20 Eylül 2015 Pazar

RUHİ SU

"Gelin canlar bir olalım" dedi, "ölsün" dediler, öldürdüler..
SABAHIN BİR SAHİBİ VAR..
SORARLAR BİRGÜN, SORARLAR..
Yıl 1912..
Van'da doğdu..
Adı Mehmet'ti..
Mehmet Ruhi Su..
Küçük yaşta annesi ve babasını kaybetmişti..
Onları hiç tanımadı..
Neden kaybettiğini hiç bilmedi..
Kimsesiz kalmıştı..
Çünkü ne bir yakını vardı, ne akrabası..
Ne amcası, ne dayısı..
"İtten aç, yılandan çıplaktı.."
Ailesi artık Anadolu insanıydı..
"Hangi taşı kaldırsam
anam babam..
Hangi dala uzansam
Hısım akrabam..
Ne güzel bir dünya bu
İyi ki geldim" derdi.
*. *. *
Neden kimsesizdi?..
Neden tek bir yakını yoktu?..
Yıllar sonra Yalçın Küçük Ruhi Su'nun Ermeni yetim olabileceğini yazdı..
Bunun üzerine oğlu İlgin Ruhi Su, "Babamın 1912'de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek" demişti..
Kendisi de cevabını bilmediği bu soruyu "Birinci Dünya Savaşı'nın ortada bıraktığı çocuklardan biriyim" diye yanıtlardı..
*. *. *
Ruhi Su'yu Adana'da çocuğu olmayan yoksul bir aileye verdiler..
1915 Ermeni tehcirinde ailesini kaybetmiş yüzlerce "devşirme" çocuk gibi..
Bunlar amcan ve yengen dediler..
Onları öyle bildi..
Adana'nın İngiliz ve Fransız İşgalinde amcam ve yengem dedikleri Ruhi Su'yu terketti..
Bunun üzerine Öksüzler Yurdu'na verildi..
Müziğe meraklıydı..
Yurtta bağlama, keman çalardı..
*. *. *
Çok başarılıydı..
Öksüzler Yurdundan, önce Adana Öğretmen Okulu'na, ardından Ankara'da Musiki Muallim Mektebi'ne girmeyi başardı.
Yıl 1942..
Ankara Devlet Konservatuarını bitirdi..
Aynı yıl Hasanoğlan Köy Enstitüsü`nde müzik öğretmenliği yaptı..
Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda görev aldı..
Devlet Operasında çalıştı..
*. *. *
Yıl 1951..
Devlet, türkülerinden rahatsız oldu..
Komünist diye içeri attılar..
Sansaryan Han'ın en alt katındaki hücrelerde ağır işkence gördü..
Tabutluğa kondu..
Beş yıl hapis yattı...
Ama yılmadı..
"Mahsus mahal derler kaldım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır..
Dirliğim düzenim dermanım canım
Solum sol tarafım imanım dinim." dedi.
*. *. *
Yıl 1957
Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara Radyosunda iş buldu..
İşi kısa sürdü..
Kovdular..
Kovulma nedeni şu türküydü..
"Serdari halimiz böyle n'olacak..
Kısa çöp uzundan hakkın alacak..
Mamurlar yıkılıp viran olacak..
Akıbet dağılır elimiz bizim."
*. *. *
Türküleri ünlendikçe, milyonlara ulaştı..
Düşmanı da çoğaldı..
Devlet ve egemen sistem onu hiç rahat bırakmadı..
Uzun süre işsiz kaldı..
27 Mayıs darbesi kulüplerde yabancı şarkıların sahne almasını yasaklayınca, gece kulüplerinde türkü söyledi..
*. *. *
Yıl 1962..
Yapı Kredi Yayınları için 5 yıllık bir çalışmayı tamamlayıp, taslağı banka yetkililerine teslim etti..
Banka kitabı bastı ama kitabı hazırlayan ve yazan Sadi Yaver olarak görünüyordu..
İsyan etti..
Emeği sömürülmüştü..
Mahkemeye gitti
Kazandı..
Ama Yapı Kredi Bankası kitabın 2'nci baskısını yapmadı..
*. *. *
Yılmadı..
Türküleri sevdanın ve kavganın sesiydi..
Toplumsal olaylara duyarsız kalmadı..
Yıl 1969..
Kanlı Pazar..
16 Şubat'ta İstanbul Taksim Meydanı'nda ABD'nin 6. Filo'sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada devlet tarafından öldürülen gençlere türkü yaktı..
"Bu Meydan Kanlı Meydan
Ok Fırladı Çıktı Yaydan
Kalkın Ayağa, Kalkın
Biz Şehirden, Siz Köyden."
Halkı isyana teşvikten yargılandı..
*. *. *
Yılmadı..
Yıl 1975..
Dostlar Korosunu kurdu..
Anadolu Halk Müziğine büyük katkılar verdi.
Çok sesli müziğin gelişmesinde önderlik yaptı..
Başta Pir Sultan ve bir çok ozanın deyişlerini türkü yaparak, alevi kültürünü milyonlara sevdirdi..
"Benim kabem insandır
Kuran da kurtaran da
İnsanoğlu insandır." dedi..
Dinsizlikle suçlandı.
*. *. *
Yılmadı..
Yıl 1977..
1 Mayıs katliamına haykırdı.
"Şişli Meydanında üç kız
Biri Çiğdem biri Nergis
Vuruldular güpegündüz
Sorarlar bir gün sorarlar."
*. *. *
Yılmadı..
Kahramanlık türküleri çaldı..
Estergon Kalesi, Çanakkale içinde Aynalı Çarşı..
Ankara'nın taşına bak, Kuvai Milli destanı..
Ezilen Anadolu halkının sesi oldu..
"Dostlarım, kardeşlerim, canlarım
Kaldırın başlarınızı..
Suçlular gibi yüzümüz yerde
Özümüz darda durup dururuz
Kaldırın başlarınızı yukarı."
*. *. *
Yıl 1980..
Türkiye'de 12 Eylül darbesi oldu..
Ruhi Su kemik kanserine yakalandı..
Tedavi için yurtdışına gitmesi gerekiyordu..
Pasaport vermediler..
Askerler yurtdışına çıkmasını engellediler..
"Ölsün" dediler..
1985 yılında öldü..
"Ağaç demiş ki baltaya,
Sen beni kesemezdin ama
Ne yapayım ki sapın benden
Bak şu ağacın bilincine sen
Ölen ben, öldüren benden."
Geride 16 adet 45'lik plak ve 11 adet uzunçalar, yüzlerce talebe, milyonlarca hayran bıraktı..
*. *. *
Cenaze töreni 12 Eylül'den sonra ilk toplumsal protestoya dönüştü..
Güvenlik güçlerinin tüm engellemelerine rağmen onbinler Şişli Camisi'ne aktı..
Medyanın cenaze törenini görüntülemesi engellendi..
Cenazesi Şişli'den Zincirlikuyu'ya giderken, onbinler haykırdı..
"Ruhi Su'lar ölmez"
Ön sıralarda haykıranlar göz altına alındı..
Tam 163 kişi hakkında soruşturma başlatıldı..
Devlet memuru olanlar işinden atıldı..
*. *. *
Yıl 1990..
Zincirlikuyu'daki mezarı kimliği belirsiz kişiler tarafından saldırıya uğradı..
Saldırganlar mezar taşını kırmaya çalıştı..
Başarılı olamayınca kurşunladılar..
Saldırganlar hakkında soruşturma bile açılmadı..
Dosya kapatıldı..
*. *. *
Yıl 2010..
Devletin el üstünde tuttuğu, Kaçak Saray'a övgüler yağdıran Hülya Avşar kendi televizyon programında Cem Karaca'nın eşi İlkim Karaca'yı konuk ediyordu..
İlkim Karaca, adının konservatuvarda Ruhi Su tarafından konulduğunu söyledi.
Bunun üzerine Hülya Avşar, "Ona da buradan selam yollayalım" dedi.
Karaca'nın "Ruhi Su öldü, hem de 25 yıl önce" sözleri üzerine şaşkına dönen Avşar, "Aaaa öyle mi.. Nur içinde yatsın o zaman" diye konuştu..
*. *. *
Tarih 2015..
Yarın 20 Eylül..
Ruhi Su'nun ölümünün 30. yıldönümü..
Nazım Hikmet'in sözüdür..
“İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, daha uzun ömürlü kendilerinden.”
Ruhi Su'nun türküleri ölümsüzdür..
Çünkü Ruhi Su, dev bir çınardır; kökü Anadolu topraklarındadır..
Çünkü Ruhi Su, ulu bir dağdır; Ağrıdır, Munzurdur, Erciyestir, Spildir..
Hasan Dağı gibi dimdik ve Anadolu'nun ortasında her an patlamaya hazır bir volkandır..
Çünkü Ruhi Su, sudur; Kızılırmaktır, Yeşilırmaktır, Sakaryadır..
Dicledir, Fırattır, Çoruhtur.. Anadolu'nun her yerinde gürül gürül akmaktadır...
Çünkü Ruhi Su, çeliktir..
..Ve çelik aldığı suyu unutmaz..
Birgün mutlak hesap sorar..
"Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler, acılar
Sararlar bir gün, sararlar"
(Sedat Kaya, Datça)

