19 Aralık 2012 Çarşamba

YENİ YIL KUTLAMALARI ALPER AKÇAM



Noel’den öte, yılbaşı kutlamalarının da bizim kültürümüzde olmadığını, dinimizce bunun günah sayılacağını söyleyen dünya kadar açıklama dinledik, gördük geçtiğimiz zaman dilimi içerisinde.
Çağımıza yakın bir zamanda, ancak 19. Yüzyıl’da moda olan Noel ağacı süslemesine Batı dünyasında ilk kez 1521’de Alcaste’da rastlanır. 24 Ocak’taki Adem ile Havva Yortusu’nda, Güney Almanya’da evlere bir cennet ağacı dikilmesi ve üzerine kutsanmış ekmeği simgeleyen, ince, hamursuz ekmek parçaları asılması da bilinen bir gelenekti zaten. Ancak 16. Yüzyıl’da, bildiğimiz Noel piramidi olarak biçimlenme görülmüş ve bu süsleme sonradan tüm Batı dünyasına yayılmıştır (Yıldız Cıbıroğlu, Adam Sanat dergisi, Kasım 2004, sayı 226, Mumdan Gemiyle Ateşten Denizi Geçmek başlıklı yazı).


Ağaca tapınma, onu mum ve meyveyle süsleme geleneği ise, çok eski tarihlere, pagan (çok tanrılı, animist) toplumlara kadar dayanmaktadır. Anadolu’da da belki binlerce yıldır süregelmekte olan bu gelenek, günümüzde de kimi yörelerde, düğün alaylarında, “nahıl bezeme”yle kendini göstermektedir. Batı kültüründeki Noel sözcüğünün yerine Doğu’da “nahıl”ı bulmaktayız. Nahıl yerine “dodo”, “dudu dudu” ya da benzer sözcükler kullanan yörelerimiz de vardır.


“Frigler döneminde Afyon ve Konya dolaylarında, yılın belli günlerinde, çoğu kez ilkbaharda yapılan dinsel törenlerde alaylar önünde nahıl taşınırdı; bu erkeklik gücünü simgeleyen phallustu. Bu simge bazen çelenk biçimini, bazen de çam dalı görünümünü almıştır.” (Özdemir Nutku, Tarihimizden Kültür Manzaraları, s 70) Özdemir Nutku, Evliya Çelebi’den Osmanlı dönemiyle ilgili bir alıntı yapar:“Süleymaniye minaresi biçimindeki balmumundan, renk renk kâfurilerden ve tellerden, göklere uzanan minareler gibi ışıklı, parlatılmış nahıllar yapılıyor ve her birini iki yüz prangalı tutsak taşıyordu.” (agy, s 70)


Yılbaşı kutlamalarıysa, ilkel toplumlardan bu yana, tüm dünyada mevsimsel bir kuttöre, özel bir ritüel olarak yaşatılmıştır. Kışın yarılanmış olduğunu, günlerin artık uzadığını muştulayan bu ritüelde, Anadolu’da, Köse, Saya, Arap oyunları düzenlenir, ateşli, kılık değiştirmeli, şölen sofralı şenliklerde ayrı kültürlerin içinde yaşayan tüm halklar birlikte eğlenirdi. Metin And’ın Oyun ve Bügü adlı araştırma kitabından, yılbaşından birkaç gün önceye denk düşen günlerde (25-28 Aralık gibi...) yılbaşı kutlamalarının Erzurum köylerini de içermek üzere Anadolu’nun birçok yöresinde yakın zamanlara kadar yapılageldiğini anlamaktayız. Artvin, Posof ve Ardahan köylerinde 31 Aralık gecesi yılbaşı kutlamaları yapıldığına ilişkin derlemeler de vardır (Mehmet Çokal, Artvin’in Madenler Köyünde Yılbaşı Karşılaması; Gülali Aydınoğlu, Poshof’un Yaylaaltı Köyünde Yılbaşı, Türk Folklor Araştırmaları, sayı 127, 1960, alıntılayan: P. Naili Boratav, 100 Soruda Türk Folkloru, s 285).


“Kış yarısı”, yılbaşı ya da değişik adlarla kutlanan dönemsel bayram için Anadolu’da değişik tarihler kullanılmaktaydı. Söz gelimi, Divrik’in Çamşıklı köylerinde Kış Yarısı Bayramı 15 Ocak’ta kutlanmaktadır (Feyzullah Çınar’dan alıntılayan P. Naili Boratav, 100 Soruda Anadolu Folkloru, s 284). Yine yakın tarihlere kadar, 24 Aralık-15 Ocak günleri arasındaki değişik günlerde, şenlikler düzenlenirdi. Tarih konusunda Hıristiyan Batı dünyasında da tam bir birlik yoktur. Katolik ve Protestan kiliseleri İsa’nın doğum günü olarak 25 Aralık’ı kabul ederken Ortodoks Kilisesi için bu tarih 7 Ocak’tır.


Macar tarihçi Huizinga, insanlık kültürünün ana kay
nağını, “oyun” olarak tanımlıyor. İnsana yakıştırılan niteliksel adlar içinde “homo sapiens” (düşünen yaratık), “homo faber” (üreten yaratık) gibi adlardan çok Huizinga’nın “homo ludens”i (oynayan yaratık) adlaması yakışır görünüyor. Ünlü halkbilim araştırmacımız Metin And, Oyun ve Bügü adlı yapıtında tüm insanlık kültüründe de aynıları ya da benzerleri bulunan oyunlarımızın kaynak ve yayılımlarıyla ile ilgili ayrıntılı bilgiler veriyor. Gaziantep’te Mangala adıyla, Anadolu’nun çeşitli yörelerinde de değişik adlarla bilinen oyunun oynandığı ülkeleri şöyle sıralıyor:“Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Hindistan, Maldiv Adaları, Bengladeş, Seylan, Zaire, Malezya, Tayland, Vietnam, Moğolistan, Çin, Endonezya, Filipinler, Habeşistan, Somali, Kenya, Mısır, Moritanya, Senegal, Zambia, Sierra Leone, Liberya, Mali, Guyana, Antiller, Haiti, Zengibar, Sudan, Tanzanya, Uganda, Ruanda, Burundi, Malavi, Rodezya, Güney Afrika, Brezilya, Nijerya, Niger, Togo, Fildişi Sahili, Yukarı Volta, Kamerun, Gabon, Madagaskar, Gine, Ghana, Dahomey vb.” (Metin And, Oyun ve Bügü, s 343-344) 


