27 Haziran 2015 Cumartesi

MEHMET BAŞARAN


MEHMET BAŞARAN
ÖNER YAĞCI
Bir aydınlık yüzü, Mehmet Başaran’ı bugün kaybettik.
Mehmet Başaran, Köy Enstitülerinin yetiştirdiği ve Köy Enstitülerine tutkun bir yazardı. Ona göre Köy Enstitüleri, gerçek bir “özgürleşme eylemi”ydi. İnsanın asıl çabası da buydu zaten. Prometheus’tan Spartaküs’e, Gılgameş’ten Pir Sultan Abdal’a, Rosa Lüksemburg’tan Che Guevara’ya uzanan bir özgürleşme serüveni, aynı zamanda insanlığın tarihiydi. Sınıflararası savaşın temelinde, insanın özgürce yaşaması istemi yatıyordu…
Yalnızca bir eğitim olayı olmayıp bir yaşam biçimi anlayışı, insanın yaşama müdahalesinin bir biçimi olan Köy Enstitüleri kavgası temelinde yükselen bir Mehmet Başaran edebiyatçılığı; düşün adamlığı boyutunu da yüklenerek, ülkemiz gerçekliğini dünden bugüne, bugünden yarına taşıma görevini ve sorumluluğunu yüklenmiştir. “...Ne ah edin dostlar, ne ağlayın/ Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayın...” diyen Nâzım Hikmet ustanın yolunda girdiği bu savaşım, Mehmet Başaran’ın düşün yaşamımıza, insanı ve toplumu özgürleştirme yolundaki katkılarıyla sürmüştür.
Bir aydınlanma savaşımcısı işleviyle ülkesini ve toplumunu, özgür insanlardan oluşan bireyler haline dönüştürme çabası, Mehmet Başaran’ın düşün eyleminin vazgeçilmez tabanıdır. Onun, bu taban üzerinde yükselen yaşamı ve yapıtları, aydınlanma dalgasını omuzlayan bir kuşağın yaşamıyla ve yapıtlarıyla örtüşür. Fakir Baykurt’lar, Talip Apaydın’lar, Mahmut Makal’lar... hep bu tabanda yükselen halk değerleridir.
Bu değerlerimizden biri olan Mehmet Başaran’ın Köy Enstitüleri sevdasıyla, insanın özgürleşmesi, toplumun aydınlatılması kaygısıyla dolu edebiyatçılığının kesitine uzanıp onun düşün adamlığı yönüyle ilgili saptamalarda bulunmak gerekir.
Çok partili siyasal yaşama geçtiğimiz günlerden beri, yaşamın tanığı, sorgulayıcısı, aydınlatıcısı olarak başladığı edebiyat yaşamını, yıllardır aynı kararlılıkla sürdüren Mehmet Başaran’ı Trakya toprağının Ceylanköy’ünden alıp ülkemizin önce bir öğretmeni, sonra bir aydın sanatçısı yapan bir kurumu da selamlamak boynumuza borçtur. Çünkü bu kurum, toprağımızın halk aydınlarıyla buluşturdu, kucaklaştırdı bizi. Mehmet Başaran’ın eğitimciliğini ve düşün adamlığını belirleyen bu kurum, zaten onun ömrünü de doldurmuş ve ona dolu dolu bir insan ustalığı, bir sanat insanlığı yaşatmıştır.
Mehmet Başaran’ın bu saygın ve onurlu kimliğe doğru ilk adımlarını attığı kurum Köy Enstitüleridir. Köy Enstitüleri ile dolu bir yaşam ve Köy Enstitülerinin çağcıl, aydınlıkçı, özgürlükçü, insancıl, akılcı amaçlarının genç beyinlere aktarılması doğrultusunda sürdürülen bir edebiyatçı tavrı, Mehmet Başaran’ın eğitimciliğinin ve düşün adamlığının can damarını oluşturur.
Mehmet Başaran, tanıklığını, sorgulayıcılığını, aydınlatıcılığını, “Başaran” adıyla sunduğu şiir kitaplarının; eğitimciliğinden getirdiği kaygılarla çocuklarımıza yönelik hazırladığı çocuk kitaplarının yanı sıra; Memetçik Memet adlı anı romanıyla; Aç Harmanı, Sürgünler, Elif Diye Bir Türkü, Dilsiz Oyunu adlı öykü kitabıyla; Çarığımı Yitirdiğim Tarla, Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi adlı öykümsü anlatısıyla; Hoşça Kal Dünya, Giz Kokan Suskunluk, Yasaklı adlı anı anlatılarıyla sürdüren bir toplum eğitimcisi olarak düşün dünyamıza kattığı kitaplarıyla da bir savaşım verdi. Bu savaşım, aydınlık bir yaşam özlemini ve umudunu çoğaltma savaşımıydı. Onu, bu savaşımında, sanatsal üretiminin ve yaşamının temelini oluşturan dünya görüşüyle, bu dünya görüşünün kendisine yüklediği somut işlevle ilgili yazdıklarından yola çıkarak, onun düşün adamlığı yönünü kısaca irdeleyelim.
İlk şiir kitabı AhlatAğacı’nda, “Bu dünya... Yaşayabildiğin kadar dünya...”, “Tut ki Köroğlu’yum, Karacaoğlan’ım/ Nelere katlanmam ki senin için...” diyen Mehmet Başaran; 1955’te Varlık Yayınları’nca yayımlanan Çarığımı Yitirdiğim Tarla adlı köy notlarında, ileriki yaşamında izleyeceği yolun ipuçlarını vermişti. Bu yol, canlandırılması gereken köylerimiz ve aydınlatılması gereken insanlarımız gerçekliğine götürüyordu okuyanı. Mehmet Başaran, bu yolda yazdığı roman, öykü, anı, anlatı, şiir türlerindeki ürünlerinin dışında, düşün dünyamızla ilgili kitaplarıyla, gazetelerde ve dergilerde yazdıklarıyla, toplantılarda konuştuklarıyla, dünün damarını bugüne, bugünün damarını yarına bağlama konusunda üzerine aldığı görevi başarıyla yerine getirdi. Sunduğu kitaplarında, hep aynı temelde yükselen sesiyle edebiyatımızın yüz aklarından biri oldu.
Onun sesinde, bir edebiyatçının, sanatının belkemiği olan aydınlık bir düşünce, aydınlık bir dil, aydınlık bir davranış vardı öncelikle. Bu aydınlık; Mehmet Başaran’ın, şiirle başlayan, köy öğretmenliği notlarıyla süren ve ona edebiyatçı olmanın yolunu açarak, yaşama soluğunu katmasını sağlayan Köy Enstitülerinden gelen bir aydınlıktı.