2 Eylül 2015 Çarşamba

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Oktay Akbal: Cumhuriyet çınarı Mustafa Balbay

28 Ağıstos .2015

Oktay Akbal’ı da sonsuzluğa uğurluyoruz. Cumhuriyet tarihinin en önemli edebiyatçılarından, köşe yazarlarından, aydınlanmacılarından biri olan Oktay Akbal, daha yaşamında ölümsüzlüğe ulaşmış, toplumun bütün katmanlarında yer edinmişti.
Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan Akbal, Cumhuriyet ile bağını sadece bu yaşdaşlıkla sınırlı tutmadı. Adeta Cumhuriyet’in bütün temel değerleri ile birlikte yaşadı.
Oktay Akbal gibi Atatürk dönemini, Cumhuriyetin kuruluşunu, Cumhuriyet devrimlerini yaşamış olan kuşak sonraki kuşaklara buruk bakar. Onlar Cumhuriyet heyecanını iliklerine kadar yaşadıkları için sonraki kuşakların bu heyecandan mahrum kalmasından duydukları üzüntüyü sürekli dillendirirler. Berin Nadi de son nefesine dek bizlere hep şunu söylerdi:
“Ah zavallı sizin kuşaklar! Cumhuriyet heyecanını yaşayamadınız. Yıkım yıllarına denk geldiniz...”
Oktay Akbal da öyleydi. O, Türkiye Cumhuriyeti’nin canlı tanığı olarak, aydınlanma devrimini hem yaşadı hem yazdı.
***
Yazarların kendi aralarında şöyle bir ikilem vardır; yazmak için mi yaşanır, yaşamak için mi yazılır...
Oktay Akbal yazarlık - gazetecilik uğruna yükseköğrenimini bile yarıda bırakmış bir kişi olarak, yazmayı yaşamının ayrılmaz bir parçası saydı.
Ama nasıl yazmaz?
O Türkiye Cumhuriyeti’nin inişli çıkışlı, darbeli ara dönemli yıllarında her şeyi göze alarak gerçekleri gazeteci çıplaklığında, edebiyatçı zenginliğinde, mücadeleci militanlığında yazdı.
Bu ilkeleri benimsemiş pek çok yazar gibi yaşam standardı hep belli bir düzeyde kaldı. Tanıdığı yabancı yazarlar ona takılırmış... Türkiye’de telif hakları daha çok telef hakları olduğu için yazarların ürettikleri öteden beri gerçek karşılığını bulmamıştır. Oktay Akbal da bundan payını alan ustalardan biriydi.
Oktay Akbal’ın bir kaygısı yazmaksa öteki iki kaygısı da iki Cumhuriyet’ti. Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyet gazetesi. Bir dostuyla sohbetinin, hal hatırdan sonraki ilk cümlesi ya Türkiye Cumhuriyeti olurdu ya Cumhuriyet gazetesi. Her ikisi ile ilgili duyduğu derin kaygıların acısını son yıllarda vücudunu saran onca yastalıktan daha çok hissederdi.
Zaten her iki kurum da kendisine böylesi aşkla ve kaygıyla bağlı insanların üzerinde duruyor.
***
Oktay Akbal son yıllarını yeryüzündeki cennet Akyaka’da geçirdi. Kendisi ile burada zaman sınırı olmayan güzel sohbetlerimiz oldu. O Azmakbaşı’nda Nail Çakırhan ile birlikte otururken iki yanımızdan şırıl şırıl akan sulara, az ötedeki sazlıklara bakıp seslenmeden edememiştim; “Oktay Abi burası Azmakbaşı değil, yazmakbaşı...İnsan burada neler yazar.” O güzel kahkahasını atıp “O zaman sen de buralı ol”derdi.
Çağın insanlığın bütün değerlerini, en içli sözcüklerle haykıran Oktay Akbal, yazılarını daktilo ile yazmaktan parmakları şişinceye kadar vazgeçmedi. Ona geçen yıl Ali Abalı ile birlikte bir daktilo bulup ulaştırmak hepimize iyi gelmişti. Öyle ya dağarcığındaki her sözcüğü kâğıda dökerken, bizim de mürekkebimiz olacaktı.
Oktay Akbal’ı güzel ülkemizin en güzel köşelerinden birinde yarın sonsuzluğa uğurlayacağız. Cumhuriyet aydınlanmasının, Atatürk devrimcilerinin, güzel Türkçemizin başı sağ olsun.
30.ağustos 2015

http://www.cumhuriyet.com.tr/arama/oktay+akbal

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/356743/Oktay_Akbal_i_ugurladik.html



Işıl Özgentürk
31 Ağustos 2015 Pazartesi
Böyle bir yaz görmemiştim, sevdiğim insanlar birbiri ardına başka bir dünyaya gidiveriyor, bana ise sadece onların dizeleri, resimleri ve anıları kalıyor. Oktay Akbalda bizi terk etti. O insanı yüreğinden vuran hikâyeler artık yazılmayacak. Onu çok sevdiğim bir yazısıyla uğurlamak istiyorum. Bütün şiirler bugün onun için…
Şubat günlerinde Erenköy!.. Yaşlı insanların güneşe kavuştuklarında duydukları sevincini bilir misiniz?
Yaşayanlar, yaşayacak olanlar er geç anlar! Bahçeye açılışı pencerelerin, bahçede doluşan kedilerin, ürkek tavukların, horozların getirdiği bambaşka bir güz...
Ben her zaman şiiri ararım. Hemen her şeyin bir şiiri vardır. Orhan Velinin ‘rakı şişesinde balık olsam’ şiirindeki gibi..
Değişik bir yaşam arayanlara git işte sokağa bak, çevreye bak, derim ben. Sokakta her şey vardır. Kış günlerindeki kapatılmışlığın ardından gelen güzellikler ya da çirkinlikler. İyinin de kötünün de güzelin de çirkinin de şiirleri olduğu gibi.İlk şiir defterimi bir bulsam... Ne yapsam da o günlere azıcık geri dönsem!İşte 1940 yılının bir mayıs günü.Milli’ye gittim. Arkamdaki sıralarda o vardı. Yanında üç arkadaşı. Beyaz bir rob giymiş, çok güzeldi. Yanında da dört kız arkadaşı. Onunla bir konuşma yapmak içimden geldi. Hiç değilse ona, çocukluk günlerimizdeki bahçe oyunlarını hatırlatsam. Küçük yaşlarda yaşanan küçük olaylar vardır ya, bir türlü içimizden çıkmaz. İşte bir tanesi:
O müsvette defteri, saklar hatıraları koynunda. Istırap dolu günleri. Ve sonsuz acıların yarattığı saçmalıkları. Defterin her sayfasında bir isim büyük harflerle yazılmıştır. Etrafı çiçeklerle süslü. Bazen ben gönderilmeyen mektuplar yazmışımdır sana. Gözyaşlarım o sayfaları doldurmuştur.
Yıllar akarsuya kapılmış yapraklar gibi ağır ağır akacak. Ve ben bir gün aynada tanıyamayacağım kendimi. O zaman ne bir ümit ne de bir amacım olacak. Yıllar sonra bu defteri okurken düşen bir damla yaş dediklerimi kanıtlamıyor mu? En iyisi geçmiş yıllarımın anılarını yeniden yaşatmak...
Seni bir bekleyen var. Gözetliyor yıldızlara bakıp bekliyor beklediği insanı. Arıyor beklediği insanı. Sokakları ve yolları. Seni bir bekleyen var. Bekliyor sabrının son noktasına kadar. Ayaklarının takırtısını hayallerinin perdesine yansıtmak için. Evet seni bir bekleyen var. Yalnız sesini duymak için. Nerede çocukluğumu saklayan bahçe, dallarından sapan yaptığını erik ağacı, mırıldandığım senin sevdiğin şarkı? İstersen arayalım. Ve komşu bahçeden aşırdığımız gülleri. Onları bulamıyorum. Nereye gittiler, sen de bulamadın mı?
 Şiirlerdir seni, beni yaşatan. Bir gün daha. En az bir gün...”
* Bu yazı 23 Şubat 2014 tarihinde Oktay Akbal’ın köşesinde yayımlanmıştır.

