GÜLBAHAR…. (Tekin GÖNENÇ)
Sami Ekinci’ye sevgiyle
Biraz buruk da olsa hüzünlere bulana bulaşa da gelse, günümü güzelleyen bu e-mail, hele hele o içindeki “Bana bir mendil gönder” diye başlayan dörtlük sanki elimden tutup, çocukluğumun bende o izleri hiç silinmeyen günlerine götürdü.
Hiç unutmam, tam arkamızdan geliyordu. Öksürüklü aksırıklı bir sesi vardı. Nerede olsa tanırdık o sesi. Hele dilinden hiç düşürmediği o türkü yok mu? O türküyü mırıldanan kim olabilirdi ki. O’ydu elbette. Hamza Çavuş’tu. Daha doğrusu İlçenin Hamza Emmi’siydi o. Dokunaklı sesiyle yanık yanık söylüyordu yine:
“Bana bir mendil gönder
Ucunu işle gönder
İçine üç elma koy
Birini dişle gönder"
O gün daha son derste bastırmıştı kar. Ne de güzel yağıyordu. Okuldan eve giden yola çıktığımızda kendimizi bembeyaz pamuk tarlasında bulmuştuk. Kardeşimle el ele tutuşmuş bata çıka, güle oynaya eve ulaşmaya çalışıyorduk. Eve kıvrılan dönemece tam ulaşmak üzereydik ki arkamızda o öksürüklü aksırıklı ses:
-Çocuklar çocuklar, hele bi durun çocuklar.
Baktık oydu. Yanılmamıştık. İyice yaklaştı.
-Yarın anneniz evde mi?
Ağabeyim yanıtladı:
-Elbet evdedir Hamza Amca, nereye gidecek bu karda kışta.
-Tamam tamam, bak bu iyi haber.
-Ne vardı ki Hamza Amca?
-Heç, bi maruzatım vardı da.
İki kardeş bakıştık. Anlamamıştık, neydi bu maruzat sözcüğü.
-Neyiniz vardı Hamza Amca?
İlkokulun henüz başlarındaydık. Daha önce hiç duymadığımız bir sözcüktü. Ben hastalık falan sanmıştım. Ağabeyim de beni doğrulamıştı, başka ne olabilirdi ki, olsa olsa hastalık olabilirdi.
Hemen atıldım:
-Geçmiş olsun Hamza Amca.
-Öğle deel yeğenim öyle deel, hastalık mastalık deel çok şükür.
- Peki bu maruzat dediğin şey ne Hamza Amca?
-Ben yarın sizin eve vardığımda anlatırım Mürşide Abla’ya.
-Tamam Hamza Amca.
- Annenize söyleyin olur mu, yarın nasipse öğleye varmaz gelirim, hadi bana eyvallah.
Uzaklaşırken dönüp avazı çıktığı kadar bir daha bağırdı:
-Unutmayın tamam mı unutmayın.
-Olur Hamza Amca olur, deyip karlara bata çıka eve vardık.
Daha üstümüzü çıkarmadan, ağabeyim:
-Anne Hamza Çavuş’un tamiratı varmış, yarın eve gelecekmiş, annenize haber verin dedi
-Ne tamiratı oğlum, neyi tamir edecekmiş?
Bu sefer ben:
- Belki tamirat değil ama ona benzer bir sözdü.
-Nasıl bir sözmüş?
Yol boyu o “Maruzat” sözcüğü dilimizde döne dolana “Tamirat” oluvermişti. Annem fazla üstelemedi.
-Neyse yarın gelince anlarız ne olduğunu.
Annem o küçük ilçenin Mürşide Ablası idi, herkesin onunla paylaşacak bir derdi, ona danışılacak bir sorunu olurdu. Hiç yabancısı olmadığımız durumlardı bunlar.
İlginç bir yaşamöyküsü vardı annemin. Atatürk o yıllarda gençlerden ülke için özveride bulunmalarını istiyor, aydınlanmada onların öncülüğüne gereksinim duyduğunu her fırsatta dile getiriyor. Annem de İstanbul’da ebe- hemşire olarak eğitimini tamamlar tamamlamaz bakanlığa bir dilekçe yazıyor. İstanbul dışında gelişmemiş yörelerde yaşayanlara gönüllü bir eğitimci olarak katkıda bulunmaya hazır olduğunu özellikle belirtiyor. Dilekçesine tezelden yanıt geliyor. İstanbul’dan dışarıya hiç adımını atmayan bu genç kız Sivas’ın Yıldızeli ilçesine atanıyor. Böylece Atatürk’ün başlattığı devrimleri uygulama seferberliğinin hız kazandığı dönemde yirmili yaşlarda bu küçük ilçeye geliyor .
O dönem Millet Mektepleri‘nin yeni açıldığı, yeni harflerin okuması yazması olmayanlara öğretilmeyi beklendiği bir dönem…
Annemden dinlediğime göre o yıllar gerçekten Yıldızeli tam anlamıyla mahrumiyet bölgesinin tipik örneklerindendi. Alabildiğine yokluk, alabildiğine yoksulluk yaşamın her yerinde varlığını sürdürüyordu. Su yok, elektrik yok, yol yok… Ulaşım sadece kağnı ya da atlı arabalarla yapılırdı. Onların da adedi üçü beşi geçmezdi. Çarşı ise ihtiyaçları karşılayacak birkaç dükkân, bir fırın, berber ve terziden ibaretti. Komşu köylüler getirdikleri yağ peynir yumurta benzeri yiyeceklerle ancak takas yöntemiyle alışveriş yapabilirlerdi. Örneğin bir kilo peynirle 3 metre bez, ya da on yumurta ile bir şişe gazyağı yer değiştirirdi.