Mehmet Başaran, çağdaş eğitim bilinciyle, aydınlık ve özgürlük arayışıyla, ülkesini ve insanlarını eğitim yoluyla canlandırmanın yollarını, yöntemlerini arayan onurlu bir kavga adamı kimliğiyle okurunun karşısına çıkmıştır. Onun bu kavga adamı kimliğinde, sevgi doluluk ve sevecenlik; aklın egemen kılınması ve insanın korkuyu yenmesi çabasıyla birlikte görülür. Edebiyatın asıl malzemesi olan dil sevgisiyle ve dilin güzellenmesiyle dolu bir yaklaşım, kendi ülkesinin toprağına basan, kendi ülkesinin insanlarının sorunlarından yola çıkan bir yaklaşım elbette insanını kucaklayacaktı ve kucakladı da.
Mehmet Başaran’ın tüm kitaplarında gözlenen sıcacık yaklaşım, bir özgürleşme eyleminin kozalarını örmektedir. Özgür insanın, kendi geleceğini en anlamlı bir biçimde belirleyeceği gerçeğinden hareket eden bir yazar duyarlılığı; aydınlık bir ses, bir soluk olarak Mehmet Başaran’ın düşün dünyasına ayna olmaktadır. İnsan yaşamını, ateşin ilk yakıldığı günden beri acıyla sürüp gelen bir özgürleşme eylemi olarak kabul eden; sevginin, barışın, laikliğin, bağımsızlığın, insan haklarının, cumhuriyetçiliğin, halkçılığın, ulusçuluğun, insan haklarının, devrimciliğin bu ateşi parlatan yeni değerler olduğunu düşünen Mehmet Başaran; bu ateşin, bir bakıma 1940’lı yıllar Türkiyesi’nde Prometheus’u, Spartaküs’ü, Pir Sultan Abdal’ı olan İsmail Hakkı Tonguç’un düşüncesini bugünkü kuşaklara aktararak dünü bugüne taşıdı.
“Çamlıbel’de bir gül açsa/ Uykuları kaçar Bolu Beyi’nin/ Çünkü kırmızıdır gül/ Toprağın ve halkın uyanışına benzer...” diyen Mehmet Başaran; “açan bir gül” kabul ettiği, tabandan fışkıran gerçek bir demokrasi kabul ettiği, gerçek bir özgürleşme eylemi kabul ettiği Köy Enstitüleri’nin aydınlık savaşımını omuzlayan bir yazın ve düşün ustası oldu. Özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik bir ütopya olan, ama aynı zamanda bu toprakların gerçekliğinden yükselen bir eylem olan Köy Enstitüleri, Anadolu’nun görkemli tarihini, bilimin ve tekniğin çağdaş düzeyiyle kaynaştırmayı amaçlayan bir düşünceydi ve Mehmet Başaran, bu düşüncenin dirençli bir sürdürücüsü oldu.
Sabahattin Ali, Markopaşa’da şunları yazmıştı: “Tekrar yabancı köleliğine girmeyi özleyenler, en iyi vatansever rolündeler. On sekiz milyona irfan nurunu götürebilme yolunu tutan, içerde ve dışarda, dostun düşmanın hayran olduğu hür düşünce ve çalışma yuvaları Köy Enstitüleri, atılan tırpanla Ortaçağ müesseseleri haline getirilmek üzere...”
Köy Enstitüleri’nin kurucusu Tonguç da Canlandırılacak Köy adlı kitabının yeni basımında şunları söylemişti: “Köyün canlandırılmasına emeğini katmayanlar, bu amacı gerçekleştirmeye çalışanların yollarını kesmek gafletini gösterenler, bir içten yıkılışın ıstırapları içinde kıvrana kıvrana, alınları lekeli olduğu halde, ortadan silinip gideceklerdir...”
Öyle olmuştur. Köy Enstitüleri’ni kapatanlar bugün yok, ama Köy Enstitüleri’nin aydınlık ışığı parlıyor hâlâ. Mehmet Başaran’ın kitaplarında, düşüncelerinde büyüyerek parlıyor.
Mehmet Başaran’ın ömrü, Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu’ndan (TÖDMF) Türkiye Öğretmenler Sendikası’na (TÖS), TÖS’ten Tüm Eğitim Öğretim Emekçileri Birleşme ve Dayanışma Derneği’ne (TÖB-DER) uzanan devrimci ve demokratik eğitim savaşımından eğitim yoluyla canlandırılacak köy savaşımına; yazın yoluyla aydınlatılacak insanlara yönelik yazın eyleminden Halkevleri’ne, yazar örgütlerine uzanan bir ömürdür.
Ceylanköylü Bir Çocuk Mehmet
“Köylünün okumasını istemezler Mahmut. Köylü kör kalsın isterler hep, küçümserler, alay ederler, daha olmadı iftiraya boğarlar okuyan köy çocuğunu...” demiştir SülmanAga.
Sülman Aga’nın oğlu Mehmet gitmişti önce okumaya... Ne kadar süreceği, nereye varacağı belli olmayan coşkulu bir yolculuğa çıkmıştı. Sırtında kara, çizgili bir mintan vardı. Boz keten pantolonunu ilk kez o gün ayağına geçirmişti. Babasının yanına büzülmüştü, şaşkın şaşkın yöreye bakıyordu. Anası, göğsünü yumruklaya yumruklaya ağlıyordu samanlıkta. Yumruk kadar bir çocuktu Mehmet. Boynu çöp gibi ince, sıska bir çocuktu. Zor duruyordu ayakta. Bir metre bile yoktu boyu; üflesen yıkılacak gibiydi. Dokuz yaşına değin, anızlı, dikenli tarlalarda yalnayak gezmişti, ne gezmesi, orak biçmişti, çobanlık etmişti; Ceylanköy kırlarında, Ardıçlık’ta, Korualtı’nda. Üç sınıflı köy okulu, içine bir ateş yakmıştı. Babası yüreklendirici sözler etmişti. Çete Amcası, eline sıcacık bir lira sıkıştırırken, “Göreyim seni koçum. Bu köyden de bir okumuş çıksın bakalım. Umudumuz sende!..” demişti.Kaynarca Deresi boyunca uzanan tozlu yolda, bir muhacir taligasının içindeydi Mehmet. Okumaya gidiyordu. Bakarsın, okur da bir büyük adam olurdu. Gittikçe küçülüyordu arkalarında bıraktıkları Ceylanköy...