13 Ağustos 2015 Perşembe

KEMAL BİLBAŞAR


Yayınlanma tarihi: 12 Ağustos 2015 Çarşamba


Kemal Bilbaşar'ın eserleri yeniden yayımlanıyor
Fikirde toplumcu, sanatta gerçekçi
Selim İleri, edebiyatımızın üç önemli yazarı Kemal Tahir, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’den kendi yetişme döneminde “Üç Kemaller” diye söz edildiğini, ancak dördüncü Kemal’in, yani Kemal Bilbaşar’ın -ilkinin yaşıtı, diğer ikisinin ağabeyidir- nedense unutulduğunu söyledikten sonra, “Fakat neden?” diye sorar ve cevabını yine kendisi verir: “Öyle sanıyorum ki, kendi köşenizde yazışlarınız, İzmir’de, İstanbul’dan uzakta yaşayışınız, köyü değil, silik, ölgün, iki arada bir derede kasabayı anlatışınız günün modalarına gönül vermiş okura seslenemiyordu. Unutulmayacak öyküleriniz 'Kendimize Dönebilmek', 'Cevizli Bahçe', 'Zümbül', 'Pembe Kurt', ötekiler, hele 'Çancının Karısı' arada kaynayıp gidecekti.”
Kemal Bilbaşar’ın çalkantılı bir dönemde geçen, Zühre Ninem adlı romanında ayrıntılarıyla anlattığı çocukluğunun, eseri üzerinde en önemli etkiyi yaptığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Bilbaşar 1910’da Çanakkale’de, Çerkes kökenli başkomiser Hüsnü Naim Bey ile soylu bir Balkan ailesine mensup Nuriye Hanım’ın oğlu olarak dünyaya gelir. Babasının Selanik’te görevliyken Balkan Savaşı sonrasında işgal kuvvetlerince 1912’de şehit edilmesi üzerine aile yeniden Çanakkale’ye döner. Bilbaşar’ın bütün bir çocukluk dönemini kaplayacak muhacirlik günleri başlamıştır artık. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve düşman donanmasının Çanakkale’yi zorlaması sonucu aile bu kez Eskişehir’e yerleşir, daha çok yoksul insanların yaşadığı Tatar Mahallesi'nin toprak sıvalı evlerinden birine sığınırlar. 1917’de okula başlar, ancak eğitimi daha sonraki göçler nedeniyle kesintiye uğrayacaktır. Sekiz yaşındayken annesinin Eskişehir İskân Müdürü Avni Bey’le evlenmesi, onda yeni uyanışlara neden olur. Dindar bir adam olan üvey babasıyla birlikte akşamları camileri, tekkeleri dolaşmaktadır, onun isteğiyle hafızlık eğitimi almaya başlamıştır. Öte yandan okuldaki öğretmenlerinin etkisiyle yeni başlamakta olan Kuvayı Milliye hareketine yakınlık duymaktadır. Nisan 1921’deki Yunan ilerlemesi karşısında Eskişehir’den ayrılarak açık tuz vagonları üzerinde Ankara’ya doğru yola çıkarlar. Ankara’ya vardıklarında on bir yaşındaki Bilbaşar, Hacıbayram’da asker kaçaklarının idamına tanık olur. Ankara’daki ikametleri ancak altı ay sürer. Sakarya Savaşı sürerken tehlike altındaki Ankara’dan Kayseri’ye gitmek üzere ayrılırlar. Ancak yolculukları Bünyan’da sona erer. Eskişehir’e zaferden sonra 1923’te dönerler. Bilbaşar önce bir terzinin sonra da bir kavafın yanında çırak olarak çalışmaya başlar.
GENİŞ BİR YELPAZENİN TEMSİLİ
Çanakkale’den Eskişehir’e göç ettikleri sırada Darüşşafaka’ya bıraktıkları ağabeyi Burhan’ın ortaya çıkışı, üvey babasının bir zanaata vermek istediği Bilbaşar’ın yaşamında bir dönüm noktası olur. Ağabeyinin öğretmen olarak görev yaptığı Seyitgazi’de, daha sonra Hadımköy’de ilköğrenimini tamamlar ve ardından Edirne Öğretmen Okulu’nu bitirir. Vize ve Babaeski’de iki yıl ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra -bu iki kasabadaki yaşantısından daha sonra Denizin Çağırışı romanını yazarken yararlanacaktır- girdiği Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki öğrenciliği sırasında edebiyatla ilgilenmeye başlar: “Edebiyatla ilgilenmeye Gazi Eğitim Enstitüsü öğrenim yıllarımda başladım, o sırada yabancı dilden çevrilen natüralist ve realist hikâye ve romanlar gözde olduğundan bu tür kitaplar elimizden düşmezdi. Hocamız Ahmet Hamdi Tanpınar ve Hakkı Tonguç ile bu kitaplar üzerine yaptığımız konuşmalar beni edebiyata daha sıkı bağlamıştır.”
1935’teki mezuniyetinin ardından aynı yılın resim-iş bölümü mezunu Bedia Bilge -tuhaf biçimde o da anne tarafından Balkan, baba tarafından Çerkes kökenlidir, yetişme yılları Bilbaşar’ın Bedoş adlı romanının konusunu oluşturacaktır- ile evlenir. Tarih-coğrafya öğretmeni olarak Nazilli’ye, 1937’de de İzmir’e atanan Bilbaşar’ın ilk hikâyesi 'Çımacı Hasan' 1937’de yayımlanır. 1939’da 'Budakoğlu' adlı öyküsüyle Ankara Halkevi Öykü Yarışması'nı kazanır. İlk öykü kitabı Anadolu’dan Hikâyeler 1939’da, onu izleyen Cevizli Bahçe 1941’de yayımlanır. Gerçekçi bir anlayışla kaleme alınan bu öyküler genel olarak bütün çelişkileri, renkleriyle kasaba ortamını yansıtır, konularının çeşitliliği, geniş bir yelpazeyi temsil eden hemen her kesimden kişileriyle dikkat çeker.
“PSİKOLOJİK YABANCILAŞMANIN İLK ÖRNEĞİ”
Kendi küçük dünyalarında ölçülü bir hayat yaşayan insanların çevresine ayak uyduramayan bir gencin dramını incelikli biçimde işlediği ilk romanı Denizin Çağırışı (1943) yazıldığı günlerde kimsenin ilgisini çekmemiş gibidir. Ahmet Oktay’a göre “ (…) öykü ve romanın daha çok yurt gerçeklerini, özellikle de köy ve kent yoksullarının sorunlarını anlattığı bir tarihte yazılan Denizin Çağırışı’yla Bilbaşar’ın farklı bir kanal açar gibi olduğu söylenmelidir. Psikolojik yabancılaşmanın ilk örneğidir bu roman.”
1944’te üç öyküden oluşan Pazarlık adlı kitabını yayımlar. Yurt ve Dünya, Adımlar, Ant gibi sol eğimli dergilerde ve yine sol eğilimli Tan gazetesinde öykü ve yazı yayımlaması nedeniyle bakanlıkça sürekli izlenen Bilbaşar, 1945’te altı ay kadar süreyle açığa alınır. Bu olaydan sonra göreli bir suskunluk içine girer, yeni öykü kitabı Pembe Kurt’u 1953’te, onu izleyen Köyden Kentten Üç Buutlu Hikâyeler’i 1956’da yayımlar.
Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarındaki değişimin bir Ege kasabasındaki yansımalarını, ince bir mizah duygusuyla ele aldığı ikinci romanı Ay Tutulduğu Gece, 1961’de yayımlanır. Aynı yıl öğretmenlikten emekliye ayrılan Bilbaşar, ertesi yıl Türkiye İşçi Partisi’ne katılır, İzmir İl Başkanlığı, Genel Yönetim Kurulu üyeliği görevlerini üstlenir. 1965 seçimlerinde partinin Manisa adayı olur, ancak seçilemez.
1966 başlarında İstanbul’a taşınan Bilbaşar’ı yoğun bir edebi faaliyet içinde görürüz. 1963’te Demokrat İzmir gazetesinde tefrika ettiği Cemo’yu 1966’da kitap halinde yayımlar. Büyük yankı uyandıran Cemo, 1967’de TDK Roman Ödülü'ne değer görülür. Doğu Anadolu’daki ağa-topraksız köylü-devlet ilişkilerini ele aldığı Cemo’da Bilbaşar, halk hikâyesi, destan ve masal öğelerinden yararlanır.
“Bizim halk edebiyatımız zengin bir dil ve sanat hazinesine dayanır, ölü değil yaşayan bir dil hazinesidir bu. Olanakları geniştir. Halk için yazan bir sanatçı, bu hazineyi görmezlikten gelir, ondan yararlanmazsa ister istemez halkla arasına mesafe koyar. Bu hazineden yararlandıkça yapıtın millî yanının güçleneceğini ve halklara daha rahat ulaşacağını Cemo ispatlamıştır. Cemo’nun Dil Kurumu 1967 Roman Ödülü’ne layık görülmesinin önemli nedeni bu olsa gerek. Dil Kurumu Ödülü'nü bana Cemo’nun kazandırmasına bu nedenle pek sevindim.”
Cemo’nun devamı niteliğindeki Memo (2 cilt, 1968, 1969) yine Doğu Anadolu insanı ve doğasının romanıdır. 1968 May Roman Ödülü’ne değer görülen Yeşil Gölge’de (1970) çok partili hayata geçiş yıllarının bir Batı Karadeniz kasabasındaki yansımalarını anlatır. 1971’de hikâyelerinden bir seçkiyi Irgatların Öfkesi adıyla yayımlar. Bunu 1972’de yayımladığı romanı Başka Olur Ağaların Düğünü izler. Kölelik Dönemeci’nde (1977) Çerkes atalarının 18. yy sonlarındaki tarihine eğilir. Roman, Çerkes boylarının bütün renkleriyle yansıttığı geleneksel yaşamının çözülüşüne yakılmış bir ağıt gibidir. Bilbaşar’ın son iki romanı biyografik roman özellikleri taşır. Bedoş (1980) eşi Bedia Bilbaşar’ın İkinci Meşrutiyet’ten başlayarak 1930’lara uzanan yetişme yıllarının hikâyesidir. Zühre Ninem (1981) ise anneannesi Zühre’nin etrafında, “Büyük Bozgun” denilen 93 yenilgisiyle (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) başlayarak Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarıyla süren çalkantılı dönemde Rumeli insanlarının alt üst olan hayatlarını anlatır.
1983’te kaybettiğimiz Bilbaşar, yaklaşık 46 yılı bulan edebiyat emeğini en iyi kendisi özetler: “Yapıtlarımı genellikle küçük kasaba ve köylerde yaşayan, çok çalışan, az mutlu olan insanların hayatını yansıtmak, onların belli bir bilince varmaları amacıyla kaleme aldım. Fikirde toplumcu, sanatta gerçekçi görüşe bağlı kaldım.”
[Haber görseli]

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Bedrettin Cömert


Bu güzel insanı, saygıyla ve özlemle anıyoruz...


