlin Kadınlar Hapishanesinde kaldı. “Uluslararası Durum ve Savaşa Karşı Birlikte Hareket” konusuyla toplanan Sosyalistler Kurultay’ına katıldı ve Ekim 1913’te savaş tehlikesine karşı uyarı yaptığı gerekçesiyle Frankfurt’ta bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1914’de Freiburg’da askerlere yapılan eziyetlerle ilgili konuşma yaptı ve orduya hakaretten yargılanmaya başladı. “Vorwarst” gazetesinde“Askerlere eziyetin tanıkları ortaya çıkın” çağrıları yapılınca eziyete tanık olmuş binlerce asker Savcılığa başvurdu. Bu nedenle Roza’nın yargılandığı dava başka güne ertelendi ama mahkeme bir daha hiç yapılmadı. Bu arada Frankfurt’taki davasının cezası kesinleşti. 28 Şubat 1915’te bir yıllık cezasını çekmek üzere tutuklandı ve 18 Şubat 1916’da hapisten çıktı.
Karl Liebknecht ile beraber Internationale grubunu kurdu. Franz Mehring ile birlikte çıkardıkları “Die İnternationale” yasaklandı ve “Vatana İhaneti Denemek” suçundan dolayı hakkında soruşturma açıldı. “Savaşın Amaçları ve Savaş Bütçesinin Onaylanması” hakkındaki konuşması yüzünden 10 Temmuz’da Genelkurmay emri ile gözaltına alındı ve altı hafta hapis cezası verildi ve karar kesinleşti. 8 Kasım 1918’de hapisten çıktı. Hapishaneden dışarıya düzenli bir biçimde “Spartakus Mektupları”nı yazdı. 29-30 Aralık 1918’de Karl Liebknecht ile birlikte Alman Komünist Parti'sini kurdu. 15 Ocak 1919 akşamı ikisi de tutuklandı. Eden otelinde dövüldüler, kurşunlandılar. Rosa’nın ölüsünü Landrewer kanalına attılar. 13 Haziran 1919’da Karl Liebknecht’in yanına Friedrichsgelde gömütlüğüne gömüldü.
Bu bilgelerin yer aldığı “Hapishane Mektupları” kitabını çevirenler “Rosa Luxemburg için Gömüt Yazıtı” yazan B.Brecht’in dizelerine de yer vermişler:“Burada yatıyor gömülü / Rosa Luxemburg/ Polanyalı bir Yahudi / Öncü savaşçısı / Alman İşçisinin / Buyruğuyla Alman ezenlerin / Öldürüldü. Ezilenler / Gömün bölünmüşlüğünüzü”
Rosa, hapishaneden yazdığı “Kasım ortası 1917” tarihli bir mektubunun bir yerinde “insan yaşamı” ve “kuşlar” üzerine şunları yazmış…
“İnsan toplumda yaşananları sanki özel yaşamında yaşanıyormuş gibi algılamalı, soğukkanlı, hoşgörülü ve ılık bir gülümsemeyle. Savaştan sonra ya da savaşın bitiminde, buna sıkıca inanıyorum ki, sonuçta her şey doğrudan yana dönecek, ama görünen o ki, biz önce insanca en azgın acılar taşıyan bir dönemden geçmek zorundayız. (…) bunun yanında, son sözcüklerim bende başka bir düşünceyi uyardı, bir gerçeği, bunu sizinle paylaşmak istiyorum, çünkü bu gerçek bana öyle şiirsel, öyle dokunaklı görünür ki. Son günlerde kuş göçü üstüne bilimsel bir yapıt okudum, bu günümüze dek oldukça gizemli bir görünümündedir, bu göç sırasında çeşitli türlerin ki bu türler başka zaman birbirleriyle ölümüne savaşırlar ve birbirlerini yerler, barış içinde yan yana deniz aşırı güneye, bu büyük yolculuğu nasıl yaptıkları gözlendi; büyük kuş sürüleri kış için Mısır’a geliyorlar, yükseklerde bulutlar gibi göğü karatıp, sesler çıkarırlar ve bu kuş sürülerinin arasında