“Hamallık, çıraklık edip bu çocuğu okutacağım.” demişti Sülman Aga... İşte sıvasız yapıları, yeni dikilmiş fidanları, işlenmiş toprağıyla, kırlar ortasında bir top ışık gibi Kepirtepe... İlk kez Enstitü’de katıksız buğday ekmeği yemişti. O ekmeğin tadını dile getirmezdi. Suyu, ışığı, barınağı olmayan Kepirtepe’de, günde 350 gram ekmekle tuğla kesmenin, temel açmanın, lüks lambalarının ışığında ders çalışmanın ne demek olduğunu, bunu nasıl coşkuyla yaptıklarını anlatsa mıydı? Sonra, yoksulluk ve acı kokan, İdrisdağı eteklerindeki Hasanoğlan... Anımsadıkça burnunun direğini sızlatan Akdağ eteklerindeki Akpınar Köy Enstitüsü... Yosun, portakal, limon çiçeği kokulu, Akdeniz uygarlıklarıyla bütünleyerek ortaya çıkan Aksu Köy Enstitüsü… İlk öğretmenliği, ilk aşkı; Troya rengi Yörük, Türkmen köyleri ve Edremit Körfezi... Sonra uğursuz yarasalar ve zaman tünelinde gördükleri...
Mehmet Başaran’ın Eylül’ün Kızgın Soluğu (1996) adlı kitabından söz ediyorum. Bir kitap nasıl anlatılır, bir roman? Yaşam izdüşümleriyle, yaşanmışlıklarla dolu bir aydınlanma kavgasının zaman tünelinde gördükleri nasıl aktarılır? Hele bu kavgayı veren aydınlanma ustasının ak saçları, pırıl pırıl beyni ve yorgun yüreğiyle bir tutam ışık daha salmak için sancıları göze alarak yarattığı bir gerçekliğin romanı nasıl anlatılır? Mehmet Başaran, Eylül’ün Kızgın Soluğu’nda yine, doğduğu, yaşadığı toprakların sevdasını yazıyor. Bu topraklardaki yaşam dilimlerinden aldığı soluğu bugünlere taşıyarak ve “Çocuk Mehmet Başaran”ın “Aydınlanma ve Yazın Ustası Mehmet Başaran”a yürüyen dününden acılı, sevinçli, hüzünlü kesitler aktararak anlatıyor. Eylül’ün Kızgın Soluğu’nda okuduğumuz bu serüven, bize, Mehmet Başaran’ın yaşam ve yazın serüveninin ana çizgilerini sunuyor.Bu sunumda, aydınlanma kavgasının önemli dönemeçlerinin de sıcacık duyarlılıklar ve sevgiyle dolu yaklaşımlarla aktarıldığını görüyoruz; belki de yaşamının hesabını veriyor bu romanıyla Mehmet Başaran. “Şairliğimin, yazın ve düşün adamlığımın hesabı...” diyor belki.
Kimdir Mehmet Başaran?
Önce bir köy çocuğuydu; Kırklareli ili Lüleburgaz ilçesinin Ceylanköy’ünde doğmuştu; az topraklı bir çiftçi ve dülger olan Sülman Aga’nın beş çocuğunun ikincisi olarak. Bir ilkyaz gününde dünyaya gelmişti 1926’nın. Köyünün üç sınıflı ilkokulunu bitirdikten sonra, dördüncü ve beşinci sınıfları Uzunköprü’de, dayısının yanında okumuştu. Sonrası? “Köy Enstitüleri açılmasa ortada kalacak,” okuyamayacaktır. Kepirtepe Köy Enstitüsü, Mehmet Başaran’ın yaşamının gidişini değiştiren, ona geniş ufuklar ve zenginlikler sunan bir fırsattır. “Köy çocuğu” Mehmet, “Köy Enstitülü Mehmet Başaran” olmuştur ve yaşamını belirleyen Köy Enstitüleri olgusu; onun yazın ve düşün eyleminin de temelini oluşturmuştur.
Mehmet Başaran, kendisini bir çoban olmaktan kurtarıp bir yazın ve düşün ustası olmaya yönelten Köy Enstitülerine karşı hep bir borçluluk duygusuyla yaşadı. Aziz Nesin’in sürekli yinelediği “halkına karşı borçluluk”, Mehmet Başaran’la Köy Enstitüleri arasında tam anlamıyla somut bir gerçeklik olarak karşımıza dikildi. Eğitim olayına, eğitimimizin sorunlarına ve “çağdaş bir Hümanizma” olan Köy Enstitülerindeki eğitim anlayışına hep sevgiyle yaklaştı; Köy Enstitülerinin düşmanlarının kara çalmalarına ve yalanlarına karşı direngen bir Enstitü savunucusu oldu. Bu savunmanlığını bugüne kadar yazdığı onlarca yazının, yaptığı onlarca konuşmanın ve diğer kitaplarında yer verdiği onlarca kesitin dışında dört kitapla da sürdürdü.
“Köy Enstitüleri: Devrimci Eğitim” altbaşlığıyla sunduğu Tonguç Yolu (1974), onun Köy Enstitüleriyle ilgili ilk kitabıdır. Mehmet Başaran, bu kitabında; “Ben köylüyüm, okumak istiyorum.” diye dayatan bir Rumeli göçmeninin, “İş eğitimi”, “Devrimci eğitim imecesi”, “Canlandırılacak Köy” düşüncesinin sahibi ve Köy Enstitülerinin mimarı İsmail Hakkı Tonguç’un, eğitimle ve toplumun kalkınmasıyla ilgili görüşlerini, tasarılarını inceledi. “Ulusal bağımsızlığın ve toplumca kalkınmanın köylüye dayanması, özüne köylüyü katması tarihsel bir zorunluluktur.” düşüncesiyle yola çıkan Tonguç’un bu aydınlık yolunu Tonguç Yolu’nda bir kez daha özetledi, Tonguç Baba’yı, yaptıklarından ve yazdıklarından örneklerle bugüne taşıdı.
Mehmet Başaran bununla yetinmedi; “Köy Enstitüleri’nin Kuruluşunun 50. Yılına Armağan” kitaplardan biri olan Özgürleşme Eylemi: Köy Enstitüleri’ni yazdı (1990). Bu kitabında, ilk ateşin yakıldığı günden beri acılarla sürüp giden insanın “özgürleşme eylemi”nin ülkemizdeki önemli bir adımı olan Köy Enstitülerini bir kez daha anlattı. Yine Tonguç’la başladı, çünkü özgürlüğe giden yola, Köy Enstitüleri aydınlığından, yani Tonguç Yolu’ndan girilmeliydi. “Tabandan fışkırtıcı, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik” bir eğitim anlayışı olan Köy Enstitülerini çeşitli belgelerle, anılarla, rakamlarla, kazandırdıklarıyla, geçirdiği soruşturmalarla, karşılaştığı baskılarla, düşmanlarıyla, dostlarıyla, emek verenleriyle, etkileriyle, bir kez daha anlattı Mehmet Başaran. Köy Enstitülerinin unutulmaz marşını bir kez daha söyledi: “Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz/ Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz...”