Ufkun kıyısındayım
Orda bulutlar konuşuyor,
Orda düşlerin elleri-ayakları var
Ve denizkızları denizi baştan çıkarıyor

Masalın gerçek olduğu yerdeyim
Orada ay, güneşe ışık sunuyor
Orada müzik günlük ekmektir
Ve çocuk çiçeklere öğüt sorar
Orada erkek ve kadın tek bir
Varlıktır, orada kılıçlar ve kurşunlar
Sapana dönüşmüştür.
Orada söz ve eylem tek bir şeydir.
(Bedrettin Cömert, Kalmasın Ellerim Sizlerden Uzak,
Evrensel Yay., Haziran 1979, s. 133)

Bedrettin Cömert;
27 Eylül 1940 tarihinde Vezirköprü'de, doğdu. İlkokuldan sonra, altıncı ve yedinci sınıfları, Kangal ve Gürün'de okudu. Yoksulluk çekerek büyü­yen Bedrettin ortaokul üçüncü sınıftan başlayarak Sivas Lisesi'ne geçti, parasız yatılı sınavını kazanmış ve orta eğitimini güvence altına almıştı artık.
Bedrettin Cömert lisede okurken gerek düz yazı gerekse şiir olarak edebiyatla uğraşmaya başlamıştı. Bu yıllarda yazdığı ilk şiirleri Varlık dergisinde yayınlandı.
1960 yılında Liseyi bitirdi ve bir devlet bursunu kazanarak İtalya'ya gitti. İtal­ya'da ilk iki yıl Perugia Yabancı Üniversitesi'nde İtalyanca ve Latince okudu. Daha sonra Roma Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne girdi. 1965 yılında Maria Augostino ile evlendi. 1966 yılında büyük oğlu Ergun doğdu. Bir yandan Türk edebiyatında yapıtlar vermeyi sürdürürken bir yandan da 1967 yılında Roma Üni­versitesi'nden lisans diplomasını aldı.
1970 yılında Türkiye'ye dönen Bedrettin Cömert, Haziran ayında Hacettepe Üni­versitesi Sanat Tarihi Bölümü'ne asistan olarak girdi. Burada Sanat Tarihi ve Estetik konularındaki çalışmaları yürütürken, 1971 yılında Roma Üniversitesi Felsefe Ensti­tüsü'nde, "Son Elli Yılda Türkiye'de Sanat Eleştirisi" konusundaki tezi ile estetik doktoru derecesini aldı. 1972 yılında Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü'nde Öğretim Görevliliğine atandı. 1973 yılında küçük oğlu Kemal doğdu.
Sanat Tarihi konusundaki araştırmalarını, edebiyat ve eleştiri çalışmaları ile bir­likte sürdüren Bedrettin Cömert, ikinci doktorasını, Hacettepe Üniversitesinde verdi. "Giotto ve San Francesco Geleneği" konusunda yaptığı tez ile Sanat Tarihi doktoru da oldu. Aynı yıllarda, Türk televizyonu için "Leonardo da Vinci" adlı yapıtı çevirmişti.
Bir yandan özgün yapıtlar üretirken, öte yandan da, yabancı dildeki önemli bilim yapıtlarının Türkçeye kazandırılmasına çalışan Bedrettin Cömert, 1977 yılında Gombrich'in ünlü "Sanatın Öyküsü" adlı yapıtını çevirdi. Bu çeviri, Türk Dil Kurumu'­nun ödülünü aldı. Aynı yıl Türk Dili üzerindeki çalışmaları ve başarılı çevirileri sonunda 1977 yılında Türk Dil Kurumu'na üye oldu ve yine 1977'de sınavları başarı ile tamam­layarak Üniversite Doçenti oldu. Tezi, "Benedetto Croce'nin Estetiğinde İfade Kavramı ve İfadenin İletim Sorunu" adını taşıyordu. Üniversite Doçenti olduktan hemen sonra Hacettepe Üniversitesinin Sanat Tarihi Bölümüne eylemli Doçent olarak atandı. Doçent­lik tezi ancak ölümünden sonra Kültür Bakanlığınca yayımlandı ve çocuklarıyla birlikte yurt dışına gitmekte olan eşinin eline son anda, havaalanında ulaştırılabildi.
Bedrettin Cömert, 11 Temmuz 1978 günü sabah sekiz otuzda, en verimli çağında demokrasi düşmanı katiller tarafından otomobili içinde kurşunlanarak öldürüldü.