Çocukluk yıllarımda birebir tanık olduğum bu içler acısı yaşam koşullarında zaman içinde de hiçbir değişiklik olamamıştı.
Yakacak olarak çoğunlukla tezek kullanılırdı. Ancak hali vakti yerinde olanlar sobalarında odun yakarlardı. Taşkömürü sobaları ilçede henüz bilinmiyordu Tezeğin ham maddesi ise inek ve öküzlerin dışkılarıydı. Kadınlar ellerinde kovalarla bu hayvanların dışkılayacakları anı kollarlar, dışkıları kovalara doldurduktan sonra samanla karıştırarak şekil verirler evlerinin kerpiç duvarlarına yapıştırıp kurumasını beklerler. Kuruduktan sonra onlar istif edilir, günlük ya da kışlık yakacak olarak saklanırdı.
Bu dışkı toplama işini sadece kadınlar yaparlardı. Erkekler karışmazlardı bu tür işlere. Onlar çoğu zaman kahvehanelerde sohbet ederek günlerini geçirirlerdi.
Kadınların bir başka işi ise madımak ve ebegümeci toplamaktı. Tarlalarda jilet ya da bıçakla kestikleri bu yerel sebzeleri eteklerinde toplayarak evlerine götürür yemek yaparlardı. Madımak ve ebegümecinin gerçekten tadına doyulmaz çeşit çeşit yemekleri olurdu.
O yıllar Yıldızeli’ne pek fındık fıstık ceviz gibi çocukların çok sevdiği çerezler de ulaşmazdı. Bu nedenle onların yerini dolduracak yerel çerezler yapılırdı. Bunların başında “Kavurga” ve “Hedik” gelirdi. Kavurga buğdayın hafif yağlı bir sac’da kavrulmasıyla, hedik ise yine buğdayın kaynatılması ile elde edilirdi. Çok da lezzetli olurdu. Bayıla bayıla yerdi çocuklar.
Aydınlanma gaz lambasıylaydı. Ekonomik olsun diye çoğu evde adı “idare lambası” olan gaz lambalarının küçüğü ya da “kandil” kullanılırdı. Daha varlıklı sayılan sayısı üçü beşi geçmeyen evlerde ise, bizim evde olduğu gibi lüks denilen pompalı lambalar kullanılırdı. Kışları çok soğuk olurdu. Hele bir de kar bastırdı mı evlere kapanılır, o evlerde sadece yenilir içilir, bolca da çocuk yapılırdı.
İşte annem eğitimci ve hemşire olarak bu ilçeye geldiğinde hemen kolları sıvamış işe önce hanımlardan başlamıştı.
Kadınları toplar yeni harflerle yazmayı okumayı öğretir, birtakım sosyal etkinlikler, piknikler düzenlerdi. Atatürk ve devrimleriyle ilgili oyunların gençlerden oluşan topluluklarla sahneye konulmasını sağlardı.
Bu oyunlar dönem dönem ilçe dışındaki köylerde de sergilenirdi. Değil köylerde, büyük illerde bile bu tür etkinliklerin olmadığı yıllardı o yıllar. Özellikle köylere oyun sergilemeye gidişimiz ilçede büyük bir coşkuya ve hareketliliğe neden olurdu. Gerekli dekorlar ve giysiler elbirliği ile sağlanırdı. Örneğin okul ile ilgili dekorlar oranın tek okulu olan Cumhuriyet İlkokulu’ndan, askerlikle ilgili üniformalar elbiseler tüfekler jandarma karakolundan alınırdı. Kağnı sahipleri gönüllü olarak ulaşımı üstlenirlerdi.
Gidilecek köylere daha önceden haber salınırdı. Onlar da biz çocukları sıcak bir konukseverlikle karşılar ağırlarlardı. Köyün kahvesini tiyatro salonuna dönüştürmek üzere masaları birleştirip sahne oluştururlar. Evlerinden perde v.s getirerek eksikleri tamamlarlardı. Oyun sonunda ise biz oyuncuları evlerinde konuk ederler, neleri var neleri yok bizlerle paylaşırlardı.
Bu etkinliklerdeki tek sıkıntımız ise oyunda kadın ya da genç kız rolünü üstlenecek hanım bulamamamızdı. Yetenekli kız arkadaşlarımız vardı ama aileleri köy etkinlikleri için çoğu zaman izin vermezlerdi. Annem sonuçta onun da kolayını bulmuştu. Gerektiği zaman kadın giysileri giydirerek ve başına da kendi uzun saçlarından kesip oluşturduğu peruklar takarak ağabeyimi özene bezene kadın kılığına sokardı. O da rolünü çok başarıyla oynardı. Öylesine başarılı ve çekici olurdu ki ilçenin bazı delikanlıları, bir yolunu bulup ilk defa gördükleri bu güzel kızla tanışmak için can atarlardı. Bazıları daha da ileri giderek büyüklerini gönderip evlenme girişiminde bile bulunmuşlardı. Gerçeği öğrendiklerinde ise uzunca bir süre ortalıklarda görünmemeyi yeğlemişlerdi.
Annem hanımlar ve gençlerin yanı sıra dönem dönem erkeklerin eğitimine de katkıda bulunurdu. İşte bizim Hamza Çavuş da onlardan biriydi.