Kenya, Türkiye ve Kazakistan’da da aynı adla oynanmaktadır bu oyun...
Kavimlerin yer değiştirmesi ile zorunlu veya istemli göçler gibi, yaşanılan sosyal çevre ve içinde bulunulan üretim ilişkileri de benzer bir kültürel yapının farklı toplumlarda aynı anda doğup büyümesine yol açıyor… Anadolu’dan Amerika’ya uzanan yaratıcı imgelem, Kızılderilileri Türk, Türkleri Kızılderili kılmak için kolları sıvıyor! Dil, davranış biçimleri ve diğer kültürel göstergelerin toplumsal iletişimle olan iç içeliği, toplumsal iletişim biçimlerinin maddi yaşamla olan bağlılığı ortaya çıkıyor. “Modern antropolojideki araştırmalar göstermiştir ki, benzer sözlü edebiyat ürünlerinin ille de birbirinden alınmış olması gerekmez. Benzeyen iki fıkranın bir milletten ötekine geçmiş olması zorunlu değildir. Aynı sosyal ve ekonomik gelişme düzeyindeki toplumlar, birbirinden habersizce benzer folklor ürünleri yaratabilirler.” (İlhan Başgöz, Folklor Yazıları, s 141)


Batı dünyası, kendi kültürünü Roma-Yunan kültürüyle, hatta Ana
dolu ve Sümer mitolojisindeki kimi öğelerle bütünleştirip, kendi içinde sürekliliği olan kültürel bir sistem oluşturmuş gibi görünmektedir. Hıristiyan inancındaki İsa’yla ilgili birçok dönemsel tarihle, pagan çağlardan bu yana sürdürülmüş mevsimsel, zamandizgisel ritüeller koşutluk göstermektedir. İsa’nın doğumu kış yarısı kutlamalarına, İsa’nın ölümü ve yeniden dirilişi Nevruz öncesi ve sonrasına (21 – 25 Mart) denk gelmektedir.
Mitolojik araştırmalara göre Nevruz, Mezopotamya’daki Aşk Tanrıçası İnanna ile Çoban Tanrısı Dumuzi’nin aşkından ortaya çıkmıştı. İnanna, kendisine ihanet eden Dumuzi’yi yeraltına göndermişti. Dumuzi yalnızca bahar aylarının başında yeryüzüne dönüp İnanna ile birleşebiliyordu. İnanna-Dumuzi ilişkisiyle Orta Doğu ve Yakın Asya kültürlerindeki Attis-Kybele, Astarte-Adonis, İsis-Osiris birliktelikleri arasında bir özdeşlik vardır. Bu zaman, yeryüzünün bir enlem kuşağında, soğukların, yoklukların bittiği, bereketin filizlendiği, güneşin ısıtmaya başladığı bahar mevsimini de haber veriyordu. 22 Mart günü kutlanan Nevruz, İran için ulusal bir bayramdır. Ayrıca birçok Asya halkı için de aynı günler baharın geldiğini müjdeleyen şenliklerle kutlanır.


Nevruz günü, Tahtacı Alevilere göre Ali’nin doğum günüdür. Başka Alevi topluluklarında Ali’nin halifeliğinin yıldönümü olarak da kutlanır (Kars). Nevruz’a denk gelen 21-22 Mart günleri, Anadolu’nun değişik yerlerinde de benzer kutlamalar yapılır. Mudurnu’daki “Betnem” törenleri, Ankara yöresindeki “Hasır Küfrü” aynı günlere rastlar. Bu tören Hıristiyan ve Müslümanlar tarafından ortak kutlanırdı. Attis’in yeniden diriliş tarihi sayılan 22 Mart, İsa’nın ölümü 23 Mart, yeniden diriliş 25 Mart tarihleri, Çoban Tanrısı Dumuzi’yle ilintili Nevruz kutlamalarının aynı dönemlere denk gelmesi mitoloji ve ritüeller arasında tüm dünyaya yayılmış bir şenlikçi gelenek olarak anılabilir.


Aynı günler Hıristiyanlar için Paskalya Yortusu’dur; Hıristiyan dünyası için İsa’nın yeniden yaşama dönüşünün, dirilişin kutlandığı günlerdir. Anadolu Müslümanları da eş zamanlı şölenler düzenlemişlerdir. Çocuklar kırmızı boyanmış yumurtaları tokuştururlar... Betnem’de dağlardan toplanan ardıç dalları yakılır, Hasır Küfrü’nde eski hasırlar ateşe verilir... Aynı günler, İran’ın resmi bayramıdır.


Doğu toplumlarındaysa, derebeylik kesintileri nedeniyle bu süreklilik sağlanamamıştır. Her derebeyi, var oluş felsefesi gereği, tarihi de estetiği de kendisiyle birlikte başlatmaya kalkışmıştır.