7 Temmuz 2015 Salı

RIFAT ILGAZ “Anadolu’nun yüce bir dağı” ÖNER YAĞCI

RIFAT ILGAZ
“Anadolu’nun yüce bir dağı”
ÖNER YAĞCI
“...Rıfat Ilgaz, o dönem toplumcu şairlerinin en ‘nevi şahsına münhasır olanı’dır. Şiirlerini sanki dudaklarından eksik olmayan acı bir tebessümle yazardı; ilk bakışta masum, hatta basit sanabilirdiniz; etkisi sonra sonra derinleşiyor, anlamı ya da mesajı, sonra sonra insanın içine işliyordu... O ‘Fedailer Mangası’nın demirbaşlarındandı...” Attilâ İlhan
7 Mayıs 1911’de soluk almaya başlayıp 7 Temmuz 1993, saat 05.05’de susan bir yürek işçisi; Sınıf’ın mimli ozanı, Hababam Sınıfı’nın ünlü yazarıdır Rıfat Ilgaz. Onun aynasında insan serüvenlerini, romanlarını görürüz. Öyküleştirilen yaşam kesitlerini, aydınlığa uzanan, karanlığın perdelerini yırtmaya çalışan ellerini, öykülerini görürüz. Gazete ve dergi yazılarından oluşan fıkralarını görürüz, yaşamın ve yanlış yaşatılmanın günlük keşmekeşine indirdiği darbeleri. Yaşadıklarından damıttığı ve geleceğe kalmasıyla yeni kuşaklara deney aktarma kaygısını içeren anılarını görürüz. Onun aydınlık ırmağımıza akmaya başlamasının ürünleri olan, “insanın yaşamı şiire yetmiyor” düşüncesiyle çoğalan şiirlerini görürüz; “halkımca sevdim” diyen bir şairi; hiçbir şey yapamıyorsan “aç iki kolunu iki yanına korkuluk ol” diyen sitemini...
Rıfat Ilgaz, Cide’nin duvarları deniz kokan (şimdi Rıfat Ilgaz Evi olan), ahşap bir evinde doğar. Gelir dünyaya ve yaşar, 82 yıllık onurlu bir çınar olur; çalışkan, ışık saçan, halkına ve yurduna sevdalı bir çınar; kaynağı insan, kaynağı halk, kaynağı Anadolu olan bir çınar... Tüttürdüğü güzellikler Anadolu’da yüzyıllardır süren aydınlanma kavgasına bağışlanan güzellikler olan bir çınar... Aydınlanma savaşımının ölümsüzlük bayrağını taşıyan bir çınar...
Rıfat Ilgaz’ın yaşamının aynası kitapları, kitaplarının aynası da yaşamıdır. “Yaşamak bir yürek işçiliği günümüzde” diyen bir sanat ve yaşam anlayışıyla, aynaya yaşamı sanatlaştırarak yansıtan bir yazardır o. Kaynaklarına ihanet etmeyen, kaynaklarından aldığı esinle yaşamın aydınlatılması, güzelleştirilmesi ve geleceğe aktarılması kavgasının ölümsüz yazarlarından biridir. O, halk ve insan kaynağına sosyalist, yurtsever, halkçı, Cumhuriyetçi, özgürlükçü, demokrat, laik, devrimci, aydınlanmacı bir aydın olarak eğilmiş, eğitimciliği ve insan sevgisiyle de, Can Yücel’in dediği gibi, “Anadolu’nun yüce bir dağı”olmuştur, “eteklerinde kitaplar.”
Onun yazdıklarında buram buram tüten, Anadolu’da yüzyıllardır süren aydınlanma kavgasına bağışlanan güzelliklerdir. “Dünü bugüne, bugünü yarına bağlama”nın ustalarından biri olarak aydınlanma savaşımımızın bayrağını yarınlara aktarmayı başaran yazarlarımızdan biri olan Rıfat Ilgaz, “yaşamak bir yürek işçiliği” düşüncesiyle yaşamı sanatlaştırarak aynaya yansıtan bir edebiyatçıdır. Peki, Rıfat Ilgaz nasıl böyle bir edebiyatçı olmuştur, onu Rıfat Ilgaz yapan etkenler nelerdir?
Rıfat Ilgaz “gerçekçi” bir edebiyatçıdır. Onun gerçekçiliği, yaşamı sanatlaştırmadaki seçtiği yöntemdir. İnsani gerçekçilikten sosyalist gerçekçiliğe uzanır. İnsanın, “insan emeğinin en yüce değer” olduğu; insanın doğaya egemen olarak yaşamı değiştiren bir varlık olduğu; yaşamı değiştirirken kendisinin de değiştiği; tek birey olarak değil de toplumsal ilişkiler içinde yaşayan bir varlık olduğu; doğayla ve başka insanlarla ilişkilerindeki duygularının, düşüncelerinin, davranışlarının çelişkilerle dolu olduğu; bu çelişkilerin ortadan kaldırılması için de insanın uğraş vermesi gerektiği; doğasında özgürlük ve ölümsüzlük arayışı olan insanın bu arayıştaki savaşımının onu asıl kimliğine ulaştırdığı... düşünceleri Rıfat Ilgaz’ın yaşamına da, sanatına da yön veren ilkelerdir.
Rıfat Ilgaz, bu düşüncelerle doğmamıştır elbette; bu düşünceler ona içinde bulunduğu yaşamın kattığı düşüncelerdir. Rıfat Ilgaz’ın ömür aynasında Anadolu’ya emeklerini ve güzelliklerini katanların geleneğini görürüz ilkin. Bu geleneğin Rıfat Ilgaz’ın yaşamına kattıklarına bakıldığında görülense şöyle özetlenebilir.
Cumhuriyet Çocuğu Rıfat Ilgaz
Rıfat Ilgaz bir Cumhuriyet çocuğudur. 7 Mayıs 1911’de Anadolu’nun Cide adlı kasabasında Düyunu Umumiye Memuru Hüseyin Vehbi Bey ile Fatma Hanım yedinci çocuklarına Mehmet Rıfat adını verirler. Çocukluk yılları Cide kıyılarında midye ve çakıltaşlarıyla oynayarak geçen Mehmet Rıfat’ın kitaplarla ilk ilgisi evlerinde babasıyla ağabeyi Faruk’un yüksek sesle okuduğu Şerlok Holmes’un detektiflik serüvenleri, Kerem ile Aslı, Zeycan ile Asuman gibi halk öyküleriyle başlamıştır. Çocukluğunun anıları arasında Vahdettin’in tahta çıktığı gün Cide’de “Padişahım çok yaşa!” diye bağırıldığını duyması da vardır. Bundan sonra da Mehmet Rıfat, Harbiye’nin kapatılmasıyla başöğretmen olarak okullarına gelen genç bir Harbiyelinin isteğine uyarak başındaki kırmızı fesi yere çalıp kalpak giyer ve kendi deyişiyle olur bir “Kuvayi Milliyeci”; “Bilmeden Osmanlı oluşum bitti, oldukça bilinçli bir Mustafa Kemalci oldum.” der.
Mehmet Saydur’un Biz de Yaşadık adıyla belgeselleştirerek sunduğu yapıtta görüleceği gibi ilkokul öğrencisi Mehmet Rıfat’ın Kurtuluş Savaşı sırasında, 9 Eylül günü İzmir’in kurtuluşu onuruna yapılan törende Tevfik Fikret’in “Ey halk yaşa, ey sevgili millet, yaşa varol!” şiirini okuduğunu anımsaması belki de özgürlükçü düşünceye doğru ilk adımlarını atmaya başladığı yıllardaki halkadır. Bu halka her geçen gün genişleyecek, örneğin Kuvayi Milliyecilere takasıyla silah taşıyan Cideli Rahime Kaptan’ı kucağında mavzerle görmesi Mehmet Rıfat’ın çocuk ruhunda derin izler bırakacaktır. Bu iz, Cumhuriyet’in muştusunu veren top seslerini sıtma hastalığı nedeniyle yatağında dinlemesine uzanacak ve gülmece yazarlığının bilgeliğiyle o, “Cumhuriyetçiliğim de Kuvayi Milliyeciliğim gibi ateşliydi ama bu ateş daha çok sıtmadan geliyordu” diyecektir.
İlkokulun altıncı sınıfını Terme’de bitirdikten sonra ortaokulu okumak için Kastamonu’ya ablasının yanına giden Mehmet Rıfat bir yandan ilerki yıllarda en ünlü romanı olacak olan Hababam Sınıfı’nın olaylarını yaşarken bir yanda da kitaplar okumaktadır. Çok okuduğu için “Romancı” derler ve bu ad halk arasında “Ormancı”ya dönüşür. Okuduğu Kastamonu Lisesinde şapka devriminin gereğini yerine getirerek şapka giyer. Türkçe öğretmeninin Zeki Ömer Defne olması bir şanstır onun için. TBMM’nin açtığı İstiklal Marşı yarışmasına bir şiirle katılır. İlk şiiri “Sevgilimin Mezarında” ise 27 Temmuz 1927’de Kastamonu’da çıkan Nazikter gazetesinde yayımlanır.
Kastamonu’da çıkan Açıksöz, Nazikter, Güzel İnebolu, Güzel Tosya gazetelerinde şiirleri ve ilk gülmece öyküleri Çalçene’de yayımlanır. Açıksöz’de çıkan “Sazını Çalana” adlı şiirini çok beğenen Faruk Nafiz Çamlıbel, Mehmet Rıfat’ın şiir defterini inceler ve sonuna şunları yazar: “Kastamonu’dan geçerken tanıdığım genç ve kıymetli şair Mehmet Rıfat’a sevgilerimle ve takdirlerimle.”
1928’de parasız yatılı olarak Muallim Mektebine girer. Nâzım Hikmet’in 835 Satır adlı şiir kitabını okur; yazdığı şiirleri beğenmemeye ve şiirinde toplumcu bir çizgi aramaya başlar.
Öğretmen Rıfat Ilgaz