Yolda söylediği gibi, ertesi gün aksırığıyla öksürüğüyle kapıda görünüverdi. Yine iki büklüm, yine omzundaki o koskoca bakır kazan…
Biz o bakır kazanı çok iyi tanırdık. Ne zaman annemden borç para alsa, yemez içmez hemen ertesi gün sırtında o koca kazanla kapıda beliriverirdi. Aldığı borç para karşılığı kazanı yüklenip rehin bırakmak isterdi. Her seferinde annemin ısrarlı karşı koymaları sonuç verir, tekrar kazanı sırtına yüklediği gibi oflaya pofluya evinin yolunu tutardı.
Eskilerin deyimiyle namusu bütün bir adamdı Hamza Çavuş. Bu rehin işini kendisine ilke edinmişti. En değerli eşyasıydı o bakır kazan. Öte yandan bir gün olsun sektirmez ödemelerini gününde yapardı.
Acıların adamıydı. O da yoksuldu herkes gibi, hem de çok yoksul. Acılarının üstüne kapanmasını da iyi bilirdi. Yoksulluk yüzeyde acı diptedir deyimine tıpa tıp uyan biriydi. Kim bilir ne fırtınalar estirirdi dipteki acılar… Varı yoğu tek atlı kırık dökük bir araba... Altı çocuğunun bakımı yalnızca o arabaya bağlıydı. Arada bir yük taşıma işleri olurdu. Çoğunlukla onu çağırırlardı. Gözleri de pek iyi görmezdi. Hiç unutmam bir defasında arabasıyla bizim bahçe duvarına çarpmış korkulukları yıkmıştı. Yememiş içmemiş o kazanı sırtladığı gibi soluğu bizim evde almıştı. Annemin karşı koymaları hiç fayda etmemişti. Nuh demiş peygamber dememiş “Gayrı bu kazan hepten sizin olsun” diye tutturmuş, yıktığı duvarın karşılığı olarak evin önüne kazanı bırakıp gitmişti. Annem hemen arkasından kazanı geri gönderdiğinde, baktı olmuyor bu sefer korkulukların onarımına başlamıştı.
Ama bu gelişinde ise durum değişikti. Sırtında kazanı kafasında maruzatı iki büklüm kapıda belirivermişti.
Annem:
-İçeri buyur Hamza Efendi üşüyeceksin.
-Geliyom geliyom Mürşide Abla.
Eve girer girmez salondaki koltuğa iyice yerleşti. Sigarasından derin bir nefes aldı. Arkasından ağzını sonuna kadar açarak bir de uzun uzun ahh çekti. Saydım, açılan ağzında sadece dört dişi kalmıştı.
-Hayrola Hamza Çavuş, umarım güzel haberlerin vardır.
Hiç annemin yüzüne bakmadan:
-Abla sana bir maruzatım var.
-Söyle Hamza Çavuş, çocuklar tamirat anlamışlardı da, anlam verememiştim ne tamiratı diye, şimdi anlaşıldı.
-Hani şu Çamlıbel’in dibinde fakir fıkara için bir mektep açtılar ya köylü enüsdüsü mü ne diyorlar.
-Öyle değil, oranın adı “Köy Enstitüsü” Hamza Çavuş, Pamukpınar Köy Enstitüsü.
-Evet abla ağzına sağlık. Tam işte o mekteb. Heskez bi metediyor bi metediyor ki deme gitsin.
-Doğru Hamza Çavuş. Çok iyi bir okul.
-Çifçiliği mifçiliği , inşaatcılılığı minşaatcılığı her bir şeyi de belletiyorlarmış.
-O da doğru
- Üstüne üstlük yeme içme yatma da beleşmiş.
-Evet Hamza Efendi aldığın bilgiler doğru sayılabilir.
-Elbiselerini ,ayakkabılarını da veriyorlarmış.
-O da doğru Hamza Çavuş. Seni bu konuda ilgilendiren şey ne, maruzatın bu okulla mı ilgili?
-Tamam abla bu okulla ilgili.
-Merak ettim doğrusu. Anlatır mısın?
-Bizim oğlanlar var ya, ellerini öperler... Hasanla Ömer. Hani sen ebesi de oluyorsun onların.
-Tabii bilmez olur muyum? Çok da terbiyeli cana yakın cocuklar.
-Sen onların ikinci anaları sayılırsın. Bi yolunu bulsan da, efendime söyleyim, şu mektebe bi yazdırabilsek onları. Sen halimi biliyorsun işte.
-İyi güzel de Hamza Çavuş…
Daha annem sözünü bitirmeden:
-Hâkim Bey’e de söyle de bir babalık yapın gayri onlara.
-Nasıl yani?
-Dedim ya bizim oğlanları şu okula bir yazdırıverseniz.
-Evet ama Hamza Çavuş…
Annemi dinlemiyordu bile:
-Geçen gün o mektebin müdürü ile enişteyi adliyeden beraber çıkarken gördüm. Enişteyle ikisi iyi arkadaş herhal.
Enişte dediği babamdı, ilçenin tek yargıcı babam…
Onun da anneme benzer yaşamöyküsü vardı. Büyük Millet Meclisi’nin kurulduğu ilk yıllarda hukuk fakültesinde okuyan bir öğrenciydi. Atatürk birkaç öğrenciyi meclisteki oturumlarda kâtiplik, yani bir nevi sekreterlik yapmaları için Ankara’ya yardıma çağırmıştı. Atatürk hayranı olan babam meclis oturumlarında bu görevi yapan şanslı öğrencilerdendi.