İslamiyet’in tarihi, kendisinden önceki Cahiliye dönemi ile başlatması, daha önceki Sami-Arap kültürünü ve sanatını yok sayması, kendisinde var olan devrimci niteliğin üzerini tamamen örtememiş olmalıdır. Endülüs imgelem yaratıcılığı, Avrupa Rönesans sanatının temellerinden olan Provans şiirinin en önemli kaynağı olmuştur. “Müslüman İspanya’daki emirlerle büyük beyler, kendilerini sevdiklerinin hizmetkârları, köleleri ilan etmişlerdi. Provans şairi, bu Arap göreneğini benimsedi; cinslerin geleneksel ilişkilerini ters yüz etti, soylu hanıma ‘efendim’ dedi, kendisine de onun hizmetkârı (…) Kadınla erkeğin geleneğin yücelttiği imgelerini altüst etti. Ahlâk anlayışını etkiledi, söz dağarcığına geçti ve dil yoluyla dünyanın görüşünü değiştirdi.” (Ocatavio Paz, Çifte Alev, Aşk ve Erotizm, s 80)


Karl Marks’tan yüzyıllar önce, toplumsal değişimlerin derininde yatan gücün üretim ilişkileri olduğunu görebilmiş İbn-i Haldun da o kültürün içinden doğmuş bir bilgeydi.
    
ALPER AKÇAM 30.Aralık 2011    

Fotoğraf:Arzu Sarıyer                                                                                                                   

17 Aralık 2012 Pazartesi

PATİKA HALUK IŞIK ,ORHAN PAMUK

PATİKA
HALUK IŞIK

Aft!

Orhan Kemal’den Orhan Veli’ye, Orhan Burian’dan Orhan Alkaya’ya, Orhan Asena’dan Orhan Bursalı’ya… Şairinden ressamına, tiyatrocusundan bilim insanına, bir çok “Orhan” var. Biz onları, hayatımıza eklendikleri yapıtlarından, duruşlarından ve eylemlerinden dolayı sayar ve severiz. Ama aynı hayat, kimi Orhan’ların “aft”tan öteye gidemediğini, yine sözleri ve edalarıyla bize
 kanıtlamıştır, kanıtlamaktadır.
SoL’un haberleştirmesi ve Kemal Okuyan’ın “Sen bir faşistsin” (*)başlıklı köşe yazısı sayesinde öğrendiğimiz “hadise” hakkında, Ahmet Cemal de “Aydınlar ve Linç Kültürü”(*) bir yazı yayınladı. Bulup okumanızı isterim. Kuşkusuz başka kalemler de konuya dair yazmıştır, ben ikisini anımsatmak istedim.
“Hadise” şu; Suriye’deki kaos ve insanlık dramına dair, Nobelli yazarımızla birkaç yabancı arkadaşı, Suriye Devlet Başkanı Esad’a bir mektup yazarlar. Ne var bunda diye sorulabilir. Dünya yazar örgütleri, mesleki kuruluşlar yanında, bireysel anlamda da pek çok mektup yazılır, devletlere çağrıda bulunulur. Başta insan hakları olmak üzere, pek çok konuda uyarılar yapılır, dikkat çekilir, olması gereken anımsatılır. Buraya kadar normal. Çağına tanıklığın, aydın olma sorumluluğunun doğal ve olması gereken tepkileridir dile getirilen. Pippa Bacca örneğinde olduğu gibi, işin sonu vahşice öldürülmek de olsa, bu çağrılar insanlığın iyi kalpli yanında hep anımsanır. Dreyfus Davası için, “İtham Ediyorum” başlıklı mektubuyla, devletini adalet için uyaran ve sarsan Emile Zola unutulabilir mi? Dünyadan ve ülkemizden, bu bağlamdaki pek çok olayı ve sonucunu, kuşkusuz anımsıyorsunuz.
Peki, Esad’a mektup yazanlar hakkında, neden böyle bir tepki doğdu? Niye, yenilmez yutulmaz yazılar yazıldı? Biz niye, konuyla ilgili yazmaktan kendimizi alamıyoruz? O mektuptan birkaç alıntıyla, işin niyesini niçinini dikkatinize sunmaya çalışalım:
“İstifa et. Bu yolun sonunda, sen ve ailen için tek sonuç var, ya Saddam ve Kaddafi öldürülmek ya da La Haye’de dezenfekte edilmiş bir hapisanede ömür boyu kalmak. Cezayir, Irak, Libya, Yemen ve Bahreyn’de olanları unutma. Cezayir’e git.” Daha fazlasını, kolaylıkla ulaşacağınız mektuptan okuyabilirsiniz.
İşte itiraz, üsluptan içeriğe, bir yazara asla yakışmayacak bu satırlaradır. Bu satırlar, şu ya da bu biçimde yazmış, ödüllendirilmiş, “lansman” ve “PR” çalışmalarından hayli nasiplenmiş birinin, “yazarlık” dediğimiz olağanüstü serüvenden vaçgeçmesidir. Hayır, kuşkusuz Suriye ya da başka konularda böyle “düşündüğü” için, itiraz etmiyoruz. Bu satırlar güçlünün ve egemenin yanında saf tutarak, irdelemekten bilgilendirmeye her açıdan gölgelendirilen ve kamuoyu oluşturmak için her türlü malzemeyi kullanan bir anlayışın alkışına durmaktır. Hepsini bir yana bırakalım. Bir yazar nasıl olur da, tek çözümü “ölüm” olarak dayatır ve bunu örneklemeye çalışır? Bir yazar nasıl olur da, Cezayir’in konukseverliğinden dem vururken, güçlülerin dünyada, örneğin Fransa’nın Cezayir’de yaptıklarını unutur? Unutturur demek, elbette daha doğrudur. Bir yazar, nasıl olur da tehdit ve göz korkutma taktiğiyle, kimsenin istemediği isteyemeyeceği sonlar tasarlar ve ortaya sürer? “Masumiyet Müzesi”nin neden kurulduğunu, insan şimdi daha iyi anlıyor. Bir yazarda olması gereken ve koşulsuz barış tutkusuyla donatılmış “masumiyet” ortadan kalktığında, elbette sığınacağı bir müze gerekirdi.
Pamuk, artık bir afta dönüşmüştür. Ağızdan beyne, beyinden kelama. Yazılacak şey çok, Orhanlarla başladık bir başka Orhan’la bitirelim. Gel de Gencebay’a hak verme: “Yazıklar Olsun!”