Kastamonu Muallim Mektebi’ni bitirir, Gerede Misakı Milli İlkokulu’na öğretmen olarak atanır, okuldaki öğretmenlerden Nuriye Hanım’la evlenir (1931), Gönül adını verdikleri bir kızları olur. Akçakoca’ya atanır, Adapazarı’nda çavuş olarak askerliğe başlar; yedek subay okulunda genç şair Kemal Tahir’le de tanışır, askerliğini bitirip aynı yerde göreve başlar. Cumhuriyet’in 10. Yılı’dır ve genç şairler Geçit dergisinde bir araya gelmektedirler; ertesi yıl eşinden ayrılır, Ilgaz soyadını alır: “Öğretmenliğimi, sanatımı, edebiyatımı Kastamonu’da kazandım; orada seçtim... Öyleyse Kastamonu’yu simgeleyen bir soyadı bulmak zorundaydım. Böyle olunca da Ilgaz’ı seçecektim.”
1935’te Gümüşova bucağına başöğretmen olur, ertesi yıl Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’ne girer; öğretmenlerinden biri Ahmet Kutsi Tecer’dir; sınıf arkadaşları arasında Rüştü Şardağ, Baha Dürder, Haydar Ediskun da vardır; şiirleri Varlık ve Çığır’da yayımlanır. İki yıl sonra, peşini yıllarca bırakmayacak olan tüberküloza yakalanır ve okulunu bitirip Adapazarı Ortaokuluna Türkçe öğretmeni olarak atanır, hastalığı ilerleyince İstanbul-Yakacık Sanatoryumuna yatar. Ölümcül hastaların kaldığı “beş numara”dan sağ çıkar. Ertesi yıl Rikkat Hanım’la evlenirler, ciğerlerine on günde bir hava verilmesi gerektiği için İstanbul’a atanmasını ister; Yakacık Sanatoryumunda bir gün Nâzım Hikmet’le karşılaşır. Karagümrük Ortaokulu Türkçe öğretmenliğine atanır, eşi Eskişehir’e atanmıştır; Gedikpaşa’da bir pansiyona yerleşir. 1940’ta oğlu Aydın Ilgaz dünyaya gelir. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okumaya başladığı aynı yıl, Mehmet Saydur’un gerçekçi yorumuyla, “Ilgaz’ın toplumcu-gerçekçi çizgiye gelmesinde bir aşama olan şiirleri,” dönemin Serveti Fünun-Uyanış, Çığır, Oluş, Ulus Sanat Eki, Güneş, Yücel, Varlık, Hamle, Yeni İnsanlık dergilerinde yayımlanmaya başlar.
40 Karanlığı’nda Rıfat Ilgaz
Yürüyüş dergisiyle başlayan serüven Rıfat Ilgaz’ın sanatçı kimliğini de belirleyen bir serüvendir ve bu serüven hem dünyanın Hitler belasının saldırganlığıyla boğuştuğu hem de ülkemizin ırkçı bir saldırganlıkla ve Cumhuriyet Devrimi’nin getirdiklerinin yok edilmesine ilişkin ilk adımların atılmaya başlandığı bir dönemde yaşanacaktır.
“Fedailer Mangası”nı oluşturan bir avuç genç edebiyatçının (Hasan İzzettin Dinamo, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Şükran Kurdakul, Ömer Faruk Toprak, Arif Damar, Attilâ İlhan, Mehmed Kemal, Fethi Giray, Niyazi Akıncıoğlu...) savaşımları, “40 Karanlığı” denilen bir karanlığın saldırganlığı ve özgürlük ve demokrasiden yana, yurtsever ve barışçı direngenliğin örneklerinin verildiği bu dönem, Rıfat Ilgaz’ın yazarlığının, aydınlığının ve kişiliğinin de oluştuğu bir dönemdir. Yarenlik adlı şiir kitabını çıkarır (1943). Sonra da Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılan, mahkemece yargılanan ama edebiyat çevrelerince övgülerle karşılanan Sınıf’ı (1944) yayımlar ve “Sınıf’ın mimli ozanı” olarak ünlenir.
Rıfat Ilgaz Kitaplığı
Ardından Yaşadıkça, Devam gibi yeni şiir kitapları gelmeye ve “40 Karanlığı”nı aşmaya başlayan Rıfat Ilgaz, şiirle yetinmez ve Hababam Sınıfı başta olmak üzere gülmece romanlarını ve öykülerini ardı ardına sıralar. Dört de roman (Karadeniz’in Kıyıcığında, Karartma Geceleri, Sarı Yazma, Yıldız Karayel) sunar okurlarına. Gazeteci olarak Marko Paşa, Hür Marko Paşa, Adembaba, Tan, Demokrat İzmir, Akşam, Vatan, Yeni Gün, Yeni Gazete, Yeni Ulus, Cide Postası, Bartın, Çalçene, Akbaba, Dolmuş gazete ve dergilerinde yazılar yazar. Nerde Kalmıştık ve Cart Curt adlı kitapları bu yazılarının bir kısmından oluşur. Babıali anılarını Yokuş Yukarı; 12 Eylül dönemi anılarını Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra adıyla kitaplaştırır. Asım Bezirci’nin 1989 Ferit Oğuz Bayır Kültür ve Sanat Ödülü’nü kazanan Rıfat Ilgaz adlı çalışması, Rıfat Ilgaz’ın yaşamını ve yapıtlarını derinliğine anlatan; Alpay Kabacalı’nın Edebiyatımızın Koca Çınarı Rıfat Ilgaz adıyla sunduğu çalışma, 1993 Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı olan Rıfat Ilgaz’a bir armağan kitaptır. Mehmet Saydur’un, Rıfat Ilgaz’lı Yıllar, ustanın 80’li yıllarına tanıklık eden anılarını; “Dünden Bugüne Rıfat Ilgaz” altbaşlığıyla sunduğu Biz de Yaşadık adlı çalışması ise zamandizinsel olarak Rıfat Ilgaz’ın yaşamını aktaran kitaplardır.
Bu Bir Rıfat Ilgaz Kitabıdır, Hasan Hüseyin Yalvaç’ın Ilgaz’la ilgili yazı ve şiirlerinden oluşur. Cide Kıyılarında Rıfat Ilgaz, Cide ve Rıfat Ilgaz’la ilgili fotoğraflardan oluşan bir albümdür. Rıfat Ilgaz’ın ölümünden sonra Kırk Kuşağı’yla ilgili anılarını Öner Yağcı Fedailer Mangası; dergilerde kalmış ya da yayınlanmamış çocuk şiirlerini de Çocuk Bahçesi adıyla kitaplaştırır.
Rıfat Ilgaz, aydınlık ırmağımıza önce şiirle akmaya başlar. “Yeni anlayış”taki şiirlerini aldığı, daha önceki dönem şiirlerine yer vermediği ilk şiir kitabı Yarenlik’i 1943’te yayımlar. Kitap yayımlandığında Sabahattin Ali dönemin önemli solcu dergisi Yurt ve Dünya’da (Nisan 1943) şunları söyler: “Sosyal şiir nedir diyenlere bu kitabı göstermek lazım. Onun asıl kudreti, ferdilikten kurtulup cemiyetin malı olabilmesinde, kendi küçük dünyasındaki bütün şahsi meselelerin sosyal mahiyetini kavramasında ve bunları üçüncü şahsın bitaraflığı ile anlatabilmesindedir... Yarenlik bize, bir sanatkârın fildişi kuleye kapanmadan da kendisini verebildiğini, hatta daha fazlasını yaparak kendisiyle beraber bütün bir cemiyet parçasını da eserlerinde aksettirmek sureti ile sahici bir sanatkâr, halk sanatkârı mertebesine ulaşabileceğini göstermiştir. Bana sanat heyecanı ile dolu saatler yaşatan, insanların dertleri hakkında gözümde yeni ufuklar açan şaire bütün kalbimle teşekkür ederim.”
Yarenlik’te, yokluk ve yoksulluk içinde yaşayan kent insanlarının sıkıntılarını ve acılarını şiirleştiren Rıfat Ilgaz, böylece kendi şiir serüveninin ilk örneklerini oluştururken, günlük yaşamın kahredici gerçeklerini insani değerleri savunarak sunan bir şairi de edebiyat dünyamıza katmış olur. Günlük yaşamın çarpıcı tabloları, örneğin kolunu makineye kaptıran bir işçinin dramını aktardığı “Alişim” adlı şiirdeki şu çarpıcı bitiş, Rıfat Ilgaz şiirinin habercisidir: “Sağ yanın yastık ister Alişim/ Sol yanın sevdiğini./ Kızlar da emektar sazın gibi/ Çifte kol ister saracak.”
Böyle çarpıcılıklarla uç veren Rıfat Ilgaz şiirinin yeni örnekleri 1944’te Sınıf adlı kitapla karşımıza çıkar. Kitap hemen toplatılır ve Rıfat Ilgaz tutuklanıp yargılanır. Sevgi ve insancıllık dolu dizelerle oluşan şiirlere, kent insanlarının ve çocukların duygu yüklü, çıplak bir gerçeklikle yerleştirildiği görülür. Pertev Naili Boratav, kitapta yer alan “Tosya Zelzelesi” adlı şiir için Yurt ve Dünya’da (Mart 1944), “İnsanlık duygularının en yüksek noktalara yükseldiği şiir.” deyip şunları ekler: “Yeni Türk şiirine inanmayanlara Rıfat Ilgaz’ın kitabını okuyup anlamalarını dilemekten başka yapılacak bir şey yoktur.” Gerçekten de yalnızca “Tosya Zelzelesi” şiiri bile, yaşama ve insana sahiplenişin bir örneği olarak Rıfat Ilgaz’ın şairliğinin kanıtı olmaktadır.