Hukuk öğrenimini tamamladıktan sonra annem gibi bir dilekçe yazarak o da özellikle aydınlanmada katkıda bulunabileceği yerlerden birisine atanmasını istemişti. Dilekçesine gelen yanıtta görev yerinin Yıldızeli olduğu bildiriliyordu. Yıldızeli böylece bu Atatürk hayranı iki genç’in tanışıp hayatlarını birleştirdikleri yer de olmuştu.
Doğru söylüyordu Hazma çavuş Babamla Köy Enstitüsü Müdürü iyi arkadaştılar. Sık sık buluşurlardı. Ailece de görüşürdük. Ayrıca çocukları yaşıtlarımızdı. Bizler de onlarla iyi anlaşırdık.
Annem yanıtını sabırsızlıkla bekleyen Hamza Çavuş’a dönerek sevecen bir bakışla:
-İyi güzel de Hamza Çavuş o okulun kuralları var.
-Nasıl yani?
-İlçede oturanları yani kasabalıları almıyorlar. Amaçları kalkınmayı köylerden başlatmak… Öğrenci seçimini de ona göre yapıyorlar. Öğrencileri hem köyde oturmaları hem de yoksul olması koşuluyla alıyorlar. Üzgünüm, bana bu imkânsız gibi görünüyor. Yoksa yardımcı olmaz mıyım sana Hamza Çavuş?
-Bir şeyler yaparsınız gayri Mürşide Abla... Hele sen bi el attın mı alimallah heç bi şey gurtulmaz elinden...
Uzaklara daldı uzun uzun, belli belirsiz bir şeyler mırıldandığı duyuluyordu, pek anlaşılmadı ne söylediği... Sanırım dua ediyordu.
“Eh bana müsaade artık” deyip birden kalktı yerinden...
Yolcu ederken kapıdaki kazan gözüne çarptı annemin:
- Ne diye getirdin bunu Hamza Çavuş, yine mi kazan?
-Ne olur ne olmaz belki kayıt parası ne isterler deyi getirmişidim.
-Hay Allah alemsin vallahi Hamza Çavuş, hemen al geri götür. Gerek yok öyle şeylere.
Hamza Çavuş yola koyulalı daha bir iki dakika olmamıştı ki annem telaşla pencereye koştu. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu “Hamza Çavuş, Hamza Çavuş”. Sesini bir türlü duyuramadı. Besbelli aklına parlak bir fikir gelmişti. Bize döndü ve “Koşun çocuklar, Hamza Çavuş’u hemen buraya getirin” der demez ağabeyimle birlikte ok gibi fırladık kapıdan. Hamza Çavuş yolu yarılamıştı bile. Tam yokuşu tırmanırken yakaladık. Durumu anlattık. Biz önde o arkada birlikte eve döndük.
Annem:
-Bak Hamza Çavuş, sen gidince aklıma ne geldi biliyor musun?
-Ne geldi abla hayırdır inşallah?
- Hani akrabalarının yaşadığı bir köy var ya, senin orada yeğenlerin var.
-Doğru bildin var abla
-İki yıl önce babaları rahmetli olmuştu.
-Bıldır abla.
-Haklısın bıldır, yani geçen yıl.
-Evet abla.
-Yanılmıyorsam sen dayı ya da amca oluyorsun.
-Çocuklar “Emmi” derler bana, rahmetli de biraderim olur.
-İşte o akrabalarından bahsediyorum. İki de güzel kızları vardı. O uzun boylu yeşil gözlüsünün adı Gülbahar’dı diğerinin adını şimdi hatırlamıyorum.
-Öbürü de Gülten Mürşide abla.
- Tamam Gülten’di. Senin konuğun olmuşlardı da bana ziyarete getirmiştin. Çok sevmiştim o kızları.
-Allah senden razı olsun, çok da yardım etmiştin.
-Şimdi onlar okul çağında, bak işte onları Köy Enstitüsü’ne yazdırabiliriz. Şartları da çok uygun, ne dersin? Senin oğlanlar kasabalı nasılsa, almazlar onları. Hiç değilse o kızlara bir fırsat verelim.
Gözleri fal taşı gibi açılmıştı Hamza Çavuş’un. Sağa sola bakındı.
-Allah’ını seversen Mürşide Abla, oğlanlar dururken gız gısmının ne işi var okulda. Gusura bakma emme, pek aklım kesmedi bu işi.
-Keser keser Hamza Çavuş, aklın da keser gönlün de razı olur. Bak göreceksin, çok iyi olacak... Hem senin için hem annesi ve hem de yaşadığı köy için.
- Yine de aklım kesmiyor emme, ne desem bilmem ki.
- Sen hele bir “he” de, bak onların amcasısın, babaları sayılırsın.
Bizlere bakındı.Yine uzaklara daldı gözleri. Yutkunup durdu. Sonunda:
-Aklım kesmiyor emme velakin, sen akıllı bir kadınsın. Her hal bir bildiğin vardır. Nasip ne diyelim, olursa olur Mürşide Abla.
-Sağ olasın Hamza Çavuş, yarından tezi yok adam gönderip köyden aldıracağım kızları. Tamam mı anlaştık mı?
-Tamam öyle olsun, ne yapalım, senin dediğin gibi olsun gayri.
Diyerek düşünceli düşünceli evinin yolunu tuttu.