Haluk Işık Cumhuriyet Ege 17.12.2012

********************

 Aydınlar ve Linç Kültürü...AHMET CEMAL(*) 14.12.2012 Cumhuriyet Gazetesi

SOL gazetesinden uyarmasalardı, farkına varmayacaktım.

Birkaç gün önce basında, dünyaca ünlü altı yazar ve aydın tarafından kaleme alınan ve Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı istifaya çağıran bir mektup yayıml
andı. Günüm yoğun olduğundan, ‘akşam okurum’ diyerek mektubun tamamını okumadan gazeteleri bir yana bıraktım, akşam da okumayı unuttum.

Mektubu, daha doğrusu ‘yazarlar ve aydınlar’ın imzasını taşıyan bu utanç belgesini ancak SOL gazetesinden görüş istenmesi üzerine bütünüyle okuyabildim. Metinde, ülkesinin insanlarına reva gördüklerinden ötürü haklı olarak yerilen Esad’a son paragrafta şöyle seslenilmişti: “İstifa dışında sizin ve ne yazık ki aileniz için tek yol var: Saddam Hüseyin veya Kaddafi gibi ölüm…”

Bilindiği gibi, Saddam Hüseyin ülkesinde mahkeme önüne çıkarılmıştı. Ama Libya lideri Kaddafi, yargısız ve sorgusuz, feci şekilde linç edilmişti. Sözünü ettiğim mektubu imzalayan ‘aydınlar’, Esad’a, istifa etmediği takdirde, üstelik de ailesiyle, yani karısı ve çocuklarıyla birlikte böyle bir sonun kehanetinde bulunmuşlardı.

Okurlarım, bu ‘aydınlar’ın adlarını buraya almadığımı herhalde fark etmişlerdir.

Alamazdım. Eğer alsaydım, bu sütunun dürüstlüğüne gölge düşerdi ve okurlarım, bu köşenin sahibinin bundan böyle herhangi bir ‘insanca’ mesaj verebileceğinden kuşku duymakta haklı olurlardı.

Hepsini de tanıdığım bu aydınların ve yazarların ‘yazar ve aydın olma sıfatları’, benim için sözünü ettiğim linç kehanetlerini okuduğum anda son buldu; “sesleri, insan sesi olmaktan çıktığı için …” Evet, neredeyse bütün eserlerini çevirdiğim Ingeborg Bachmann da “Ağustosböcekleri” adlı radyo oyununun sonunda insanlığını kaybedenlere bir uyarıda bulunur, ama onunkisi, sırılsıklam insancadır: “…korkuyla birbirimize baktık. Çünkü ağustosböcekleri de bir zamanlar insandılar... sevmeye son verdiler... gittikçe daha kuruyup küçüldüler... aynı zamanda da lanetlenmiş olarak, sesleri insan sesi olmaktan çıktığı için.”

Evet, bir söyleşide: “Faşizm nasıl başlar?” diye sorup herhalde ‘toplumsal’ ağırlıklı bir karşılık bekleyenlere: “Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar!” diyebilen Bachmann, insanlığını kaybedenlere de bir uyarıda bulunmuştu -ama, biraz yukarıdaki alıntıdan yansıyan üslupla. Çünkü Ingeborg Bachmann, gerçek bir yazar, şair ve aydındı!

Kendine yazar diyen, aydın diyen hiç kimse, ama hiç kimse, aynı zamanda insansa eğer, hiçbir uyarıyı bir linç kültürü üzerine inşa edemez. Çünkü linçin her türlüsü, insanlığın yadsınması ile eşanlamlıdır. Albert Camus, bu insanlık gerçeğini çok iyi bilenlerdendi. Bildiği içindir ki, “Bir Alman Dosta Mektuplar”ının son mektubunu, Nazilerin safındaki Alman dostuna şöyle seslenerek noktalar: “Biliyorum işiniz zor, çünkü yenilgiye katlanmak zorundasınız! Ama inanın ki bizim işimiz daha zor; çünkü bizler bir de sizleri affetmek zorundayız!”

Ölümünden sonra bir yazar dostu, Camus için şöyle demişti: “O, çağının vicdanı olup çıkmıştı.”

Söyledikleriyle ve yazdıklarıyla, çağının vicdanına dönüşmüş bir yazar olabilmek-ne kadar zor!


*************************************


Kemal Okuyan(*)
Kemal Okuyan'ın “Sen bir faşistsin” başlıklı köşe yazısı 11 Aralık 2012 Salı tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Edebiyatçılığınla, romanlarınla ilgilenmeyi bırakalı çok oldu. Yalnız da değilim, yazıya her şeyin 
ötesinde değer veren kitapkurtları bile seni “market alıcıları”na terk etti. Ancak belli ki, ne Elif Şafak’la birlikte uzun ömürlü süt gibi sergilendiğiniz raflar ne malum nedenlerle sahip olduğun Nobel ödülü seni tatmin ediyor. Arada, çoğu kez tiksindiğini ima ettiğin, uzak durmaya çalıştığın siyasete bulaşma ihtiyacı hissediyorsun.

Yüksek, küresel siyasete…

Sana da bu yakışır. Raf ömrünü koruman, Nobel’i kucağına tutuşturanların yüzünü kara çıkarmaman için arada büyük laf etmen gerekiyor.
Beraber hareket ettiklerin için de söylenecek çok şey olsa bile öncelik sende. Aynı dili konuşuyoruz, misyonerliğinden en fazla bu ülke etkileniyor, tersi iddia edilse de en çok burada alıcı buluyor marifetlerin.