Artık kuşağının önde gelen şairlerinden biri haline gelen Rıfat Ilgaz, Yaşadıkça (1948) adlı kitabında, kitabında yer alan şiirleriyle, yoksul insanların günlük yaşam kesitlerini, acı gerçekliği konuşma diliyle vermeyi sürdürür. Şiirlerinde çocuklar, hastalar, hapistekiler vardır. Örneğin “Parmaklığın Ötesinden” adlı şiiri, “İnsanları alabildiğine sevmeyi,/ Bırakmazlar yanına./ Böyle çekersin cezasını/ Üç duvar bir kapı arasında;/ Onlardan ayrı/ Böyle onlardan uzak./ Yasak sana, boylu boyunca sokaklar,/ Bahçeler, yalı kahveleri./ Dostlara şimdi bir mektup değil,/ Bir selam yasak!..” dizeleriyle başlar ve şu dizelerle sürer: “Bizim de bir çift sözümüz vardı/ Nar çiçeği, gül dalı üstüne,/ Dudaklarımızda kaldı./ Göremedik sıkıntısız yaşandığını/ Rahatın şiirini yazamadık...”
Nâzım Hikmet, “Gençlerin içinde çok beğendiğim şairler var...” diyerek Rıfat Ilgaz’ın da adını sayarken; Orhan Kemal’e “Kendi sesini bul!” deyip Rıfat Ilgaz’ı da örnek gösterirken; Behice Boran, yine o dönemin ünlü solcu dergilerinden Adımlar’da (Mayıs 1943), şu düşüncelerle selamlar Rıfat Ilgaz’ı: “Rıfat Ilgaz, müreffeh bir zümrenin değil, fakat bir günden öbürüne yaşayabilmek için didişen, böyle üzüntülü günlerin akşamında, bazan ‘gününü gün etmek için şöyle bir demlenen’ halkın şairidir...”
Kitaptaki “...Özgürlük şarkısıdır söylenen Volga boylarında./ Ne Taif’tesin ne Magosa zindanında/ Yalnız namı kalmıştır kaleme alanın Vatan Kasidesi’ni./ Seviyoruz her zamandan fazla Fikret’i/ Yeni anlaşıldı manası Millet Şarkısı’nın,/ Aynı Sis’tir memleketin üzerindeki...” dizeleriyle İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerine gönderme yapılan “Bu da Bir Özgürlük Şiiri” adlı şiir de Ilgaz’ın ölümsüz şiirlerinden biridir.
“Bilsem ki suç bende/ Çekerdim darağacına kendimi” dizeleriyle biten “Bilsem ki” şiirini de içeren ve ilk basımı 1948’de yapılan Devam adlı kitabıyla çizgini sürdürür Rıfat Ilgaz. Kuşaktaşı A. Kadir’e ithaf ettiği “Şiirde” adlı şiirinde, “Önce şiirde sevdim kavgayı/ Özgürlüğü kelime kelime şiirde...” der.
Üsküdar’da Sabah Oldu (1954), Soluk Soluğa (1962), ünlü “Aydın mısın?” şiirinin de yer aldığı Karakılçık (1969) ve Uzak Değil (1971) daha sonra yayımladığı şiir kitaplarıdır Rıfat Ilgaz’ın. O, “Kilim gibi dokumada mutsuzluğu/ Gidip gelen kara kuşlar havada/ Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden/ Tabanında depremi kara güllelerin/ Duymuyor musun?” dizeleriyle başlayan ve “Ses ol, ışık ol, yumruk ol...” dizelerini de içererek, “Yollar kesilmiş alanlar sarılmış/ Tel örgüler çevirmiş yöreni/ Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende/ Benden geçti mi demek istiyorsun/ Aç iki kolunu iki yanına/ Korkuluk ol.” dizeleriyle biten “Aydın mısın?” şiiriyle bir çağrıya dönüştürür şiirini.
Güvercinim Uyur mu? (1974), yine Rıfat Ilgaz’ın yaşamıyla ve anılarıyla örülen şiirlerden oluşur. O, umut dolu bir soluk olur şiirleriyle. İnsani ve toplumsal halkayı sımsıkı tutmuş şiirlerdir bunlar. İlk okuduğumda beni çarpan “Bir Sınavsa Eğer” adlı şiirini, 12 Mart döneminin bungunluğunu aşmaya çalıştığımız günlerde Yeni Adımlar dergisinde (Mayıs 1973) okumuştum. Coşku ve umut olmuştu, “Girdiğim çıktığım yerler tanığımdır/ Kapımı çalanlar gece yarılarında/ Okunan kararlar yüzüme karşı/ Korkmuyorum duygusal bitişlerden/ Tükenen kurşun kalemler tanığımdır...” dizeleriyle başlayan ve “Ölümle burun buruna bir gençlik boyu/ Sıtmasında vereminde Anadolu’nun/ Dönülmez bekleme kamplarında/ Suçsa suç, sorguysa sorgu, hapisse hapis/ Yaşamak gezin gözün arpacığın ucunda/ Elimde hep böyle tükenen bardak...” dizeleriyle devam eden bu şiir.
1983’te 10. şiir kitabı Kulağımız Kirişte yayımlanır. “Ormanız Biz” şiirinde Nâzım Hikmet’e bir gönderme yapar: “Ne demiş büyük ozanımız/ Neden kulak vermiyorsunuz sesine/ Bir ağaç gibi hür yaşayın dememiş mi,/ Ve bir orman gibi kardeşçesine?”
Yayımlanan son şiir kitabı Ocak Katırı Alagöz’de (1987), şiirinin ayırt edici özelliğinin, özgünlüğünün toplumsal yaşamdaki adaletsizliklere, eşitsizliklere karşı öfkeyle dolu olduğunu bir kez daha kanıtlar. “Okutma Üzerine” ve “Türkçemiz” adlı şiirlerinde çocuklara yaşam dersleri verir şiiriyle. “Kim ne derse desin/ Çocuklar için yazdım hep.” der. Türkçeyi sevmelerini ister çocuklardan. “Her sözün en güzeli Türkçemizde.” der.
Server Tanilli, Rıfat Ilgaz’ın şiirini değerlendirdiği yazısında, onu “Çağdaş şiirimizin en onurlu seslerinden biri...” olarak tanımlayıp şunları söylüyor: “Nâzım Hikmet’in arkasından, Türkiye’de ‘İnsan Manzaraları’nı Rıfat Ilgaz’dan daha hünerli sürdüren ve zenginleştiren bir başka şair çıkmadı, diyebiliriz...”
Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı’ndaki değerlendirmesinde şöyle diyor: “Nâzım Hikmet’in şiirimizi büyük ölçüde etkilediği 1940’lı yıllarda, Rıfat Ilgaz yapıtlarıyla kendi kişiliğini ortaya koyarak, toplumcu gerçekçi anlayışa yeni olanaklar kazandırdı. Özellikle tabana yakın kesimin güncel yaşamına egemen olan acıları, sıkıntıları, yoksunluğu ince yergi öğeleriyle yansıtarak lirizme ulaşmış bir şiirdi bu...”
2011 yılında “Rıfat Ilgaz 100 Yaşında” etkinlikleri yapılan Rıfat Ilgaz’ı “Bir Sınavsa Eğer” şiirinin son bölümüyle bir kez daha analım: “Yaşamak bir yürek işçiliği günümüzde/ Ölümün anlamı değişti birden/ Eskiden yataklarda beklerdik/ Ders mi sınav mı görev mi belli değil/ Gelecekse ayakta bulsun dimdik/ Açılan bir sorumsuz yaylım ateş/ Bir top karanfildir göğsümüzde.”
*
RIFAT ILGAZ KAYNAKÇASI
Şiirleri: Yarenlik, Sınıf, Yaşadıkça, Devam, Üsküdar’da Sabah Oldu, Soluk Soluğa, Karakılçık, Uzak Değil, Güvercinin Uyur mu, Kulağımız Kirişte, Bütün Şiirleri (1937-1983), Ocak Katırı Alagöz, Seçme Şiirler.
Öyküleri: Radarın Anahtarı, Don Kişot İstanbul’da (Palavra), Kesmeli Bunları, Nerde O Eski Usturalar, Saksağanın Kuyruğu, Şevket Ustanın Kedisi, Geçmişe Mazi, Garibin Horozu, Altın Ekicisi, Tuh Sana, Rüşvetin Alamancası, Çalış Osman Çiftlik Senin, Sosyal Kadınlar Partisi, Şeker Kutusu, Dördüncü Bölük, Satılmışlar (Seçilmiş öyküler).
Romanları: Hababam Sınıfı, Bizim Koğuş (Pijamalılar), Karadeniz’in Kıyıcığında, Meşrutiyet Kıraathanesi (Geçmişe Mazi), Karartma Geceleri, Sarı Yazma, Yıldız Karayel, Hababam Sınıfı İcraatın İçinde.
Çocuk kitapları: Halime Kaptan, Kumdan Betona, Bacaksız Kamyon Sürücüsü, Öksüz Civciv, Cankurtaran Yılmaz, Bacaksız Okulda, Bacaksız Tatil Köyünde, Bacaksız Sigara Kaçakçısı, Bacaksız Paralı Atlet, Küçükçekmece Okyanusu, Apartıman Çocukları, Hoca Nasrettin ve Çömezleri, Çocuk Bahçesi (Haz.: Öner Yağcı).
Oyunları: Hababam Sınıfı Uyanıyor, Hababam Sınıfı Baskında, Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı.
Fıkraları: Nerde Kalmıştık, Cart Curt.
Anıları: Yokuş Yukarı, Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra, Fedailer Mangası (Haz.: Öner Yağcı).
Hakkındaki kitaplar: Rıfat Ilgaz (Asım Bezirci, 1988), Edebiyatımızın Koca Çınarı Rıfat Ilgaz (Alpay Kabacalı, TÜYAP Yayını, 1993), Rıfat Ilgaz’lı Yıllar (Mehmet Saydur. 1994), Bu Bir Rıfat Ilgaz Kitabıdır (H. Hüseyin Yalvaç, Sone Yayınları, 1995), Cide Kıyılarında Rıfat Ilgaz (Albüm, 1995), Dünden Bugüne Rıfat Ilgaz: Biz de Yaşadık (Mehmet Saydur, 1998), Edebiyatımızın Koca Çınarı Anısına: Rıfat Ilgaz Sempozyumu Bildirileri (2006), Sınıf’ın Efsanesi (Aydın Ilgaz, 2004), Rıfat Ilgaz (Editör Sevengül Sönmez, 2011).

