30 Ekim 2013 Çarşamba

“CUMHURİYET BAYRAMI NEDİR?


“CUMHURİYET BAYRAMI NEDİR?
Bunu, bize en iyi özetleyen kişi, Cumhuriyet'in ölümsüz kurucusudur.
Mustafa Kemal, Türkiye'yi yüzyıllardan beri iki büyük kahredici gücün, iki büyük lanetleme gücünün ezdiğini haykırdığı gün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gönderesine ilk Cumhuriyet bayrağını çekmişti.
Bu iki kahredici, lânetleme, baş belâsı güç neydi?
Mustafa Kemal'e göre birisi Emperyalizm, öteki Saltanat'tı.
Emperyalizm neydi?
Batıda, serbest rekabetçi tasını tarağını toparlamış ve iç çatışmalarını, dünya ölçüsünde kangrenleştirmiş olan, tekelci kapitalizmdi.
Saltanat neydi?
Kadim tefeci-bezirgân sermayenin her türlü gelişimi taşlaştırıp dondurakoymuş olan derebeylik biçimiydi.
Bu iki güç birbirileriyle domuz topu olmuştu. Emperyalizmin yeryüzündeki egemenliğini sağlayan yerli avadanlık, geri ve sömürge ülkelerde emperyalizmin teslim aldığı irili ufaklı saltanatlardı.
1919 yılı, yalın savaş kılıcıyla, Kadim Çağ derebeyliği olan emperyalizmin yüzde yüz emrine geçirilmişti. Onun için, Anadolu içlerinde, gâvura karşı kıpırdayan başkaldırma karşısında, ilkin sözde Müslüman olan saltanatı buldu. Emperyalizmin papaz fru’ları, Saltanatın Molla Necmettin’lerini parayla tuttular. Ve Anadolu topraklarına sarıklı-cübbeli kılıklarla, casus ve baltalayıcı olarak gönderdiler. Ege Cephesi’nde Milli Kurtuluş Cephesi’nin ilk kurşunu, Yunanlı’dan önce, sözde mütegallibe hacıağalarına karşı sıkılmak zorunda kalındı.
Cumhuriyet çağına dek Türkiye’de kurtuluş yolları çok arandı ve denendi. Dizginler Saltanatın elinde kaldığı sürece debelene debelene batıldı. Ya Lâle Devri gibi, halkın Saltanat'a düşmanlığıyla devrilen, bir sefahat sofrası kuruldu, ya Tanzimat gibi emperyalizme şirin görünme muskası takınılarak Abdülhamit istibdadına karıldı. Ya da Meşrutiyet’te olduğu gibi Saltanat'ın da altı üstüne getirilip, sömürgeleşme uçurumuna yuvarlanıldı. O «kâr’ı kadim» Saltanat kazanı, emperyalizmin ateşi üstünde kızdırıldıkça, içindeki Türk Milleti diri kaynatılmaktan kurtulamazdı.
Cumhuriyet, Saltanat kazanını devirip, emperyalizmin ateşini Türkiye'de söndürdüğü için bir Milli Kurtuluş yarattı.
Cumhuriyet emperyalizme, yani Cihan finans Kapitalizmine ve Saltanat’a, yani Osmanlı tefeci -bezirgânlığına karşı savaşarak doğdu.
Türkiye'de Cumhuriyet'in anlamını yücelten ve kutsallaştıran, Mustafa Kemal'in hiç hayale kapılmaksızın pek açık belirttiği, o her iki irtica cephesinde, her iki gericilik cephesinde başardığı savaştır.
45 yıldır Türkiye'de neler olup bitti?
Her canlı ya da cansız varlık gibi, toplumumuz da zamanla bir sıra değişikliklere uğradı. Ana çizgisiyle, yani ekonomik temel ve sosyal sınıf yapısı bakımından geçirdiğimiz değişikliklerin anlamı ve yönü ne oldu?
Soruya duruca karşılık bulmak için kendi kendimize bir daha sorabiliriz: Türkiye’de Cumhuriyet, Mustafa Kemal'in ilk olarak gördüğü ve gösterdiği hedefe vardı mı? Daha kabaca söyleyelim: Türkiye’de, Saltanatı kökünden devirip, emperyalizmi kökünden kazıdı mı?