Sen bir faşistsin…

Bir devlet başkanına “istifa et, yoksa…” tehdidini içeren bir mektup “insani” nedenlerle yazılmaz. Esad ve ailesi için kaygı duyan biri “çekilmezsen sonun Saddam ya da Kaddafi’ye benzeyecek” demez. Aynısını Tayyip Erdoğan da söylüyor her fırsatta. Sana yakıştırdığımızı ondan esirgemiyoruz elbette!

İdam cezasını karşıydın sanırım… Aklımda öyle kalmış. Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin asıldı, yaygaracı, ilkel bir şov eşliğinde… Hatırladın mı? Libya’da ise sahiplerin linç ettirmeyi uygun gördüler Kaddafi’yi…

İki “eylem” de görüntülendi bütün ayrıntısıyla. Emperyalizmin insanlığa meydan okuyabilmesi için, “uygar” dünyanın “barbar”ları hangi amaçlar doğrultusunda kullanabileceğinin anlaşılması için… Ve sizin gibilerin o mektubu yazabilmesi için!

Beşer Esad’a kim adına, hangi amaçla yazdınız? Karşındakilerin acımasızlığını mı hatırlatmak istediniz? “Eyy Esad, bunlar Kaddafi’yi yerlerde sürükledi, yaralarını bıçakla deşti, kıçına silah namulusu soktu, sen bunlarla baş edemezsin, zaman varken kaç git” mi diyorsunuz? Diğerleri bir yana, Nobel ödüllü yazarımızın elinden bu kadarı mı geliyor? Düşe düşe “iyi polis” rolüne mi düştün? Durumun buysa, mektubun sonuna “bizden günah gitti, yan odada El-Kaideciler bekliyor” diye eklemeyi de akıl etseydin bari.

Tam olurdu.

“Suriye halkının iyiliği için…” Böyle yazmışsınız Esad’ı istifaya davet ederken. İlginç olmuş. Suriye halkının Esad’ı vahşice öldürmeye hazırlanan “kötü adam”lara terk edilmesini istiyorsun öyle mi? Beşer ve ailesi bir yerlere, örneğin önerdiğin gibi Cezayir’e sığınsın, Suriyeliler ise kafa kesen, okul ve hastane bombalayanlarla baş başa kalsın!

Ağlamak da istiyor musun her zamanki gibi… Sevinçten!

Çok meraklıysan git “Esad’a ölüm”den başka iki sözcüğü yan yana getiremeyenlere propaganda metni yaz, Youtube’a salınan iğrenç görüntülere senaryo yaz ama Suriye halkının iyiliği için mektup yazma. Kimse yemez...

Mektubunuzun her tarafından, her cümlesinden iğrençlik akıyor. Üç gün önce AKP rejimi için “faşist” derken, onun kural tanımazlığına dikkat çekmiştim, işte şimdi sen de arkadaşlarınla birlikte kuralsız saldırıyorsun. Suriye’de olup bitenlere ilişkin azıcık yontulmuş bir yaklaşım geliştirebilirdin, misyonunu gizlemek için, o da yok, gerek görmemişsin.

Sen seni yaratanlar adına açıkça tehdit ediyorsun.

Esad’a alternatif olarak sunduğunuz “tek kişilik hücre” savunduğun dünyanın en rafine, en steril, en gelişkin cezalandırma sistemi değil mi? “Linç edilmekten yırtarsan, seni bekleyen işte budur” demeye getirmişsiniz. Şifre yok, süsleme yok, mistik dekor yok, sana ün getiren hiçbir şey yok! Düz, kuru, kaba tehdit!

15 Aralık 2012 Cumartesi

ALTANLARIN DEDESİ ve AZ BİLİNEN BİR ATATÜRK HİKAYESİ.

ALTANLARIN DEDESİ ve AZ BİLİNEN BİR ATATÜRK HİKAYESİ...

Mustafa Kemal Samsun'a çıktıktan sonra kongre için Erzurum'a gelmiştir...

O sırada Anadolu halkı Milli Mücadeleye çoktan karar vermiştir. 

Mustafa Kemal kongre üyesi değildir. Asil üyelerden Cevat Dursunoğlu üyelikten istifa ederek kat ve ip üyeliğe geçerek ona yer açar.

Dursunoğlu kardeşi Sıtkı Dursunoğlu'nun evine taşınarak evini Mustaf
a Kemal'e tahsis eder.
Mazhar Müfhit Kansu ile birlikte kongre hazırlıklarını yapmaktadır.

Erzurumda padişahın valisi olan "Deli" lakaplı paşa konuta gelir ve Vahdettinden gelen telgrafı göstererek:

" Paşam müsaade ederseniz sizi tutuklayıp İstanbul'a göndermek zorundayım" der. Atatürk camdan bakınca evin etrafının Osmanlı askerlerince sarıldığını görür.

Vali!ye "Peki müsade etmezsem ne olacak" diye sorar.
Deli Vali: "Paşam müsaade etmezseniz ben bu işe karışmam, hünkar gelsin kendisi götürsün " diyerek askerleriyle birlikte evi terk eder.

Aslında Vali şunu bilmektedir. Eğer Mustafa Kemal'i teslim ederse halk onu tükürükle boğacaktır.

Yıl 1919 ve Atatürk'ün Milli Mücadele için niyet dışında bir başarısı henüz yoktur.

Yıl 1925. Atatürk Kastamonu!da şapka devrimini yapınca isyan Erzurum'da çıkar.

93 kişi asılarak idam edilir.
Türkiye'de asılan ilk kadın bunların arasındadır. Doğma büyüme Erzurumluyum.
Şunu bir türlü anlayamıyordum.

1919'da rütbelerini söküp atan Mustafa Kemal'i bağrına basmış Erzurum halkı düşmanı defeden adama karşı 6 yıl sonra nasıl isyan çıkarır?