O akşam uzun uzun annemle babam bu konuyu konuştular. Bu işi bir an önce halletmeliydiler. Kesin kararlıydılar. Ertesi gün kızlar köyden alındıktan sonra Pamukpınar’a gidilecekti. Biz çocukları da yanlarına alacaklardı. Bizim için de değişik bir gün olacaktı.
Bir hafta sonrası ise annemlerin çok önemli işleri vardı . Devlet büyüklerinden biri ilçeye gelecekti. Birkaç yıl önce yaşanmış olan karşılama karmaşası ise hala belleklerde tazeliğini koruyordu. O yüzden daha dikkatli olunması gerekiyordu. Gülbaharlar’ın okul işini biran önce halledip bir hafta sonra ilçe’ye gelecek olan misafirin karşılama işine yoğunlaşmalıydılar. Birkaç sene önce yaşanan olay’ın öyküsü ise şöyleydi:
İsmet İnönü’nün Anadolu gezileri kapsamında İlçe’ye de uğrayacağı haber alınıyor. Karşılamayı organize edecek olan mahalle muhtarı ve arkadaşlarından oluşan bir grup annem’e gelerek onun da görüşlerini almak istiyorlar. O da İstanbul’da öğrenciyken Atatürk’ü karşılaşıldıklarında tanık olduğu uygulamayı anlatıyor:
“Önce bir tak yapılıp ‘İlçemize hoş geldiniz’ yazısı yazılıp çiçeklerle süslenir. Bir de mümkünse aracından indiği yerden başlayarak kırmızı halı serilir. Protokoldeki karşılayıcılar tak’a yakın bir yerde yan yana dizilirler”. Şeklinde öneride bulunuyor.
O hafta harıl harıl çalışılıyor. Tak hazırlanıyor, tarlalardan çiçekler toplanıyor. Tek renk kırmızı halı bulmaları olanaksız olduğundan onun yerine kırmızsı bol halı kilim ne varsa evlerden getirtiliyor. Karşılama günü geldiğinde annem karşılama saatinden yarım saat önce tören yerine geliyor. Bir de ne görsün; oldukça güzel bir tak yapılmış “Hoş geldiniz” yazısı da var, ama yere serilmesi gereken kırmızı halı kilim ne varsa peş peşe tak’a çivilerle çakılmış… Gülse bir türlü, ağlasa bir türlü… Gerçekten görülmeye değer bir görüntü. Ama yapılacak hiçbir şey yok . İnönü’nün ilçeye ulaşması ise an meselesi.
Az sonra İnönü’nün treni geliyor. Kısa bir konuşma yaptıktan sonra karşılayıcıların ellerini sıkıyor ve birkaç dakika sonra tren penceresinden el sallayarak ilçeden ayrılıyor. O gün İsmet İnönü’nün tak’da çakılı halı ve kilimleri görüp görmediği ise belleklerde hep soru işareti olarak kalıyor.
Birkaç yıl öncesi yaşanan bu olaydan sonra daha dikkatli olunması gerekiyordu. O yüzden Gülbahar ve Gülten işi öncelik kazanmıştı.
Kararlaştırıldığı gibi ertesi gün Gülten ve Gülbahar öğleye doğru bir at arabasıyla köylerinden alınarak ilçeye getirildiler. Doğrudan bizim eve alındılar. İkisi de çok utangaç, çok da güzel kızlardı. Pamukpınar’a gidecek yaylı hazır bizi bekliyordu. O zamanlar motorlu araç nerdeyse yok gibiydi. Ulaşım için tekerlikli araç olarak büyük şehirlerdeki fayton’a benzer iki adet “yaylı” denen arabalar ve kağnılar vardı, elbette tekerlekli araçlar arasında bizim bisikleti saymazsak….
Büyükler öne oturdu. Biz çocuklar arkaya oturup güle oynaya yola koyulduk. Okul müdürü, eşi ve çocukları bizi karşıladılar. Hemen babam ve annem müdürün odasına alındılar. Biz çocuklara da okulu gezdirmek üzere bir rehber öğretmen verdiler
Bu gün bile belleğimde capcanlı duran ne güzel görüntülerdi onlar. İlk göze çarpan tertemiz giysiler içinde öbek öbek toplanan kızlı erkekli öğrenci gruplarının çalışmaları idi. Bir kısmı ellerinde bahçe malzemeleri bahçe ile uğraşıyorlardı. Bir kısmı kendi oluşturdukları park alanında kitap okuyorlardı. Torba çanta tipi bir şeyler sarkıyordu omuzlarından
Bir öğrenci kızın azık torbasından ucu dışarı sarkmış bir kitap hiç belleğimden gitmedi. O kitap sonraki yıllarda beni çok etkileyecek olan Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” adlı kitabıydı. Daha sonra geldiğimizde ise diğer öğrencilerde dünya klasiklerinden çevrilmiş değişik kitaplar görmüştüm. Okuma saatleri ve okuduklarını tartışma saatleri olduğunu öğrendik.
Beş on dakika sonra okul müdürü ile annem babam hep birlikte yanımıza geldiler. Gezintimizi onlarla sürdürdük. Müdür Bey büyük bir heyecanla anlatıyordu eğitim sistemini. Öğrenciler öncelikle köylerde gereksinim duyulacak her türlü beceriyi ediniyorlardı. Marangozluktan bahçıvanlıktan tutun da inşaata kadar, akla ne gelirse her şeyi... Teorik eğitimin yanında, değişik mesleklerle ilgili tüm bilgileri ediniyor ve hemen orada uygulamaya geçiyorlardı.