Sabahattin Eyuboğlu ve Köy Enstitüleri adlı kitabıyla da bir borç ödedi (1990). “Aydınlanma savaşımını sürdürenlere, bu uğurda can verenlere, saygıyla.” sunduğu bu kitabında, Köy Enstitülerinin yılmaz savunucusu Sabahattin Eyuboğlu’nu anlattı. Sabahattin Eyuboğlu’nun yaşamöyküsünün de yer aldığı bu yapıtta, onun, Tonguç’a ve yakınlarına yazdığı mektuplardaki Köy Enstitüleri sevdasını, tutkusunu aktardı yeni kuşaklara. Mehmet Başaran’ın deyişiyle, “Tüm balyozculara inat bir yıkılmaz Köy Enstitüsü” olan Sabahattin Eyuboğlu’nun Köy Enstitüleri tutkusunun boyutunu öğrenmek isteyenler için önemli bir kaynak oldu bu kitap.
Ne diyordu Sabahattin Eyuboğlu: “Her devrimci kurum gibi, Köy Enstitülerini de dışardan ve içerden yıkanlar oldu. Dışardan yıkanlar, bilerek, bilmeyerek Para’nın uşaklarıydılar; içerden yıkanlar, bilerek bilmeyerek Para’nın uşaklarının uşakları oldular.”
Mehmet Başaran, Köy Enstitüleri tutkusuyla, “Eğitim Emekçisi Ferit Oğuz Bayır” anısına bir kitap hazırladı: Aydınlanma Yolunda (1993). Bu kitabında Mehmet Başaran, ömrünü aydınlanma yoluna sunan bir Köy Enstitüsü sevdalısının yaşamını ve yaptıklarını aktardı.
1899 doğumlu, Balkan Savaşını, bozgunu yaşamış, Edirne Öğretmen Okulunda okumuş, Çolak Sabri Çetesiyle ulusal direnişe katılmış, Isova Köyünde öğretmenlik yapmış, üç ay Yunanların Larissa Kampında tutsak kalmış, kurtulup Mustafa Kemal ordusuna katılmış, savaştan sonra “ak okul, yemyeşil köy” düşüyle Foça’da öğretmenliğe başlamış bir aydınlanma savaşçısıdır Ferit Oğuz Bayır. İlköğretim müfettişlikleri yapmış, Tonguç’la tanışmış, eğitmen kurslarında öğretmenlik yaptıktan sonra da 1939-1946 arasında İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un Şube Müdürü olmuştur.
“Ömrü boyunca geceyi gündüze katarak eğitime hizmet eden... ileri fikirlere bağlı...” olan Ferit Oğuz Bayır, Köy Enstitülerinin direngen savunucularından biridir. Ferit Oğuz Bayır’ın, yüzyılımızın tanığı olan, “Köyün gücü”ne adanmış yaşamı; aynı zamanda ülkemizdeki yüz yıllık aydınlanma kavgasının da bir panoraması gibidir. Mehmet Başaran’ın bu kitabı da Köy Enstitüleri aydınlığına, aydınlığımıza önemli bir katkıdır...
Mehmet Başaran, “Köy Enstitüleri, Yücel, Ülkü, Varlık” dergilerinde başlattığı şiir serüveniyle ve Başaran imzasıyla şair kimliğini kattı aydınlanmacılığına. Ahlat Ağacı ile görkemli bir çıkış yapan Başaran, şairliğini; Karşılama, Nisan Haritası, Kocakent, Pıtraklı Memleket, Gök Ekin, Meşe Seli, Günler Tuz Rengi, Sis Dağının Başında Borana Bak Borana adlı şiir kitaplarıyla sürdürdü. Emin Özdemir’in deyişiyle, Başaran’ın şiirleri, “Türkiye’nin şiir haritasında özgün bir bölge oluşturdu.” Aydınlanma düşüncesinin sanatçıya yüklediği işlevin ayırdında bir şairin sesi oldu. Kaynağını toprağımızdan aldı ve toprağımızın insanlarının aydınlık geleceklerine damlalar kattı şiiriyle. Umut taşıdı. İnsanın yaşam damarını yakalayıp acıları ve hüzünleri sevinçlere ve öfkelere dönüştürmeye çabaladı. Toprağımızın dününden aldığı zengin dokuyu bugünlere taşıdı güzelim Türkçesiyle. Bugünleri alıp okşadı olanca sevecenliğiyle... “Yaşamın aydınlık şiirleri bunlar.” dedi,
“Senin için gelmişim dünyaya/ Umudum sevincim çilem/ Kafamla kolumla sevmeğe seni/ Memleketim Türkiyem.” dedi daha ilk şiir kitabında; yurt sevgisinin sözcüsü kıldı kendini.İkinci kitabında; “Mümkün değil mi bir sabah/ Akıp gitsin çağların kiri/ Dolsun içime ferahlık/ Bir gün başlasın bir gün/ Anamın südü gibi aydınlık.” dedi; çağrı gibi; aydınlığa çağrı.21 Köy Enstitüsünü destanlaştırdı, “harita”sını çıkardı. Yurdunun bütün insanlarını “horon”a çağırdı.“Kocakent” İstanbul’u, insanlarını yazdı; “ışık tarlaları”nı ve “korkunç karanlığı”nı.“En yoğun aşk” olan “imece”yi yazdı, “Gelirsem halkımın gücüyle gelirim.” dedi, hep inandı buna. Merhaba dedi hep yurdunun toprağına, insanına. Anadolu halk şiirinin damarlarıyla geldi. “Dirençtir / Kimliğini kazandırır çağa.” dedi. “Birer dal attık biz de/ Katıldık horona” dedi yine bir çağrıyla, güzellemeyle. Aydınlığın şiirini yazdı kısacası Başaran; yurt aydınlığının, insan aydınlığının...
Koca Bir Troya Dünya ile bir bilge olarak dünyayı kucaklayıp “Daha ne kadar sürecek talan/ Ne zaman insan olacak insan” diye soran; yalnızlıkların “yaşamın oğul vermeye hazırlanması” olduğunu söyleyip “Çağ değişmiş, silahlar da/ Sürüp gidiyor hâlâ kuşatma...” diyerek insanlığın ve aydınlığın simgesi kabul ettiği Troya savaşlarından başlayan bir Anadolu tarihini ve serüvenini şiirleştirdi; sevgi ve bilgelik dolu şiirleriyle içimizi ısıttı; “Yıkılsa da Troyalar/ Barışın sesi bu/ Toprağın yüreğinde kökleri.”; Pir Sultan Ölür Dirilir’de “En ulu yargıç zaman/ Yeşertir darağaçlarını/ Gün gelir Pir Sultan/ Pir Sultan ölür dirilir.” dedi.