Bu yıl Üniversite Olimpiyatına görevli olarak gittiğimde bu isyanın nedenini öğrenince tatmin oldum.

Altan'ların dedeleri ( Ahmet, Mehmet ve Çetin Altan ) o sırada Erzurumda Kolordu Komutanı imiş.

İsyancıları o organize etmiş.
Kadınları toplayıp "Kocalarınızın bu gavur şapkalarını takmasına ses çıkarmayacak mısınız " diyerek tahrik etmiş.

Dededen oğul ve torunlara sadece han-hamam kalmıyor, vatan hainliğinin de genetik geçişi var demek ki. 





 NOT:Yazarı bilinmiyor,maillerde dolaşıyor...

23 Kasım 2012 Cuma

İmza: Kızın Tanıtım Filmi









http://www.haberturk.com/yazarlar/balcicek-ilter/799164-sizin-hic-babaniz-oldu-mu

21 Kasım 2012 Çarşamba

SEVGİ SOYSAL


                                   Saygı ve özlemle anıyorum

SEVGİ SOYSAL 

30 Eylül 1936'da İstanbul'da doğdu. 22 Kasım 1976'da İstanbul'da yaşamını yitirdi. Ankara Kız Lisesi'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nü bitirdi. 1957-1958'de Almanya'nın Gottingen Üniversitesi'nde arkeoloji ve tiyatro bölümlerinde öğrenim gördü. 1965-1971 arasında Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nda (TRT) program uzmanı olarak çalıştı. 1972'de siyasal nedenlerle tutuklandı, bir yıl hapse mahkum edildi. Cezaevinden sonra Adana'da iki buçuk ay sürgünde kaldı. 1956'da Özdemir Nutku ile, 1965'te Başar Sabuncu ile evlendi. Üçüncü eşi Mümtaz Soysal ile cevaevinde iken tanışıp evlendi. Bazı yazıları "Nutku" ve "Sabuncu" soyadlarıyla yayınlandı. 1961’de Ankara Meydan Sahnesi’nde Haldun Dormen’in yönettiği "Zafer Madalyası" adlı oyunda tek kadın rolünü oynadı. Edebiyata öykü ile başladı. İlk öykü ve yazıları 1960-1964 arasında Dost, Yelken, Ataç, Yeditepe, Değişim dergilerinde yayınlandı.
İlk dönem eserlerinde bireyin ruhsal durumlarını işledi. 1965-1969 arasında özellikle Papirüs ve Yeni Dergi'de yayınlanan öyküleriyle yeni bir tarza yöneldi. Kadın-erkek ilişkilerini, kadın sorununu, ağırlıklı olarak da 1960 sonrasında yaşanan sosyal ve siyasal olayları ele aldı. Gerçekçi toplumcu öykü ve romanlar yazdı. Öykü ve romanlarının yanısıra röportajlar, çeviriler yaptı. Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde günlük köşe yazıları yazdı.

ESERLERİ

ROMAN:
Yürümek (1970)
Yenişehir'de Bir Öğle Vakti (1973)
Şafak (1975)
Hoş Geldin Ölüm (1980, ölümünden sonra)
Bütün Eserleri (8 cilt, 1986)

ÖYKÜ:
Tutkulu Perçem (1962)
Tante Rosa (1968)
Barış Adlı Çocuk (1976)

ANI:
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu (1976)

DENEME:
Bakmak (1977)

ÖDÜLLERİ:

1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü Yürümek ile
1974 Orhan Kemal Roman Armağanı Yenişehir'de Bir Öğle Vakti ile




**************

Fethi Naci'den Hikâye Eleştirileri Sevgi Soysal ve Barış Adlı Çocuk



Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk adlı hikâyesinde önce koğuşu betimliyor "Koğuşta çıt yok. Sessizlik saati. Bir iki kız ranzalarında uyuyorlar. Çoğunluk okuyor. Her kitabın peşinde en az beş kişi var. Bir an önce bitirmek zorunda herkes kitabını. Selma'yla Nina yavaş sesle konuşuyorlar. Meral, yine sorun olmakta Meral'in karavana dağıtılırken hep öne geçmesi, karavanadan hep et kepçelemeye çalışması."

Arkadaşlarının genel kanısı "Bu, eleştirilmesi gereken bir tavır."Ama arkadaşları Meral'in çocukluğunun büyük sıkıntılarla başladığını, öğretmen okullarının yatakhanelerinde süründüğünü, en ücra yerlerde öğretmenlik yaptığını bilirler. Meral, mesleğini inancı uğruna tehlikeye atmış, ilk ihbar furyasında da tutuklanmıştır.

Selma, "Bencillik içine sinmiş" diyor, "bir sosyalistin böyle davranmasına izin veremeyiz."

Meral'e dışardan hiçbir şey gelmiyor. Ne para, ne bir şey. Çocukluktan beri süregelen açlığını aşması zor. Ama çalışkandır. Meral, hiç yılmadan okur... Cezaevi yönetimine karşı tek kişilik direnmelere kalkar, ama koğuşça karar verilmiş direnişlere karşı çıkar. Bu yüzden Meral'in önerilerini kimse dinlemez olur.

Güler'in radyo faslı "Aliye Akkılıç"la bitiyor. Güler, külhanbeyi tavırları sever; tesbih çeker, radyoyu ağzına kadar açıp "Neşet Ertaş" dinler. Demet, "Polis radyosunu dinler mi bir sosyalist?" diye öfkelenir. "Şafak" davasından tutuklu kızlara bakıp bakıp lahavle çeker. Güler "orducu". Kızıldere'den beri "cepheciler"le de arası iyi. Ama "orduda" da, "cephede" de kızlar az. Koğuşta azınlıkta oluşlar bundan.

Nesrin, koğuş sözcüsü. "Son tutuklama dalgasında Şafakçılar geldi. Şimdi çoğunluk onlarda. Sözcü de onlarda."