Bu sorulara yuvarlacık bir EVET, yahut HAYIR ile karşılık verecek kadar bozuk metafizik veya skolastik bir düşünce ve davranış olamaz. Cumhuriyetimiz’in gerçekliğinde yatan diyalektik büsbütün beklenmedik, şaşırtıcı gelişmeler gösterdi:
1- SALTANAT'ın tepesi Padişahlık ve Hilâfetti. Saltanatın tabanı derebeyleşmiş tefeci–bezirgânlıktı. Cumhuriyet, tepedeki padişahlığı ve hilâfeti kaldırdı. Tabandaki kadim tefeci-bezirgân hacıağalık ne oldu?
Vaktiyle “irtica” denilen gericilik isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hattâ ayrıcalandı. Yalnız ara sıra tefeciliğe karşı resmi savaşlar açıldı. Yüzde ondan “aşırı” faizler kanunla yasaklandı.
Oysa, politikanın etkileyemediği kanunlar vardı. Türkiye ekonomisinde kadim tefeci-bezirgân sermayenin kökünü ancak genlikli (prosper: Müreffeh) ve hızlı bir modern sanayileşme kazıyabilirdi. Geniş üretim alanımız, toprakta küçük ekici, sanayide esnaf eliyle yürütüldükçe kaçınılmaz sonuç belliydi. En ufak teşkilatına göz yumulmayan, her kımıldanışı “ağa” ağırlığıyla ile boğulan, binbir devlet vergisi ve banka mükellefiyetleri altında her gün biraz daha ezilen KÜÇÜK ÜRETMENLER tefeci-bezirgân torbasında kekliktiler.
O yüzden en iyi niyetli olsun veya olmasın, bütün resmi yasaklar ister istemez kitapta kaldı. Hayatta kadim tefeci-bezirgân ilişkileri, şehir bankalarından güç alarak bütün hınçları ve uğursuzluklarıyla işlediler. Eski “saltanatlarını” (yeni egemenliklerini) yürüttüler ve git gide büyülttüler.
2- EMPERYALİZM'in tepesi -o günler- Yunan Kıralı ile Türk Padişahı’nın gölgelerine çöreklenmiş: İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan ve ilh... emperyalist silâhlı güçleriydi. Emperyalizmin Türkiye içindeki tabanı: yabancı komprador sermaye, yâni bankalar ve şirketlerle onların acenteleriydi.
Mehmetçik, Yunan Ordusu’nu baskına uğratınca Yunan Kıralı’nı, maymun ısırdı, Türk Padişahı’nın kavuğu devrildi. Emperyalist silahlı güçler paratonersiz kaldılar. Ana yurtlarındaki grevlerde, halk hareketlerinde Sovyet İhtilali’ni bastırmaya vakit bulamayan emperyalizmin silâhlı güçlerini de şeytan aldı götürdü.
Tabandaki modern yabancı şirketlerle acenteler ne oldular?
Düyunu Umumiye alacaklıları “Şark isyanlarını” ve şirketler “Gazi’ye suikastları” kışkırttıkça, yerli–yabancı firmalar devletleştirildi. Çoğunluğu Rum, Ermeni, Yahudi olan komprador burjuvazi “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla sindirildi. Sermayeci tıkırına baktıkça okşanmaktan da öteye şımartıldı ve varsa yoksa biricik devlet gözdesi yapıldı.