yırtıcı kuşlar, atmacalar, kartallar, doğanlar, baykuşlar, ötücü kuşlardan tarla kuşu, tepeli çalı kuşları, bülbüller gibi binlercesi hiçbir korku taşımadan, başka zaman kendilerine tuzak kuran, yırtıcı kuşların arasında bir arada uçarlar. Yolculukta geçici de olsa sessizce ateşkesi başardıkları görülüyor ve türlerine, bölgesel özelliklerine göre ayrımlanmak için bitkinlikten yarı ölmüş olarak Nil’in toprağına düşerler. Evet, dahası bu yolculukta “Büyük gölün üstünden” geçilirken büyük kuşlar, daha küçük kuşları sırtlarında taşıdıkları gözlenmiştir. Turna sürülerinin sırtlarında göç eden minicik kuşların coşkulu ötüşleriyle geçip gittikleri görünmüştür! Büyüleyici değil mi?” (Rosa Luxemburg, Hapishane Mektupları. Boyut Yayınevi. Çeviri Anna-Murat Çelikel. Ekim 1986)  

NAZIM HİKMET -NECİP FAZIL

Nazım Hikmet'ten Necip Fazıl'a;
"CEBİN PARA PARA DOLACAK DİYE
RUHUN PARE PARE OLMASIN.."
Edebiyatımızın iki güçlü kalemidir; Nazım Hikmet ile Necip Fazıl Kısakürek..
Ayrı cephelerde iki dava adamı..
İki dost ama fikirleri düşman..
1936 yılıdır..
Devletin gözünde Nazım kötü çocuktur..
Sürekli yargılanır, işsiz kalır..
Necip Fazıl Kısakürek ise cici çocuk..
Necip Fazıl o yıllarda bilinenin aksine iktidar yanlısıdır..
Tek parti hükümeti CHP'nin yanındadır..
Örneğin Kubilay'ın ölüm yıldönümünde Hakimiye Milliye Gazetesindeki şu satırlar arşivlerdedir.
"Eğer inkılâbı zayıf tutarsan, eğer inkılâbın yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin... Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutacaksın; bu kadar...”
Necip Fazıl o yıllarda "Ağaç" isimli bir edebiyat dergisi çıkarır..
Celal Bayar ile görüşüp "Memleketin böyle bir dergiye ihtiyacını var..Eğer emrinizdeki bankalar İş Bankası ve Sümerbank'tan bana bir senelik peşin ilan karşılığı muayyen bir para verirlerse mesele kalmaz" der..
Bayar'ı ikna edip 1.600 lira almayı başarır..
O yıllarda bir milletvekilinin maaşı 200 liradır..
*. *. *
Dergi yayın hayatına başlar başlamaz iktidara övgüler yağdırır..
Bunun üzerine Nazım Hikmet bir mektup kaleme alır..
Şöyle yazar dostuna..
"Sevgili Necip,
İsmin temiz demek, necîb temiz demektir, benden iyi bilirsin..
Necip'i necis yapma...
Sen en cihanşumül eserlerini beş parasız Paris sokaklarında dolanırken vermiş bir şairsin, cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın...
Bilirim kalemin kıvraktır lisanın çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kağıda, bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın Çin Seddi'ni, o lisan-i mücerret dilinle..
Babali yokuşunun yollarını yalaman beni kahrediyor Necip.
Sevgili Necip, inandığın Allah'ın aşkına, o kudretli kalemini iktidara payanda yapacağım diye cami direğine çevirme, o kudretli kelimelerini üç kurusa parselleme üç tanesi üç kuruş etmeyecek ciğersizlere...
Sevgili necip, elinde sur-u israfil var, onu borazana çevirme...
Eski dostun Nazım."
*. *. *
Necip Fazıl Kısakürek 11 Nisan 1936 tarihinde cevap verir.
Mektubun başlığı "Nazım Hikmet'e Son Hitap"tır..