Güler, "Bunlar örgüt değil, kokteyl parti, baksana davanın yarısı kız, yarısı oğlan," diye dalga geçiyor "Ulan, şefleri bile tıpış tıpış teslim oldu. İhtilâlcilermiş. Birinizde bile mi silâh yoktu?"

KOĞUŞTAN İNSANLAR...

Güler, silâh sever, silâhtan söz ederken gözleri parlar. Hayranlarıyla konuşurken silâh adları sayar. En üzüldüğü şey de tutuklandığı sırada silâh kullanamamış olmasıdır. Silâh, yiğitliktir, namustur, sonuç olarak sosyalistlikle özdeşleşmiştir Güler'in kafasında.

Güler, Demet'e özellikle bozulur. Demet, sevdiği oğlan yüzünden bulaşmış Şafakçılar'a. Babası fabrikatör, ama en keskinleri o. Nina'ya göre keskinliği yeniliğinden.

Güler, uzlaşmamakta kararlı. Buna en çok Nina üzülür. Ötekiler de ona, "disiplinsiz, bilinç düzeyi düşük ve maceracı" deyip hınçlarını alıyorlar.

Demet, Oya'ya fısıldıyor "Sessizlik saatinde bile okumuyor şu Güler." Oya, dalga geçiyor "Red Kit okuyor ya!"

Nesrin'in sesi sinirini bastırmaya çabaladığını belli ediyor. Tartışmaktan hiç usanmaz. Polis Zafer, bir süredir her koğuşa girdiğinde herkesin hazırola geçmesini istiyor. İkide bir de içeri girdiğinden, dayanılacak bir durum değil bu. Zafer'in polisliği her tutukluluk gününü ikiyle çarptırıyor. Yapmadığı yok. Adam dövmeye kadar. Her gün Zafer'e karşı yeni bir direnme biçimi geliştiriliyor. Sinirler allak bullak. İsyan çıktı çıkacak. "Bir anlamda yılmak olmaz mı bu?" diyor Selma.

"Hayır. Biz o komut vermeden ayağa kalkacağız, onun ilk komutu ister istemez rahat olacak, biz de onu dinlemeyeceğiz. Öyle put gibi duracağız. Buna karşı yapabileceği hiçbir yasal dayanağı yok."

"Yasası mı kaldı, arkadaşlar?"

"Ben bu öneriyi tuttum."

"Kabul edenler! Edilmiştir!"

Kapı tam açılmadan hepsi hazırola geçiyorlar. Ama kapıdaki Zafer değil. "Gerginlik anlamsız bir çamaşır ipi gibi gevşiyor." Şişmanca, anaç yüzlü bir polis kadın bu. Hiç görmedikleri biri. Gülerek bakıyor içeri. En beklenmeyeni, eliyle bir çocuğu tutuyor. Zafer'in içeri girerken tabancasını tuttuğu eliyle. Dört ya da beş yaşlarında, sarışın bir oğlan çocuğunun elini tutuyor. Cin bakışlı bir çocuk.

"Haydaaa!"

Güler'in sesi patlıyor önce. Sonra hazırolunu bozup salına salına havalandırmaya çıkıyor. Ardından herkeste bir gevşeme. Aylardır, tek sıra halinde havalandırmaya çıkmaya, her havalandırma öncesinde hınçlı ve kinli sıraya girmeye öyle alışmışlar ki, bu ansızın karşılaştıkları gevşeklik şaşırtıyor, rahatsız ediyor onları.

Yeni polis bütün bunların farkında değil. Gidip masanın üstünden bir bardak alıyor.

"Bu bardağı kullanabilir miyim? Çocuk susadı da."

Ses çıkmıyor. O da gündelik bir şey yapar gibi, bir ev kadını tavrıyla su veriyor çocuğuna. Arkası koğuşa dönük. Bir elinde çocuk, bir elinde bardak. Bu, cezaevi görevlilerinin hiç yapmadıkları bir şey. Hep koğuştakiler onlara arkadan saldıracakmış gibi davranırlar. Hele Zafer, hayvanat bahçesinde, yırtıcı hayvanların kafesine gitmiş acemi bakıcı gibi davranır. Bir eli tabancasında.

Herkes farkında değişikliğin. Görevlilere duyulan yerleşmiş hıncın gevşemesine razı değil kimse.

Yeni polis, Zafer gibi, herkes havalandırmaya çıktıktan sonra gözcü kulübesine dönüyor; oradaki banka oturup, herhalde daha önce banka bırakmış olduğu yünü eline alıyor.

Kızlar her zaman olduğu gibi ikişer üçer asker adımlarla volta atıyorlar. Görevlilerin her geçişinde hazırola geçmek zorunda bırakılalı, top oynamaktan falan vazgeçtiler.

Kimse yeni polisten tarafa bakmıyor. Böyle hiç beklemedikleri bu durum daha akıl karıştırıcı. Çünkü hep daha kötüye, daha fazla baskıya karşı tavır geliştirmeye alışmışlar. Ansızın gelen bu gevşeme, yanıltıcı olabilir.

ÇOCUKLA OYUN...

Bir süre, bankta, anasının yanında uslu uslu oturan çocuk, kızların asker gibi yürümelerinden etkileniyor. Onlara hayranlıkla bakıyor önce, sonra dayanamayıp kızların peşine takılıyor. Askercilik oynuyor, rap rap! Ama küçük adımları, volta ustası kesilmiş tutuklulara yetişemiyor. Arkalarından yetişmek için koşuyor. Tam o anda hızla arkaya dönen bir kıza çarpıp düşüyor.

"Barış! Oğlum Barış, rahatsız etme ablaları."

Güler, "Anarşistlikten ablalığa düştük," diye sırıtıyor.

Tülay, "Şehir şakiyesi ablaları," diye gırgır geçiyor.