Bunun üzerine pek imrendiğimiz özel sermaye külahları silâhları değiştirip yerli milli şirketler kılığında “adanmış toprağına” kavuştu. Uluslararası finans kapital bütünlüğü içinde bir öz ve özel parça oldu, Türkler “Medenî Kıyafet” takınıp “Avrupalılaştılar”. Batılı kodaman turistler ve vaktiyle Türk'e tepeden bakan kompradorlar da “Türkleştiler”.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki “Cemiyeti Akvam” (Uluslar Derneği) adını alan kozmopolitlik eğilimi, İkinci Dünya Savaşı'ndaki «Birleşmiş Milletler» biçimine doğru gelmişti. NATO, CENTO, Pentagon kemerlerini can kurtaran simitleri gibi kuşandık.
Cumhuriyet’in başlıca “hikmeti vücudu”: Birincisi, Saltanatı (Türkçe’si: DOĞU GERİCİLİĞİNİ); İkincisi Emperyalizmi (Türkçe’si: BATI GERİCİLİĞİNİ) yok etmekti. 1919-29 arası Türkiye'de, kadim doğu gericiliğinin kavuğu olan saltanat devrildi. O kavuğun örttüğü asıl doğu gericiliğinin başı: tefeci-bezirgânlık dımdızlak parladı kaldı. O yüzden eski “irtica”, yeni, “gericilik”: budanmış ağaç gibi, her zamankinden daha zor kötekli ve daha gürbüz olarak, dört bucağımıza dal budak saldı.
1919-29 arası, Türkiye'de modern batı gericiliğinin şapkası olan emperyalizm, silâhlı kuvvet biçimiyle önce kapıdan kovuldu. O şapkayı taşıyan eskimiş ve tutar yeri kalmamış komprador burjuvazi saf dışı edildi Emperyalizm şapkasını yerli millî şirketler başlarına geçirdiler. Kapıdan kovulan yabancı sermaye: “Batıcı Demokrasi” ve “dış yardım” adı verilen Truva’nın Atı’yla yurdumuza bacadan girdi. Bir de baktık, 1923 yılı finans kapital şeytanının alıp götürdüğü yabancı silâhlı güçleri, aynı şeytan satamayıp geri getirdi. Ve yüzlerce üs'te yuvalandırdı.
O nedenlerle, kırk yıllık ara geçmeden: Birinci Kuvayı Milliyecilik’ten sonra bir İkinci Kuvayı Milliyecilik gerekti.
1919-29 yılları Birinci Milli Demokratik Devrim sosyal bir kümeye: “komprador burjuvaziye” karşı gerçekleşti. Ancak, kompradorların yerine, Türkiye’de, genlikli ve ilerici bir sanayi burjuvazisi geçemedi. “Eşsiz-Örneksiz” Devletçiliğimiz sayesinde: tebdil gezen en eski kompradorlar, en kodaman, kadîm tefeci- bezirgânlar ve en kodaman büyük toprak emlâk ağaları bankalar kubbesi altında harman edildi; hepsinden, son sistem “her mahallede bir milyoner” parolalı yerli millî FİNANS KAPİTAL OLİGARŞİSİ yaratıldı.
1959-69 yılları İkinci Milli Demokratik Devrim, 27 Mayıs’ın ışığı altında çimçiğ aydınlandı.
Burada, nükleer başlıklı Amerikan üslerine sırtlarını dayamış bulunan finans kapital oligarşisi, Mustafa Kemal'in «EMPERYALİZM» dediği BATI GERİCİLİĞİ'dir.
Burada köylerimizi inlete inlete sömürdükçe biti kanlanan tefeci hacıağalık, Mustafa Kemal'in «SALTANAT» dediği DOĞU GERİCİLİĞİ’dir.
Her iki gericilik de, 48 yıl önce Kuvayı Milliyeci atalarımızın savaş açtıkları aynı iki başlı ejderhanın bugünkü gelişimidir, iki kahredici, iki lânet olası büyük baş belâmızdır.
Birinci Kuvayı Milliyecilik: SİLÂHLI, askercil, sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.
İkinci Kuvayı Milliyecilik’te, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birinci Kuvayı Milliyeciliğin devrimci, kutsal Mustafa Kemal gelenekli CUMHURİYET BAYRAĞI başımızdadır.”