Bunların dışında belirli zamanlarda sanatsal etkinliklere birebir katılıyorlardı. Kendi oluşturdukları tiyatro toplulukları, uygulamalı resim çalışmaları ve müzik toplulukları vardı. Çoğu bir çalgı aleti çalmayı öğrenmişti. Öğrencilerin büyük bir bölümü geleneksel sazların yanında o zamanların gözde müzik aleti mandolin çalar olmuşlardı. Aralarında beste yapanlar, tiyatro için oyun yazanlar bile vardı.
Gezinin bitiminde büyükler bir değerlendirme yaptılar. Kural gereği aynı aileden bir öğrenci alınıyordu. Gülbahar’ın yaşı okul için daha uygundu. Şans ona gülmüştü. Okula başlayan Gülbahar olacaktı. Gülten oldukça üzüldü ama yine de teselliyi kendi buldu “Nasılsa ablam öğrendiklerini bana öğretir” diye güzel de bir sonuç çıkardı. Böylece güle oynaya kasabaya dönüldü. Artık Gülbahar okullu olmuştu. Köyüne geri dönmedi, o gece iki kardeş de bizim evde konuk oldular. Annem ertesi gün gerekli ihtiyaçlarını sağladıktan sonra Gülbahar Pamukpınar Köy Enstitüsünün, Gülten ise köyünün yolunu tuttu.
Aradan iki üç ay kadar bir zaman geçti geçmedi ki ki Okul müdürü Gülbahar’dan söz ederek böyle bir örenciyi kazandıran Hamza Çavuş’a ve annemlere teşekkürlerini iletiyordu.
Derslerinde çok başarılı olduğu gibi, sanatsal etkinliklerde de çok yetenekli olduğunu vurguluyordu. Ayrıca güzel de bir haber veriyordu. Sene sonu etkinliklerinde okul örgencilerinin yazdıkları bir oyun sahneye konulmuştu. Bizler de davetliydik, çok sevinmiştik... Hafta sonunu zor ettik, o günü iple çekiyorduk.
Annem köye bir araba yollayarak Gülbahar’ın kardeşi Gülten’i de getirtti. Ayrıca Hamza Çavuş ve çocukları cümbür cemaat oyunu seyretmeye gidilecekti
Bu davetin bir de nedeni vardı baş rol oyuncusu Gülbahar’ dı. Annem bize sürpriz olsun diye bunu söylemeyi son güne saklamıştı.
Nihayet o gün de gelip çattı. Yerimizde duramıyorduk Her şey güzeldi güzeldi de bizim kadar mutlu görünmeyen iki kişi vardı; annemle babam... İkisinde de alışmadığımız bir tedirginlik vardı. Aralarında bizden uzak bazı fısıldaşmalar oluyordu. Babam iki defa telefon etmek için gidip gelmişti. O yıllar telefon sadece postanelerde bulunuyordu. İletişim mors alfabeleriyle postanelerden gönderilen telgraflarla mümkündü. Babamın her gelişinde yüzündeki tedirginliğin arttığını gözlemleyebiliyorduk.
Öğleye doğru iki yaylı araba, kapının önünde belirdi. Çoluk çocuk güle oynaya doluştuk arabalara. Mutluluktan uçuyorduk. Yol boyu şarkılar türküler söyleyerek ulaştık Pamukpınar Köy Enstitüsü’ne. Hamza Çavuş da bu yolculukta o meşhur türküsünü yanık yanık söylemeyi hiç ihmal etmedi:
Bana bir mendil gönder
Ucunu işle gönder
İçine üç elma koy
Birini dişle gönder
Okul müdürü bizi aralarında Gülbahar’ın da bulunduğu birkaç öğretmenle birlikte karşıladı. Gülbahar’daki değişikliğe hepimiz şaşırıp kalmıştık. Fiziğiyle ve o iri yeşil gözleriyle esmer güzeli çekici bir kız olmuştu. Bütün bakışların onda yoğunlaştığını biz çocuklar bile duyumsayabiliyorduk. Günlerden Pazar olmasına karşın o hiç değişmeyen hareketlilik her yanda göze çarpıyordu. Geçen gelişimizde olduğu gibi öğrencilerin oluşturduğu kütüphaneler, marangoz atölyeleri, tarım alanları tek tek gezildi. Müdür Bey bir ara babamı yana çekerek öğrencilerin çalıştığı kütüphanenin yanındaki odayı gösterirken “Bakın Hakim Bey, işte o meşhur okunmayacaklar listesindeki kitapların alıkonulduğu yer” derken annem atılıp “Kitaplara da mı kelepçe taktılar Müdür Bey?” diye sorduğunda uzun uzun gülüşmüşlerdi. Biz de pek anlam verememiştik bu gülüşmelere.
Oyun saati yaklaşıyordu ama biz bir türlü oyunun sahneleneceği salona alınmıyorduk. Kızlı erkekli öğrencilerin şarkılar eşliğinde bir şeyler ektiği tarlanın yanından geçiyorduk ki tozu dumana katarak oranın tek kamyonunun bize doğru geldiğini gördük. Tam yanımızda durdu. İçinden resmi üniformalı bir posta memuru indi. Elindeki telgraf olduğunu tahmin ettiğimiz bir zarfı Müdür Bey’e uzattı. Fiyakalı bir de selam çakarken “Nihayet geldi efendim” dedi. Nihayet gelen telgrafı açıp okuyan müdürün ansızın kül rengine dönen yüzündeki ifade hala gözlerimin önündedir. Telgrafı okuyup babama uzatırken “ Olacağı buydu Hakim Bey” sözlerini dün gibi hatırlarım. Babam “Evet olacağı buydu, yazık çok yazık” diyerek anneme döndü:
-Oyun iptal edilmiş.