Köy Enstitüleri sevdalısı, aydınlanma tutkunu, yurt güzellemecisi, düşünce adamı, şair Mehmet Başaran’ın, bu özelliklerine uygun dilciliğini, Türkçe aşkını gördüğümüz yazınsal yapıtları da onu tamamlayan yaratılarıdır.
Köy notları Çarığımı Yitirdiğim Tarla’dan (1955) sonra bir öykü serüveni var Mehmet Başaran’ın. Bu serüvende bize Aç Harmanı (1962), Zeytin Ülkesi (1964 Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi adıyla, 1983), Sürgünler (1970), Elif Diye Bir Türkü (1976), Dilsiz Oyunu (1983) adlı altı öykü kitabı sundu. (Mehmet Başaran’ın “40. Sanat Yılı”nda, bu öykülerden seçilmiş Kalın Mavi Bir Ses adlı kitabı da 1992’de basıldı.)
Öykülerinde de aynı izleği sürdürdü Mehmet Başaran: Toprak insanlarını anlattı, oradan zeytin diyarına Edremit Körfezi’ne uzandı; Trakya ovalarından Anadolu coğrafyasına aktı. Öğretmenliğinin somut, keskin, sevecen gözlemlerini, öğrencilerinin, insanlarının yaşamlarıyla örtüştüğü saptamalarını ustalıklı bir Türkçeyle aktardı. Toplumsal gerçekliğimizi, yaşama biçimimizdeki değişimleri öyküleştirdi. Topraklarımızdaki aydınlanma kavgasının bir tarihsel dönemine yürek tanıklığı yaptı.
Yürek tanıklığını, yaşanmışlıktan aktardığı romanlarıyla da sürdürdü Mehmet Başaran.
Memetçik Memet’te (1979), II. Dünya Savaşı yıllarında güçlenen faşizm heveslilerinin, Türkiye’nin aydınlık kazanımlarını yok etme girişimlerinden bir örneği anlattı. Zorlu yaşamından tanıklıklarla, askerlikte çavuşa çıkarılıp sürgüne gönderilen bir yaşama tuttu aynasını. Yasaklı’yı (1986) yazdı; yaşanmışlığa eklenen ve hemen tüm Türkiyeli aydınların karşı karşıya kaldığı “yasaklanmışlığı” anlattı. 1971-1981 arasında süren on yıllık bir pasaport serüvenini, 1940’lardan 1980’lere uzanan ülke gerçekliğini de ekleyerek anlattı. Giz Kokan Suskunluk’ta (1991) yine 1980’li yılların karanlığını, anı belge karışımı bir roman biçemiyle sundu. Kendine özgü romancılığını, ta çocukluğundan başlatarak yine 12 Eylül’ün “kızgın soluğu”nun aydınlık yüreklerde açtığı yaraları irdeleyen Eylül’ün Kızgın Soluğu ile sürdürdü.
Öğretmeniz Acıya Sürgün’le yaşamının öğretmenliğinden damıttığı kesitleri geleceğe aktardı. Dilim Dilim Anadilim’de özgürleşmemizin temeli olan dile yönelerek Türkçe sevdasını bilgeliğiyle haykırdı. Kuşatılmış Yaşam Günaydın Aşk ile yaşamı ve aşkı savunan, aydınlık ve özgürlük arayışıyla, ülkesini ve insanlarını eğitim yoluyla canlandırmanın yollarını, yöntemlerini arayan onurlu bir kavga adamı kimliğiyle okurunun karşısına çıkan aydınlık sevdalısı oldu. Onun bu sevdalı kavga adamı kimliğinde, sevgi doluluk ve sevecenlik; aklın egemen kılınması ve insanın korkuyu yenmesi çabasıyla birlikte görülür.
Yazıncılığının bir damarını da Kuş Dili, Akça Kız, Evvel Evvelken, Aç Kapıyı Bezirgânbaşı, Yağmur Gelini, Armutlu Tarla, Boyalı Irmak, Söğütler Ses Verince, Çiçeklerin Dili, Güneşin Türküsü gibi masal, şiir, öykü türünden çocuk kitapları oluşturdu.
Düşün ve eğitim dünyamıza ilişkin yazdıklarını, şiirlerini, öykülerini, romanlarını kısaca bir kez daha anımsattığım Mehmet Başaran; Cumhuriyet devrimiyle birlikte, sıradan insanlarında yaşama her yanında katılabileceği, sanat eyleminin içinde olabileceği koşulları yaratma çabasındaki uzun soluklu bir aydınlanma atılımının yarattığı insanlardan biridir.
Yaşamıyla ve yapıtlarıyla aydınlatmayı sürdüren Mehmet Başaran’ı “Sorgucular” adlı şiirinin ilk beşliğiyle selamlıyorum: “Kimliğim mi? Türkiye dedim/ Doğumum mu? 17 Nisan/ Sorun beni Bedreddin’den, Yunus’tan/ Karacaoğlan emmimdir/ Dedem Pir Sultan.”
*
MEHMET BAŞARAN KAYNAKÇASI
Şiir: Ahlat Ağacı (1953), Karşılama (1958), Nisan Haritası (1960), Kocakent (1963), Pıtraklı Memleket (1969), Gök Ekin (1975), Meşe Seli (1982), Günler Tuz Rengi (1986), Sis Dağının Başında Borana Bak Borana (1990), Koca Bir Troya Dünya (1997), Pir Sultan Ölür Dirilir (2002), Ölümsüzlük Otu (2012), Kurşun İşlemiyor Yalnızlığa (2013).
Öykü-Anlatı: Çarığımı Yitirdiğim Tarla (1955), Aç Harmanı (1962; Çarığımı Yitirdiğim Tarla ile birlikte, 1973), Zeytin Ülkesi (1964; Yüreğin Sesi Zeytin Ülkesi adıyla, 1983), Sürgünler (1970), Elif Diye Bir Türkü (1976), Memetçik Memet (roman, 1979)Dilsiz Oyunu (1983), Yasaklı (1987), Hoşça Kal Dünya (Haz. 1990), Öğretmeniz Acıya Sürgün (1998), Giz Kokan Suskunluk (1991), Kalın Mavi Bir Ses: Seçilmiş Öyküler (1992), Eylül’ün Kızgın Soluğu (1996), Yuh Olsun Topunuza (2009)
Eğitim ve Dil Üstüne: Tonguç Yolu (1974; Devrimci Eğitim: Köy Enstitüleri adıyla, 1999), Özgürleşme Eylemi: Köy Enstitüleri (1990), Sabahattin Eyuboğlu ve Köy Enstitüleri (1990), Aydınlanma Yolunda Eğitim Emekçisi Ferit Oğuz Bayır (1993), Dilim Dilim Anadilim (2001), Trakya Rüzgârı (2007).