Dr. Hikmet KIVILCIMLI, 29 Ekim 1968

Alper Akçam Notları

21 Ekim 2013 Pazartesi

AHMET TANER KIŞLALI

 21 Ekim 1999 14 yıldır özlemle arıyoruz ,anıyoruz...SAYGI İLE...
İki "insan"ın yaşamöyküsü....
Nilgün Kışlalı "Türk" dedi...
Ahmet Taner Kışlalı "Atatürk" dedi.
Bir Türk'ün ölümü...
İki Türk'ün ölümü...
Türklerin ölümü....
Ölüyorlar, öldürüyorlar, "Türk" dedikçe, "Atatürk" dedikçe...
Ve "Ölen ölür, kalan sağlar bizdendir" diyenler ürüyor...
Olsun...
Bu kitap, Kışlalı'ların geride bıraktıkları sevginin, doğallığın, insanlığın ve umudun izlerini yansıtıyor.
SITKI ULUÇ (Ahmet Taner Kışlalı'nın damadı)

Not: Bu kitap :Çıktığını duyduktan sonra beş yıl heryerde ardadığım bir kitap.Umudumu yitirmek üzere iken hiç ummadığım bir yerde ;İzmir Ankara karayolu üzerinde bir dinlenme tesislerindeki bir sergide buldum.En değerli kitaplarım arasındadır ,hayranım" İki Türk"'e...
Arzu Sarıyer

18 Ekim 2013 Cuma

Oktay Ekinci yasası... KENTLER YETİM, DOĞA VE ÇEVRE ÖKSÜZ ZEYNEP ORAL

   14 Ekim 2013 Sonsuzluktasınız....


Oktay Ekinci yasası...