-Ne demek o, nasıl iptal edilmiş.
-Emir gelmiş.
Annem sinirli sinirli:
-Nerden gelmiş o emir ?
Babam elini yukarı doğru kaldırarak:
-Yukardan.
-Ne yukarısı, hangi yukardan?
Büyükler aralarında tartışırlarken pür dikkat onları dinleyen biz çocuklar söz birliği etmişçesine aniden başlarımızı yukarı çevirdik. İçgüdüsel bir dürtüydü bu.”yukarı” yı arıyorduk, emir’in geldiği “yukarı” yı... Sonunda öğrendik. Meğer Ankara imiş o yukarı dedikleri... Nerden bilelim çocuktuk daha. Zamanla anlayacaktık Ankara’nın ne kadar yukarıda olduğunu.
Büyük bir düş kırıklığı içinde tekrar doluştuk yaylı denilen arabaya. O günün belleğimden hiç silinmeyen görüntüleri ise, bizi uğurlayan okul müdürünün kül renkli yüzü ve bir de bize el sallarken Gülbaharın yanaklarından ip gibi süzülen gözyaşları oldu. Yol boyu annemle babamın ağızlarını bıçak açmıyordu.
Haber hızla yayıldı ilçede. Beraberinde birtakım yorumlarla, benzer haberlerle Türkiye genelinde Köy Enstitüleri hiç gündemden düşmedi. Gün be gün dillendi durdu.
Birkaç gün geçmemişti ki “Ah bu deyyuslar, ah bu dürzüler” diye avazı çıktığı kadar bağıran Hamza Çavuş belirdi kapıda.
Aman tanrım nasıl da kükrüyordu…
Annem:
-Ne oldu yine Hamza Çavuş, ne bu hal?
-Heç sorma abla kötü çok kötü.
-Ne deyyusu ne dürzüsü, kim ne yaptı sana?
-Enüstü, köy enüstüsü dedik emme kötü şeyler oluyormuş orada.
-Ne gibi kötü şeyler oluyormuş, kim bu deyyus dediklerin?
-Nabalı boynuna söyleyenlerin emme heç gözüm tutmuyor o mektebi.
-Anlat hepsini anlat Hamza Çavuş, neymiş olanlar?
Bizlere dönüp baktıktan sonra “Şu bizim Gülbahar” deyip durdu.
Annem bayağı telaşlanmıştı, hop oturup hop kalkıyordu:
-Ne oldu , ne oldu Gülbahar’a
Hamza çavuş dönüp bir kez daha baktı bizlere.
Annem anlamıştı:
-Çocuklar siz biraz bahçede oynayın, bizim Hamza Çavuşla konuşacaklarımız var.
Bizler bahçeye doğru yollanırken annemin:
-Ne oldu Gülbahar’a çabuk söyle ne oldu? .Kim bu komünist deyyuslar dediklerin Hamza Çavuş? Dediğini duymuştuk.
Oldukça uzun sürdü konuşmaları.
Hamza Çavuş evden ayrılıp inleye tıslaya yanımızdan geçerken devamlı söyleniyordu. “Ben başlarım onların yukarısına aşağısına” diyerek gözden kayboldu. Sonradan öğrendiğimize göre kulaktan kulağa dolaşan o zararlı dedikleri kitaplar, kız öğrencilerin hamile kalıp çocuk düşürdükleri gibi haberlerle okulu yıpratma çabaları başarıya ulaşmıştı. Hazma Çavuş’un da beyni iyiden iyiye yıkanmıştı.
Gülbaharın derhal okuldan alınıp köyüne gönderilmesini istiyordu. Ama annemin çabaları neyse ki sonuç vermiş Gülbahar başka okullarda eğitimine devam edebilmişti.
Zamanla kimlerin neler yapmak istediklerini sonunda Hamza Çavuş bile o köylü kafasıyla anlamıştı. Yukarının ne kadar yukarda aşağının ne kadar aşağıda olduğunu kavramıştı.
Değişik ideolojilerin çocukların zihinlerini bozduğu şeklinde haberler yayılıyordu. Bunların Köy Enstitülerini çıkarlarına uygun bulmayan çevrelerin yıpratma kampanyası olduğu apaçıktı. Bu beyin yıkamalar öylesine yoğunlaşmıştı ki, eğitime karşı olan çevrelerin ekmeğine yağ bal sürülmüştü.
Bu çevreler sonunda başarıya ulaşacaklar Köy Enstitüleri kapatılma noktasına gelecekti. Unesko’nun örnek eğitim sistemi olarak belirlediği bu girişim ne yazık ki yarıda bırakılacaktı. Bu örnek eğitim kurumlarının mimarları olan Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç ve ülküdaşlarının gözlerden ve gönüllerden uzak tutulmaları için elden ne gelirse yapılacaktı.
Yaşananlar tam da H.A.Yücel’in şair oğlu Can Yücel’in şu çarpıcı dizelerindeki gibiydi.
En uzak mesafe:
Ne Afrika'dır,
Ne Çin,
Ne Hindistan,
Ne seyyareler,
Ne de yıldızlar geceleri ışıldayan...
En uzak mesafe:
İki kafa arasındaki mesafedir,
Birbirini anlamayan...