Çocuk Kitapları: Kuş Dili (1968), Akça Kız (1970), Evvel Evvelken Deve Tellalken (1974), Aç Kapıyı Bezirgânbaşı (1974), Yağmur Gelini (1975), Armutlu Tarla (1979), Boyalı Irmak (1981) Söğütler Ses Verince (1981), Çiçeklerin Dili (1992), Güneşin Türküsü (1992), Keloğlan (2004), Dostum Badem Ağacı (2007).
Hakkındaki kitap: Mehmet Başaran Armağan Kitap, Yayına Hazırlayan Kemal Kocabaş, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları, 2010.
******************************
CAN YOLDAŞI
Sen hürriyetin türkülerin kızı
Sen sıcaklığı kanımın
Şu koskoca dünya üzerinde
Yoldaşı kimsesiz canımın
İşte gözgöze geldik bu akşam
İnandım aşılırmış Kaf dağları da
Kollarında bakir toprak lezzeti
Yanıyorsun bir damla ter kadar güzel
Sarışın tarlaları mı kucaklamışım ben
Ne bu çiçek kokusu ekin kokusu
Deli bir rüzgâr geçiyor gönlümden
Yıldızlar ışıyor gözlerin gibi
Böyle konuştukça avucun sıcak sıcak
Karşımda ıslak dudaklar titrer
Başım üstünde yeni doğmuş ay
Altın tınazlar gibi savrulur içim
Mehmet BAŞARAN
GÖREBİLDİĞİN KADAR MAVİ
Sürebildiğin kadar toprak
Sarabildiğin kadar kadın
Bu dünya
Güvenebildiğin kadar dost
Düşünebildiğin kadar güzel
Yaşabildiğin kadar
D ü n y a
Mehmet BAŞARAN
ÖMRÜMCE
Ben ömrümce köylere gittim
Taşlar arasından ıssız yollardan
Garip akşamlar içine
Tek başına ışıdığı yere okulların
Avuçlarımda yüreğimi götürdüm
Nedir çekisi kişinin
Gördüm orada gördüm
Eğildim kardeşçe toprağa
Yüzlerini çizdim öğrencilerin
Gözlerini yıldız yıldız
Bir umut sardı gönlümü
Dağbaşlarını ısıttı sevgim
Mehmet BAŞARAN
YORULMAZ İŞÇİLERİYİZ AŞKIN
Bütün gün kırlara bakmışım
Başaklarla kımıldanan
O bitek yalnızlığa
Burnumda gökyüzünün ince kokusu
Bütün gün sana bakmışım
Derin mırıltılarla ırmağa karışan
Çakıntılı gövdene senin
Uzanmışım terli toprağa
Yanına gözlerinin
Çıplak gecelere dokunuyorum
Yazın ve düşlerin sıcak kıvrımlarına
Denizi başlatıyor dudaklarının tuzu
Yüreğim konuşuyor şavkından
Ellerim böğürtlen moru
Yorulmaz işçileriyiz aşkın
Soluk soluğa ıslak taylar
Ürkek sokulmaların...
Ormanları uyandırıyor kanımın gürültüsü
Başdöndürücü yerlerindeyim dağın
Kollarımdan akan ırmak,
Sonsuza tamamlanıyorum
Mehmet BAŞARAN

Bilimin Sultanları

Bilimin Sultanları - Ulviye Küccük
Sadece Türk toplumunun değil; tarihten bu yana erkek egemenliğinin dünyanın her tarafında hükmünü sürdürdüğü bir gerçektir. Oysaki çağımızın insanları, kadın-erkek ayrımı bir daha yaşanmasın diye tarihin çöplüğüne atmayı başardılar. Türk toplumunda ve Türk toplumuna benzer ülkelerde henüz kadın-erkek eşitliği söz konusu değildir. O günlere ulaşmayı özlemle bekliyoruz.
Ulviye Küccük tarafından kaleme alınan bu kitap; başarı bilim kadınlarını anlatmaktadır. Kitapta; kadınların en az erkekler kadar; sanata, edebiyata, felsefeye, astronomiye, hukuka, kısaca bilime hizmet ettiklerini öğreniyor; onların başarı dolu hayatlarına kısa bir bakış atıyoruz.
Muazzez İlmiye Çığ'ın fotoğrafı.Kitapta Yer Alan Bilim Kadınları: Lise Meitner, Maria Geoppert-Mayer, Emilie Du Chatelet, Maria Goeppert Mayer, Haypatia, Elisabeth Hevelius, Sophie Germain, Sonja Kowalewsky, Emmy Noether, Sophia Brahe, Marie Kunitz, Caroline Herschel, Valentina Vladimirovna Tereşkova, Sofya Kovalevskaya, Caroline Lucretia Herschel, . Jammes Bary, Merit Ptah, En Hedu Anna, Rosalind Elsie Fanklin, Rita Urgan, Christiane Nüsslein- Volhard, Gerty Theresa Cori, Rita Levi- Montalcini, Asli Kayabal, Linda B. Buck, Hildegard, Marie Curie, İrene Curie Joliot, Jane Marcet, Dorothy Mary Cowffot Hotgkin, Maria Reiche, Yazar, Becky Wilson, Mileva Maric, Ada Lovelace, Maria Sibylla Merian, Clara Zetkin, Annemarie Schimmel, Sor Juana İnez De La Cruz, Si Ling-Chi, Margaret Cavendish, Maria Montessori, Natalia Avseenko, Maria Geoppert-Mayer, Kamile Şevki Mutlu, Safiye Ali, Feryal Özel, Ayten Güvener, Remziye Hisar, Dilhan Eryurt, Sözüm Doğan, Paris Pişmiş, Muazzez İlmiye Çığ, Semra Aygün, Gökçe Uygun, Janet Akyüz Mattei, Remziye Hisar, Gönül Bara, Semahat Geldiay, Dilhan Ezer, Ayhan Ulubelen, Ayşe Erzan, Emel Arınç, Ayhan Çavdar, Ayten Arcasoy, Gönül Veliçelebi, Gönül Hiçsönmez, Aytemiz Gürgey, Seza Özen, Sabiha Özgür, Ayten Güvener, Remziye Hisar, İmran Özalp, Asuman Müftüoğlu, Asuman Baytop, Fazilet Vardar Sükan, Füsun Sipahiler, Figen Kagırgan, Yard Talin Budak, A. Hümeyra Bilge, Saadet Erbay, Türkan Haliloğlu, Menemşe (Kiremitçi) Gümüşderelioğlu, Ayşen Önen, Zerefşan Kaymaz, Mahinur Akaya, İdil Arslan Alaton, Ayşegül