KENTLER YETİM, DOĞA VE ÇEVRE ÖKSÜZ
Sevgili Oktay Ekinci, iki gündür senden çok, sensiz kalan kentler için, sensiz kalan çevre için, sensiz kalan doğa için, sensiz kalan bizler için ağlıyoruz. 61 yaş, “gitmek” için çok erken. Ama sensiz bıraktıklarını düşününce senin gidişin erkenden de erken…
Haber bana Trakya’nın ücra bir köşesinde ulaştığında ilk aklıma gelen kimlerin artık biraz daha rahat edeceğiydi:
Rant ve çıkar uğruna anayasayı çiğneyenler… Torba yasalara sığınanlar… Kıyılardaki 50 m’lik yapı yasağını 10 m. gibi komik bir mesafeye indirenler… Kıyıya sıfır yapılaşmaya izin verenler… Ormanları imara açanlar… Eski eserlere çanak çömlek diyenler… Koruma yasalarını yok sayanlar… Kültür sözcüğünden nefret edenler.. vb.
Anadolu’yu, Türkiye’yi kucaklamak
Şu son on yıldır Cumhuriyet’te komşun olmak bana ne büyük bir kıvanç ve sevinç nedeniydi, bilemezsin. Hem kültür sayfasında perşembe günleri yazılarımız komşuydu, hem de gazetenin yazarlar odasında masalarımız komşuydu. Türkiye’nin her yöresindeki kentleri, kasabaları, köyleri; Anadolu’nun her doğa harikasını ve her sorununu; çevre için verilen her amansız mücadeleyi o masanın çevresindeki raflara taşımıştın. Senden yana bakmak, seninle sohbet demek, Türkiye’yi, Anadolu’yu kucaklamak demekti.
Sen mimar gazeteci ya da gazeteci mimar; ben mimariye âşık gazeteci; Cumhuriyet’e gelmeden önce de senden ve yazılarından ne çok şey öğrenmiştim… 30 küsur yıl çalıştığım gazeteden kovulduktan sonra geldiğim Cumhuriyet’te, beni “evimde” hissettiren ilk yazarlardan biriydin. Şehircilik bilincimi bileyen, Türkiye’nin her köşesinde uzmanlık alanım olmayan konularda bile, “sanatsal kültürel bakışı” dile getirmem için konuşmaya kışkırtan sendin. Biraz nazlanacak olsam, “Anadolu’ya borcumuz var”ı anımsatan yine sendin. 
Yürürlükteki yağma yasaları
Sevgili Oktay, salt mimari, şehircilik, çevrecilik, korumacılık değildi meselen… Yaşama bakışındaki, hayatı ve dünyayı kucaklayışındaki değer ölçüleriydi seni sen yapan. Yürürlükteki yağma yasalarına karşı da senin Oktay Ekinci yasaların vardı.
Ve seni sen yapan yasaların başında Cumhuriyet ilkeleri vardı: Atatürksevgisi, aydınlanma, çağdaşlaşma tutkusu, laiklik gibi ilkeler… Dürüstlük vardı. Çalışma tutkusu vardı. Yararlı olma tutkusu vardı. Dostlara kucak açma dürtüsü vardı. Toplumcuydun. Emeğe saygın sonsuzdu.
Hiç unutmuyorum: 12 Eylül 2013 tarihli Cumhuriyet’te yazdığın yazıyı. Faşist darbenin yıldönümüydü. Ve sen bu sayfadan haykırıyordun:
“Günümüzün yürürlükteki yağma yasaları 12 Eylül 1980 faşist darbesinin ürünüdür” diyordun.
Diyordun ki: 12 Eylül’ün “temel gerekçesi”, sermayenin tam egemenliğini ve sınırsız emek sömürüsünü hedefleyen 24 Ocak -ekonomik- kararları 1961 Anayasası’nın demokratik ve özgürlükçü özüyle çelişince, “baskı ve sömürüye uygun bir rejimin” getirilmesiydi…
Örnekler veriyordun: “Turizmi Teşvik Yasası”… Döviz gelirini çoğaltmak adına, yapılaşma haklarının “bakanlık onayı ile değiştirilmesi… “Emlak gelirini artırma”nın özellikle son 10 yılda hukuksal dayanak olması… Özelleştirme İdaresi’nin pazarladığı kamu arazilerinde, hem satışı çekici kılmak, hem de daha çok para kazandıracak imar değişikliklerini doğrudan Öİ’nin yapması… TOKİ’nin özel yasayla imar yetkilerini eline alarak, yine kendisine ortak kıldığı şirketlere “emlak gelirini yükseltecek” yüksek yapı yoğunluğu hakkı tanıması…
Ve şöyle haykırıyordun: 12 Eylül’ün “yerel yönetimleri devre dışı bırakarak hükümet planlarıyla uygulama yapmak” ilkesi, 30 yıl sonra da aynen geçerli…
Öyledir sevgili Oktay, bakma “12 Eylül’ü yargılıyoruz” palavralarına, işlerine geldi mi, darbe yasalarına bayılırlar! Şimdi sen de gittin, korkarım ki, işleri daha da kolaylaşacak!
Canım arkadaşım, hastanede güzel manzaralı odaya geçtiğinde: “Biliyor musunuz, bu manzaranın bozulmaması için ben bir ömür verdim” demişsin… Bir ömür bundan daha güzel nasıl özetlenebilir ki! Işıklar içinde uyu…