Yine Can yücel bir şiirinde o babayı şöyle dile getirmişti
Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim
Hayatta ben en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim
Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi! -
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi
Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezberledim gurbeti
Sevinçten uçardım hasta oldum mu
40'ı geçerse ateş, çağrırlar İstanbul'a
Bir helalleşmek ister elbet, diğ'mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oyununu
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Can Yücel
O dönemin yine örnek kuruluşlarından olan Halkevleri de bu olumsuz tutumdan kendilerine düşen payı alacaklardı. Halkevleri gerçekten büyük yararlar sağlayan girişimlerdi. O yıllar önemli yabancı yazarların yapıtları buyük bir titizlikle Türkçeye çevrilip yurt genelinde tüm halkevlerine dağıtılır Okurların hizmetine sunulurdu. Dostoyevski, Balzac, Moliere ,Shakespeare , Çehof, Floubert, Emil Zola gibi nice dünya çapındaki yazarlarla o küçük ilçelerin insanları ilk defa Halkevi Kütüphanelerinde tanışmış olurlardı. Ayrıca sosyal etkinliler için toplantı salonları, oyunların sergileneceği küçük çaplı tiyatro sahneleri oluşturulmuştu. Bazı halkevlerine halkın yararlanması için piyano bile konulmuştu. Zamanla Köy Enstitüleri gibi bu kurumlar da işlevlerini yitirmeye başladılar.
Atatürk’ten sonra gelen en yetkili ve de en etkili kişilerin neden bu tutuma seyirci kaldığı günümüze kadar tartışılıp durdu. Oysa Atatürk reformlarını uygulayabilmek, onun ilkelerini bir bir özümseyebilmek için Köy Enstitüleri en ideal eğitim sistemini oluşturmuştu. Yazık oldu, hem de çok yazık…
O yıllar çok uzaklarda kalmıştı. Ama şu elimdeki mail, günümü güzelleyen şu gizemli mail o uzakları ne kadar da yakın etmişti. Odama döndüğümde pencere kenarına oturup tekrar tekrar baktım, çözmeye çalıştım. Olmadı çözemedim bir türlü. Türkiye dışından geliyordu. İsim de belirgin değildi. Karmaşık bir rumuz vardı isim yerinde.
Hamza Çavuş öleli yıllar olmuştu. Çocukları mıydı yoksa. Ya da ilçede onu bu ezgiyle özdeş bilenlerden biri göndermiş olamaz mıydı? Yoksa Gülbahar ya da Gülten’den miydi?
Türküdeki “Birini dişle gönder” dizesi değiştirilerek” “Üçünü de dişle gönder “ yazılmıştı:
“Bana bir mendil gönder
Ucunu işle gönder
İçine üç elma koy
Üçünü de dişle gönder"
Bu bir ip ucu olabilir miydi? Tam bunları düşünürken aklıma geldi. Burnumun dibinde duran asrın inanılmaz buluşlarından neden yararlanmıyordum. Hemen geçtim bilgisayarın başına. O bilinmeyen adrese bir mail gönderdim ve benim MSN adresimi verdim. Yanıt hiç gecikmedi anında geldi, hem de görüntülü… Ekranda bir hanım belirdi. Tanımaz olur muydum o yeşil gözlü güzel kadını. O’ydu. Gülbahar dı o. Az sonra yanında 8–9 yaşlarında şirin mi şirin bir kız çocuğu belirdi…
“Bak bu kızım Yasemin”
Ve sonra ekranın diğer ucunda sarı saçlı mavi gözlü tam Kuzey Avrupalı tipinde orta yaşlı bir bey gülümsedi. Onu da tanıttı :
“Eşim Frank”
Az sonra görüntüler kayboldu ekrandan.
Yerini özene bezene yazılmış Ahmet Muhip Dranas’ın o unutulmaz dizeleri aldı:
“Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi
Geldim işte mevsim gibi kapına”
Ve devamı:
“Evet işte biz de ailecek merhaba demeye geldik kapına.
Yakında buradaki bir Üniversite’nin görevlisi olarak ailecek Türkiye’de olacağız. Eşimle Türkiye hakkında bir tez hazırlıyoruz. Umarım görüşürüz ve ayrıca çok özlediğim köyümü eşim ve çocuğumla görmeye gideceğiz. Kardeşim Gülten de bizimle gelecek. Bizlerle olmanı çok ama çok isterim”
Ve ekran kapandı.
Benim ise içimde bambaşka bir ekran açıldı. O içimde boy gösteren ekranla uzun süre bakışıp durduk. Bir yandan da kendi kendime mırıldanıyordum:
“ Gelmez olur muyum Gülbahar gelirdim elbet, bilsen ben de ne çok özledim çocukluğumun Gültenlerini”.
Neler yoktu ki o ekranda… Arada birde Üniversite yıllarında yazdığım Varlık Dergi’sinde yayımlanan ilk şiirlerimden biri boy gösterip duruyordu:
ÇOCUKLUĞUMUN GÜLTENLERİ
babamdı
tutan o’ydu ellerimden
tanrıların uğrak yerlerine
süzülerek geçerdik
kurduğu ipeksi köprülerden
.
eğip başımı
sesimi asardım
uysal mırıltılara
.
tersine akardı hep
içimin ırmakları
.
damıttığım sulardan
size tanrı gözleri toplardım
bölüşürdünüz birer ikişer
.
kim bilir siz şimdi nerdesiniz
çocukluğumun Gültenleri
sizden başka doğurabilen oldu mu
sizin cennetinizi
TEKİN GÖNENÇ