Gürak, K. Arzum Erdem Gürsan, Asiye Safa Özcan, Suna Timur, Hande Yaman Paternotte, Billur Barshan, Fatoş Gemirli Babuna, Ferhan Çeçen, Seval Sözen, Pemra Doruker, Nalan Kabay, Işık Kabdaşlı, Meral Azizoğlu, Emine (Ubay) Çokgör, Zümrüt Begüm Ögel, Yrd Ezhan Karaşan, Serpil Sayın, Nimet Ü. Gündoğan, Senay Molvalılar, Sevim Ercan, Aytemiz Gürgey, Tural Uçal Yardımcı, Emel Babacan, Olcay Yeğin, Özden Sanal, Aslıhan Tolun, Semra Paydaş, Banu Anlar, M. Feza Akgür, Emine Demirel Yılmaz, Seza Özen, Biray E. Caner, Feza Korkusuz, Dicle Güç, Filiz Onat, Ayeşgül H. Üner, Işıl Saatçi, Hayrunnisa Bolay Belen, Sevtap Arıkanf, Bensu Karahalil, Şermin Genç, Yasemin (Gürsoy) Özdemir, Janet Akyüz Mattei, Be iye Veysi (Bora), Fatma Reşit Arif Atasagun, Hayrünnisa Ataullah, İffet Naim (Onur), Fatma Müfide Kazım (Küley), Hamdiye Abdürrahim (Rauf), Sabiha Süleyman (Sayın), Suat Ras (Giz), Fitnat Celal (Taygun)
Türkçe
190 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 21 cm
İstanbul, 2015
ISBN : 9786053250500

4 Haziran 2015 Perşembe

AZRA ERHAT

Celal Üster/ Cumhuriyet
Yayınlanma tarihi: 04 Haziran 2015 Perşembe
[Haber görseli]


Anadolu'nun 'mavi' kadını

Yakın dostu Cengiz Bektaş, doğumunun100. yılında Azra Erhat’ı anlattı.Azra Erhat’ın Eski Yunan ozanlarından yaptığı ilk çevirilere, yıllar sonra dayımın kitapları arasında bulduğum Tercüme dergisinde rastlamıştım. Erhat’ın Sappho, Alkman, Simonides, Menandros’tan Türkçeleştirdiği dizeleri, 1946 Martı’nda yayımlanmış Şiir Özel Sayısı’nda okuma olanağı bulmuştum.
Erhat’ın, Türkçesini Orhan Veli’yle paylaştığı bir Sappho şiirini, “Bir dağ rüzgârı nasıl allak bullak ederse / Meşeleri. İçimi de öyle sarstı Eros” dizelerini ilkgençliğin coşkusuyla okumuştum.
Aradan yıllar geçecek; Azra Erhat ile Cengiz Bektaş, 1970’lerde, bir masaya karşılıklı oturacaklar, Sappho’nun şiirlerini Eski Yunancanın yanı sıra başka dillerden çevirilerini de inceleyerek tartışa tartışa çevireceklerdi.
Yine yıllar geçti. Erhat’ın doğumunun 100. yılında, onun en yakın dostlarından, çalışma arkadaşı mimar, şair Bektaş’la bir araya geliyoruz, Erhat’ı konuşuyoruz.
Bazen insan belleği sınıfta kalıyor. Bellek ırmağının kuşaktan kuşağa akışı kesintilere uğruyor. O yüzden, ilkin, “Genç kuşaklara nasıl anımsatırsınız Erhat’ı?” diye soruyorum Bektaş’a.
Handiyse bir ansiklopedi maddesinin yalınlığıyla, “Azra Erhat, Anadolu’nun bugünkü gençlerinin anlayabilecekleri dile, Türkçemize, İzmirli Homeros’un ‘İlyada’ ve ‘Odysseia’ yapıtlarını A.Kadir ile birlikte çeviren kişidir” diyor. “Birçokları arasında ‘Mitologya’ yapıtı da bir başvuru yapıtıdır. Bu çeviri ile kültürümüze en önemli katkılardan biri yapılmıştır.”
Bektaş, Erhat’ın, “Anadoluculuk” akımının, Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol ile birlikte kurucularından biri olduğunu, bu yolda canla başla çalıştığını vurguluyor.
Kuşkusuz, birçok dili, bu arada Latinceyi, Eski Yunancayı anadili gibi bilen Azra Erhat’ın, Halikarnas Balıkçısı’nın mektuplarını, Sabahattin Eyüboğlu’nun yazılarını düzenleyip yayımladığını belirtmeden de edemiyor.
Bektaş’a, Erhat’ın, gerek 1940’ların sonlarında, gerek 12 Mart döneminde iktidarların baskılarını dolaysızca yaşamış aydınlardan biri olduğunu anımsatmama gerek yok. Ama bu yaşadıklarından nasıl söz ederdi acaba Erhat?
“En yakınlarına bile, bu konularla ilgili yakınmalarda bulunmazdı” diyor Bektaş. “Söz etmek zorunda kalırsa bunu biriki tümcelik genellemeyle yapardı. Belki de herkesin olanı biteni bildiğini sanırdı. İçerdeyken de durumu kabul eder, düzenini kurar, çalışmaya başlardı.”
Peki, Halikarnas Balıkçısı’nın 1940’larda başlattığı, aralarında Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol ve Bektaş’ın da bulunduğu aydınların, eski Anadolu uygarlıklarının izlerini Mavi Yolculuk’larda aramalarının temelinde nasıl bir düşünce yatıyordu?
“Anadolumuzun eskil, antik çağ uygarlığı Mavi Yolculuk ile izlenebilirdi” diye yanıtlıyor Bektaş. “Örneğin, Bodrum’un yakın yıllara dek karadan ulaşımını sağlayan doğru dürüst yolu yoktu. Kimi yerlerin de karadan ulaşımı hiç olanaklı değildi. Denizden tekneyle ulaşmak çok daha kolaydı.”
Ya karaya indikten sonra?
“Karaya indikten sonra da epey yürümek gereken yerler de çoktu. Örnekse, Didim’ deki Apollon tapınağını görebilmek için üç kilometre yürümek gerekirdi. Birçok yere de yanaştığımız limandan kötü minibüslerle sarsıla sarsıla, içimiz dışımıza çıkarak ulaşılırdı.”