2 Temmuz 2015 Perşembe

2 TEMMUZ SIVAS


Firavunlar tabletleri kütüphanede kırdı.
Hitler orduları Avrupa ’da bütün kütüphaneleri yaktı. Dünya tarihinde ilk kez aydınları bir binaya koyup yaktılar.
Rıfat Ilgaz

GİT GİT BİTMEZ ÜLKEMSİN SEN 
" S İ V A S. 2. TEMMUZ "
git git bitmez ülkemdin sen
bir gülüşün vardı
sekerek giden
öteki yıldızlara
küçük bir kumru
çıkarıp başını çalılardan
ne zaman sesini uzatsa
biz değil miydik seninle
uzak enlemler boylamlar giden
adım gibi biliyordum
ben susarsam
ardarda ölümler eklerdin ölümüme
asya'da
afrika'da
sivas'ta
dalgın bir maviden süzülüp
böle böle geceyi
o t u z y e d i yıldız
üstümüze geliyordu
önce sıyırıp utancını aldılar
geriye yürek atışları kaldı korkaklığın
git git bitmez ülkemsin sen
yoksa o kuş sesi
dolanır durur muydu
hiç düşmeden dilimden
TEKİN GÖNENÇ...
**************************************************************************************************************
...)
vurdular
kırdılar
yaktılar
yıktılar
bağırdılar
çağırdılar
sövdüler
saydılar
hopladılar
sıçradılar
tepindiler
tekmelediler
parçaladılar
döktüler
çiğnediler
ezdiler
ve
kustular
yüzyılların
kinini.
ateşten
külden
çığlıktan
gözyaşından
kandan
ve dumandan
eserlerine
taş yürekleriyle
“vecd” içinde
baktılar.
nasıl da çirkindi öyle
nasıl da çirkindi
paslı çiviler gibi
çakıldı kaldı beynimize
alevlerin parıltısında
kirli dişleri.
“Tığ teber şahı merdan
Tanrı Dağı kadar Türk’tü bunlar
Hıra Dağı kadar Müslüman
Ve de kanlı bıçaklı düşman”
tarih,
iki temmuz bin dokuz yüz doksan üç, cumaydı
göğü yalayan alevlerin
dumanların arasından
otuz beş beyaz güvercin uçtu
bırakıp gittiler Sivas’ı
bırakıp gider gibi akbabalara yuvalarını
dönüp de
arkalarına
bakmadan.
(Yaralı Temmuz'dan)
A.Kadir Paksoy
******************************************************************
TEMMUZ YANGINI

harlanmış güllere iniyor akşam
sen sularımda sisten bir kuğu oluyorsun
yağmurun atlıları gözlerimde dörtnala
billurdan acıların konuğu oluyorsun
aysız bir göl seriyorum ayaklarına
yüreğimde gizden bir kuğu oluyorsun
uzun bir çöl gecesi dansediyor ruhumda
yitik zamanlar içinde gülümsüyorsun
yaslı yıldızlar gibi ölüyor akşam
is kokan bir gemiden el sallıyorsun
hep o gamlı gülüş dudaklarında
kum denizinde çiyden bahçeler arıyorsun
gözlerimde dörtnala yağmurun atlıları
ansızın ateşten bir kuğu oluyorsun
yanıyor su değdikçe kanatlarına
seslerin küllerine karışıp gidiyorsun
Ayten Mutlu (Çocuk ve Akşam-1999)
***************************************************
İSLİ BİR YARANIN ŞİİRLERİ
isli bir telekle yazıldı
bu şiirler
kömüre dönmüş çığlıkların
göğüs boşluğuna çizdiği
ışıkla yazıldı
mehdiler kör imamlar
mekiklerle döndüler mağaralarından
ruhlarımıza
ruhlarımız saydamdır şimdi
rehin verip bedenlerini
hoşça kal bile diyemeden
bir akşam üst göçtüler
toprağın namuslu koynuna
yalnız onlar
zemzem kokan hokkabaz ağızlarına
petrol dolu kanalların
yalanlarını doldurdular
secdeye vardılar günlük kokularıyla
doğuda batıda
ateşin ve cinayetin
otağında
salyalarıyla saldırarak
gelmiş geçmiş çöl rüzgârlarına
avurtlarını yelken yapıp
aldattılar ekmeği suyu toprağı
annelerinin sütüne katran kattılar
onlar geçtiler
alçaklığın dergâhından
benzin bidonlarıyla
şeytanminareleri diktiler
kararttılar insan denen varlığın
altın uzuvlarını
pulları ateşten
bir ejderhaya çevirdiler
simya sahtekârlığın şiiridir
isli bir tarihte yazıldı bu şiirler
giyilmemiş gelinliklere karanfil gibi
yeşermemiş sevilere andolsun diye
kitaplarında dünyanın
belki bir ara başlık olur
onlardı
yalnızlıklarını birbirine vererek
çoğalanlar
bir öykünün açık bir yarasından sızdı
bu sözler
bu sözler
yazıcının tomurcuklarıydı
kararıp kavrulan
isten dumandan görünmez şimdi
1995
Hidayet KARAKUŞ
Ateş Mektupları- Bilgi Yayınevi-1995



*************************************************************
Yedi kova su yeterliydi
sıvas'taki ateşi söndürmek için
oysa her biri
devlet dairesindeki kovaların
üstüne yazılı
altı harfli bir sözcüktü yangın
Yedinci kova
taşar engellenemez biçimde
çünkü emekçilerin
alın teriyle doludur
işte bu yüzden
sinek ölüleri yüzemez üstünde
Futbol takımında mahallenin
kova kaleciydi lakabım
ilk kez sevinecektim buna
ama yalnızca
avuçlarıma alabildiğim suyu
bir kova gibi sıvas'a taşıyamadım
G harfi boştur yangın kovalarının
ki ortaya çıkar
dolu olanları okununca
madımak oteli'nin merdivenlerinde
kurtulmayı bekleyenler için
verilen karar: Yan ın
Ve başında anladım ki bir kuyunun
ipin ucunda
derinlerdeki suya uzanan
birer kova gibidirler
yangınları söndürmek isteyen
darağacına asılı devrimciler
Sunay Akın
***********************************************************************


YAKILMIŞLAR AĞIDI

1.
Şair

gece vezniyle yaz bu şiiri
karanlıkta uğuldasın dizelerin

bilirim, yüreğe yüktür kin dediğin
ki bu senin şair, bu hercai yüreğin
yosun tutmaz bir çakılıdır
anadolu derelerinin

bağışlasın seni asım bezirci
behçet ve metin
bağışlama sen onları öldüreni
çün kanı yerde şiirin

şair
gece vezniyle yaz bu şiiri
karanlıkta uğuldasın dizelerin


2.
külün söylediği yangındır yangının meselidir
onunla uç sen eğer yanmış isen
çığlık dediğin onun en gökselidir

3.
derin derin sustuğum bir zamandı
ıssızdı dilim, kırgındı ilim
rüzgârsızdı yelken, susuzdu telli kavak
gün buluta girmiş gibiydi
yorgunluk duygusuna benzer
kötümser bir hava her yanda

o gündü
bir uzak bir uzak
sivas dedikleri toprak
telefonlar imkansız
iki elim iki böğrümde
ha canım
bir ses veren olsa
tüten dumandan
bir haber veren
sularım durulacak

o gündü
bir uzak
bir uzak
sivas dedikleri toprak

'metin' olmak elimde değil
'behçet' engiz şiirler yazmak geliyor içimden
vurmak karanlığa bir yalım gibi
geçip gitmek
onu eriterek

hey gidi
ne çare
yanıyor madımak

4.
sisliyim, sokulma bana
dağlarım kayıp, yamaçlarım yok
yankılanmıyor sesim, silinmiş görüntüm
aynalarım buğulu

yalnızlığa sal beni
kırlangıçlar uçur sularımda
turna katarları geçer göklerimden
gecelerin ürkek aydınlığında
dualar gibi ödenen

taze ölüler vardır hani
için erer onları düşündükçe
soğuk toprakta ilk geceleridir
anımsamaktan korkarsın

işte öyle şimdi
sivas bir mezarlık bana
garip şey, üşüyen yok
ve inadına tütüyor toprak hâlâ

5.
oğlunun kanlı giysilerini saklayan ana gibi
saklıyorum o günlerin gazetelerini
burnumda kokunuz

belli ki çok kanayacak şiirim
en çınçınlı gülüşümün ardında acınız
ağıdım sonsuz

sivas'ta şimdi göğe uzaman
alevden bir ölüm heykeli
içim buz

6.
şairler yakılıyorsa ülkende
daha çok şiir oku çocuk

şairler yakılıyorsa ülkende sende
sen de şiir yaz çocuk. 

Hüseyin Yurttaş
***************************************
DOĞUM YERİ: TEMMUZ

sevgilim
cehennem ateşinin gövdemizde dolaştığını
ne bilsin sonlular
bizi yenildik sanıyorlar
madde tohumda gizlidir
yağmur toprakta diri
görmüyorlar acılara yol verip karanfil ektiğimizi

ey tanrılar!
yaprağı daldan aralayan vicdankuşu
temmuz'dan kopup gelmiş karanfil kokusu
duy!
taşkın dinecek adı konacak her şeyin!

FİGEN SARİYE

*******************************************************************************************
m
ma
mad
madı
madım
madıma
madımak

yandım bittim
sanıyorsun
sanma
tütüyor
tütmesi bekleniyor
tütsü yakılıyor, başı dönüyor
dönmesi bekleniyor ülkenin
döndü bitti
sanıyorsun
yanılıyorsun
madımak
madıma
madım
madı
mad
ma
m
çırasısın
çakmağı
rüzgarı
isi pisi
insan eti
kokusu
bilmiyorsun
ve
bilmediğin için
haydi sızlan
bak,
tarih 2 Temmuz
sen kötüsün
sustun
onayladın
bağışladın
yetmez'ledin
ama'ladın
tasarladın keyfince
şimdinin sonrasını
ama
sen kötüsün onlardan bile
sen kırdın hatıraları
hatıralar da
senin
Madımak'ın olsun...
Haluk Isık
1 Temmuz 2014, direnMadımak