 ZEYNEP ORAL
18 Ekim 2013 - Cumhuriyet

3 Ekim 2013 Perşembe

Turgut Özakman'ın Emaneti…Zeynep Oral



Turgut Özakman'ın Emaneti…

Filozof şairimiz Cemal Süreya söylemişti: “Her ölüm erken ölümdür” diye…
“Turgut Özakman aramızdan ayrıldı” haberini aldığım an, içime koca bir “Ah”yerleşti ve işte asıl bu, erken ölüm diye mırıldandım! Oysa Turgut Özakman’n 83 yaşında olduğunu, rahatsızlığını ve dolu dolu yaşamış olduğunu biliyordum. Ama bence yine de erkendi, çünkü daha yapmak istediği çok şey, yazmak istediği çok eser vardı. Ama ne mutlu bize ki, hayatı boyunca çalışmaktan, üretmekten geri kalmadı ve bize muhteşem bir hazine kazandırdı! Artık o hazine, bizlere emanet!
Oyun yazarlığından ‘Çılgın Türkler’e...
Turgut Özakman’ı ben önce oyun yazarı olarak tanıdım ve sevdim. Yazdığı oyunlarla tiyatromuzun temel taşlarından biri olmuştu. Oyun yazmaya 16 yaşındayken başlamış ve yıllar içinde tiyatronun her türünde eser vermişti.“Ocak”, “Duvarların Ötesi”, “Paramparça”, “Sarıpınar 1914”, “Fehim Paşa Konağı”, “Resimli Osmanlı Tarihi” başta olmak üzere, sayısız oyunu, hem profesyonel tiyatrolarca hem de amatör ve okul tiyatrolarının repertuvarından düşmez oldu.
Oyunların yanı sıra roman, senaryo ve meslek kitaplarını da yazmayı sürdürdü Turgut Özakman. Hangi türde eser verirse versin, bunların ortak yanları vardı: En başta özgün ve temiz Türkçe kullanması. Gösterişten uzak, (tıpkı kendi gibi) sahici ve yalın, duru bir dil. Sonra çok ayrıntılı gözlem gücü. Özenli seçim yapması. Müthiş akıcı ve akılcı diyaloglar. Ustalıklı dramatik kurgu. Eleştiriyi üstünlük taslamadan yapması. Mizahı, ince güldürüyü, düşündürücü kılması… Özetle tıpkı kendi gibiydi yazıları da... Alçakgönüllü, söyleyeceğini sessizce ama en etkili biçimde söyleyen bir yazardı…
Sonra, sonra Türkiye, Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” kitabıyla sarsıldı. Yüzlerce baskı, inanılmaz satış rakamları ve okur sayısı… Kitap rekordan rekora koşuyordu. Ardından “Diriliş-Çanakkale 1915”, “Cumhuriyet-Türk Mucizesi…” Çok kimse şaştı bu popülariteye. Oysa şaşılacak bir şey yoktu. Sonsuz bilgisine ve birikimine, şu yukarıda saydığım tüm özellikleri katmıştı Turgut Özakman… Bir de… bir de…
Ne çok özlemiştik
Bir de, bir de… Nasıl söylesem ki:
Ah son on yıldır Mustafa Kemal Atatürk’e ve silah arkadaşlarına yapılan hakaretler, yok saymalar, küçümsemeler… Kurtuluş savaşı destanının küçümsenmesi… Cumhuriyet mücadelesinin yok sayılması… Cumhuriyeti, kötülüklerin kaynağı olarak gösterirken Osmanlı’ya özenmeler…
Söylenen bir yalan, bin kez tekrarlanınca herkes inanır sanılıyordu. Oysa bu doğru değildi. Ama yine de gerçeği öyle çok, öyle çok özlüyorduk ki! Kışkırtmalardan, yalanlardan ve kavgalardan bıkmıştık. Sevgiyi özlemiştik, saygıyı özlemiştik.
İşte bu koşullarda ve ortamda usta bir yazar, belgelere dayanarak bize tüm ayrıntılarıyla bir mucizeyi, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Mucizesini anlatıyordu. Bir ulusun yoktan var oluşunu anlatıyordu. Bağımsızlık mücadelesini ama aynı zamanda yüzlerce, binlerce kadının, erkeğin, çocuğun, yaşlının hayatını anlatıyordu. İnsanı insan yapan değerleri, insanlık onurunu anlatıyordu. Hem de gerçeğini, özünü! Ne çok, ne çok özlemiştik!
Turgut Özakman bize o çılgın Türklerin gerçekleştirdiği mucizeyi yeniden anımsattı. Işık içinde uyusun…
3 Ekim 2013 - Cumhuriyet