Bugün “Mavi Yolculuk” denince, pek çoklarının aklına ilk gelen, deniz ya da göktür. Bir zamanların “mavi yolcuları” için de öyle miydi peki?
“Mavi Yolculuk denmesinin nedeni deniz ya da gök değildi” diye anlatıyor Bektaş. “Yurdunu seven, ‘sahip çıkan’, onu tanıyan, tanıtan kişilere ‘mavi’ denirdi. Yolculuk da mavi kişilerle yapıldığı için bu ad verilmişti.”
Neydi farkı “maviler”in?
“Maviler uygarlığın doğudan batıya gittiğine inanırlar. ‘Ex Oriente Lux’, yani ‘Işık doğudan gelir. Bunun böyle olduğunu söyleyen de Halikarnas Balıkçısı’dır. Onun kuşağından kişiler bile onu anlamak istemediler. ‘Batı’ ya eğimlilik o denliydi. Sonradan kimi bilim adamları, örneğin Prof. Dr. Fahri Işık, onun söylediklerinin somut belgelerini buldular.”
Geliyoruz, Mavi Yolculuk’un temelinde yatan düşünceye...
“Temel düşünce” diyor Bektaş, “Anadolu’ ya ‘sahip çıkmak’tı. Çünkü bugün bile, kimileri kendilerini göçebe sayıyorlardı. Oysa Aziz Nesin’in dediği gibi, göçebe kültür olmazdı. Eskil çağdan bu yana yalnız Batı Anadolu’da yetişenleri düşünsek bu gerçeği yakalarız. Avusturyalı araştırmacı- yazar Helmut Uhlig’in bir yapıtının adı da ‘Avrupa’nın Anası Anadolu’dur.”
Bektaş, iki de güzel haber veriyor: Önümüzdeki günlerde Arkeoloji ve Sanat Yayınları’ndan çıkacak iki Azra Erhat kitabı.
İlki, Erhat’ın Bektaş’a bıraktığı “mektuplar”ından oluşuyor. Aralarında Yakup Kadri’nin, Bozkurt Güvenç’in de bulunduğu pek çoklarının yazdıkları ve Erhat’ın kimilerine yanıtları. Bektaş, çoğu el yazısı, bazıları Almanca olan mektupları üç yılda yayına hazırlamış. “Dönemin bir kesiti gibi olacak” diyor.
Bektaş’ın yayına hazırladığı ikinci kitap ise, ünlü seramik sanatçımız Füreya ile Erhat’ı buluşturacak:
“12 Eylül’den sonra köşelerine çekilmeyip üretimlerini sürdüren, yüz akımız aydınlarla bir küme dost olarak söyleşiler yaptık. Bunlardan biri de Füreya idi. Azra Erhat başta olmak üzere, Şükran Yurdakul’un, benim sorularımızı yanıtladı Füreya. Azra’dan kalan bir başka iz de bu betik olacak.”



AZRA ERHAT
Anadolu sevdalısı bir düşün ve bilim insanı
ÖNER YAĞCI
Azra Erhat… Anadolu sevdalısı bir düşünce insanı…
Hep Batı uygarlığının doğduğu yer Anadolu’dur düşüncesiyle var olan bir bilim insanı… 
Eski Yunan ve Roma dilleri uzmanlığını Anadolu’nun eski kültürüne yönelterek güzelleşmesi için müthiş bir çabayla tarihin derinliklerine uzanan bir fener insan…
Yurtseverliğinin kanıtı olan sevdalı Türkçesiyle kültürümüzü zenginleştirmeye için ömrünü veren bir yazar ve çevirmen…
Azra Erhat, Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır...” sözleriyle temellenen Türk Aydınlanmasının, cumhuriyet devrimlerinin, aydınlanma seferberliğinin öncü kadın aydınlarından biridir.
Hasan-Âli Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, Nurullah Ataç, Sabahattin Eyuboğlu, Halikarnas Balıkçısı, Orhan Burian, Vedat Günyol, Nusret Hızır gibi öncü aydınlarımız Tercüme Bürosundan Köy Enstitülerine, Halkevleri’nden Milli Eğitim klasiklerine kadar o coşkulu yılların “çağdaş uygarlık düzeyi”ne ulaşma amacı için müthiş terler döktüler.
Hocası Sabahattin Eyuboğlu ve Nurullah Ataç tarafından 1940’ların aydınlanma kalelerinden Tercüme dergisine katılan ve orada bir yıldız gibi parlamaya başlayan Azra Erhat (1915-6 Eylül 1982), Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde Klasik Filoloji Bölümü doçenti olarak ışıklarını saçmaya başladı. 1948’de ünlü Dil-Tarih olaylarından sonra Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes, Mediha Berkes, Muzaffer Şerif’le (Başoğlu) birlikte üniversiteden uzaklaştırıldı. 12 Mart döneminde Sabahattin Eyuboğlu ve Vedat Günyol’la birlikte tutuklanıp yargılandı.
Antik Yunan’dan bugüne dek Anadolu’da yaşayan tüm kültürler bizdendir diyen “Mavi Anadolucular” olarak bir “Türk Rönesansı” gerçekleştirmek için yakın dostları Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol’la birlikte “Yeni Ufuklar”ı yarattılar. Hümanizmayı anlatmaya, aktarmaya çalıştılar. “Mavi Yolculuk” terimini Türk ve dünya literatürüne kazandırdılar. Atatürk’ü “Anadolu’nun ilk özgürlük kahramanı” dediği Hektor’a benzeten Erhat, Sabahattin Eyüboğlu’nun aktardığı Mustafa Kemal’in “İşte şimdi Hektor’un öcünü aldık” sözüyle Anadolu’ya adanmış bu iki büyük kahramanı özdeşleştirir; ikisi de Anadolu’nun giriş kapısı olan Çanakkale’de Batı’dan gelen saldırganlara karşı olağanüstü bir direnişin simgesidir.
Kültürümüze Homeros’tan, Exupery’den, Colette’den yapıtlar kazandıran Azra Erhat; A. Kadir’le birlikte çevirdikleri İliada ve Odysseia başta olmak üzere, başka yapıtlar; Sabahattin Eyüboğlu’yla birlikte Hesiodos’tan, Aristophanes’ten, Platon’dan, Aiskhylos’tan; Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol’la Rabelais’den çevirileriyle insanlık kültürünü Türkçeye taşıdı.
Maviliklerle, Anadolu’yla, mitolojiyle, Halikarnas Balıkçısı’yla, masallarla, sevgilerle dolu armağanlarına teşekkürler Azra Erhat…