Şöyle yazar..
"Nazım Hikmet!..
Nafile çabalıyorsun..
Sana kızmıyorum. Kızmıyacağım.
Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.
Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. Merhamet ediyorum.
Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başıyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır. Sen mazursun.
Çünkü iflâs nedir, onu bütün hacmiyle idrak ettin.
O kadar yalnızsın ki, etrafında bir sürü (namı müstear) dan başka kimse yok. O kadar konuşulmuyorsun ki, isminden ancak kendi (namı müstear) ların bahsediyor. Eskiden herkesin dilinde bir problem gibi gezinmeyi tercih eder ve bir dedikoduya, bir ankete doğrudan doğruya iştirak etmeyi Greta Garbo esrarına aykırı bulurdun. Şimdi bir yerde anket oldu mu, kıymeti ve seviyesi nedir, hiç düşünmeden, kapısı önünde aç biilâç bekleşen yedi sekiz kişinin başına en evvel sen geçiyorsun ve sıranı kaybetmemek için kimbilir nelere baş vuruyorsun? Fıkraların baş sahifelerden moda sahifelerine atılıyor, gene yazıyorsun. Hatırlanmak şartı ile ne hakaretlere razı değilsin? Tükürüğü bile uzun zaman gıda edindin. Şimdi o da yok. Bir zamanlar, şiirlerinde (kıllı ve kalın) olduğunu ilân ettiğin sarışın ve pembe ensenden, şunun bunun tokat izleri bile uçmuş. Zaman seni değil, yüz karalarını bile ***ürmüş. Ne hazin bir manzaran var. Akşamları, beyoğlu sokaklarında, yüzlerinde kalın bir duvak, ayaklarında bir çift siyah bot, ellerinde köpek başlı bir şemsiye, ağır ağır geçen sabık Rum aşüfteleri bile senin kadar merhamete şayan değildir. Artık nefret vermiyorsun. Zamanın hainliği önünde insanları tefekkür ve merhamete çağırıyorsun.
Bundan bir kaç ay evvel Bâbıâlide, Ştaynburg lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı:
Ben – Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?
Sen – Ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. Başka ne yapabilirim?
Ben – Kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun?
Sen – Potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten menederler.
Kendisini bu kadar saçma bir mazeretle teselli ediveren, hakikatte tesellisi olmıyan seninle görüyorsun ki ben hiç bir gün kavga etmedim. Sana selâm verdim. Sana acıdım. Bu kadar düşmene -acısını ben duyuyormuşum gibi- razı olmadım.
Şimdi bana -tam da senden bekliyebileceğim bir tarzda- çatıyorsun. Devlet günlerinde seni rakip diye almaya tenezzül etmeyen adam, bu perişan halinde sana nasıl tenezzül eder? Artık sen benim gözümde hiç bir şeyi temsil etmiyorsun. Ne hokkabaz şiirini, ne işporta komünizmanı, ne hile ustalığını, ne 24 saatlık reklâm açık gözlülüğünü… Senin nene mukabele edeyim?
Aynı ideoloji içinde vaktiyle sarmaş dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat âdiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. Bana ne düşer?
İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir?
Çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten, sana vaktile vermediğim şerefi veriyorum. Seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. Fakat hepsi bu kadar. Dediğim gibi sen, bence artık mazursun. Seni affediyorum, ve ne yapsan affedeceğim. Bu vaade güvenerek istediğini yap! Sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme!
Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim.
Ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim.
Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman…
Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor.
İşte görüp göreceğin rahmet!
Necip Fazıl Kısakürek"
*. *. *
İki mektup..
İki usta kalem..
Ne kadar farklı dünyaların insanları değil mi?..
Yarın Nazım Hikmet'in doğum günü..
Ne diyordu dünya şairi..
"Kırdılar tazecik yeşil dallarımızı
Kırdılar kitap tutan ellerimizi
Kanına girdiler çocuklarımızın."
Anısına selam olsun,,
(Sedat Kaya) 14 0cak 2016