Nina, "Çocuğun adı Barış. Barış adında bir polis çocuğu." diye mırıldanıyor.

Çocuk, yanları sıra yürümeyi sürdürüyor. Öyle canlı ve sevimli ki kerata, sonunda o en erkek tavırlı, hiç kadınsı olmayan Güler dayanamıyor, çocuğun elinden tutuyor, birlikte kaz adım, askercilik oynuyorlar.

Volta düzeni allak bullak. Çocukla oynamaya başlıyorlar. Meral'le Oya'nın öğretmenlik damarları kabarıyor. Oya çocuğu kucağına alıp seviyor. Sadece Nesrin, Selma, Demet durmuş, sıkkın sıkkın seyrediyorlar durumu.

Ardından Demet'in o ince, o hep biraz sivri sesi "Polis çocuğunu sevmeyelim!"

"Havalandırmada bir an açmış olan güneş bulutun ardına giriveriyor. Soğuk bir rüzgâr esiyor."

Şişman polis ne yapacağını şaşırmış, örgüsünü suçlu suçlu banka bırakıyor. Kalkıp çocuğunu alıp yeniden yanına oturtuyor. Herkes tedirgin, herkes rahatsız.

Yeni pois kapıyı dışarıdan kapatana kadar kimseden çıt çıkmıyor.

Sonra konuşmalar "Arkadaşlar, bu kadar çabuk gevşenmez!" / "Evet, bazı arkadaşlar çok hatalı davrandılar bugün. Özeleştirilerini yapsınlar!" Son sözü Demet söylüyor.

Nesrin "Bir arada konuşmayın lütfen. Yeni polise nasıl davranılacağı konusunda forum yapalım."

Demet "Evet, yalnız önce polisle laubali olan arkadaşlar kendi eleştirilerini yapsınlar."

Oya "Yapmıyorum. Sonuç olarak sevdiğim, bir çocuktu, küçük bir çocuk," diye patlıyor. "Öğretmenim ben, çocuğun faşisti olur mu?

Güler, "Hem de Barış adında bir bebe faşist!" diye gülüyor.

Tatsız bir sessizlik yayılıyor.

Tam o anda yeniden açılıyor koğuşun kapısı. Kapıda yeni polis. Herkes ranzasına ilişiyor. Şişman polis ortadaki masaya yanaşıyor. Yüzü, gözleri kızarmış, ağlamış gibi. Çıt çıkmıyor. Ağır ağır konuşuyor

"Sizinle konuşmaya geldim. Bana güvenmediğinizi görüyorum. Ama inanın, bu göreve isteyerek gelmiş değilim. Sizlere yardımcı olmak isterdim. Ama havalandırmada anladım ki bunu benden istemiyorsunuz. Zaten geçici olarak gelmiştim. Hemen ayrılıyorum. Az önce amirime istifamı bildirdim. Sizlere vedaya geldim. Üzgünüm."

Sessizlik dayanılmazlaşıyor. Şişman polisin düzgün, açık konuşması daha da akıl karıştırıcı.

Nina dayanamıyor, tam çıkarken bağırıyor polisin ardından "Bakar mısınız?" Kadın dönüyor. Nina konuşuyor "Bizim insan sevmediğimizi, hele çocuk sevmediğimizi sanmayın. Biz insanları sevdiğimiz için buradayız... Ne var ki, üstünüzdeki üniformayla kötü deneylerimiz var. Siz isteseniz de, istemeseniz de bir şeyleri temsil ediyorsunuz. Bizi, halkı ezen bu düzeni, yapılan haksızlıkları. Onun için kusura bakmayın, davranışımız üzmesin sizi."

"Anlıyorum," diyor, adını bile öğrenemedikleri sadece "Barış" adında bir çocuğu olan polis kadın.

Demet "Size inanmıyoruz!" diye bağırıyor.

Kadın kıpkırmızı çıkıyor. Kapanıyor kapı. Tedirginlik elle tutulur gibi.

Güler, "Son kahramanlık alkışa değer." diyor.

Demet Güler'e bakmadan cevaplıyor "Faşizmin yeni bir oyunu bu besbelli."

Tülay "Bana kalırsa zevzeklik yapıyorsunuz. Bu kadın iyiye benziyordu. Bu memlekette kimlerin ne nedenle polis olduğunu biliyoruz. Faşizmle mücadele, polise statik bir kötülük olarak bakmak değildir."

Bir başkası "Bu kadın iyiye benziyordu, ondan yararlanabilir, hatta dışarı mektup falan gönderebilirdik." diyor

Nesrin, ortalığı yatıştırmak istiyor "Meseleyi kişiselleştirmeyelim. Bu yeni polisin tavrındaki görevliye nasıl davranılacağı konusunda tartışıp karar versek iyi olacak."

Bir başkası "Karar almamıza gerek yok, kadın gitti."

Yeniden açılıyor kapı. Akşam karavanası. Erler karavanayı taşıyor. Başlarında polis yok. Kadın gerçekten gitmiş demek.

Meral yine en öne geçiyor. Selma, " Hep öne geçmeyelim!" diye bağırıyor. Nina, dürtüyor Selma'yı "Bırak şimdi. Diyorum ki, yine de önemliydi, çocuğun adının Barış olması."

DEVRİİMCİ KIZLARIMIZ

Sevgi Soysal, önce, "devrimci kızlarımızın" kişiliklerini sergiliyor Yoksul Meral, bencil Selma, külhanbey tavırları seven, konuşurken silâh adları sayan "orducu" Güler, sessizlik saatinde bile okumayan Güler, tartışmaktan usanmayan Nesrin, sevdiği oğlan yüzünden Şafakçılar'a bulaşan, "Polis çocuğunu sevmeyelim" diyen fabrikatör kızı, en keskinleri, Demet. Ve insanlığı dile getiren çocukla annesi...

Sevgi Soysal, seçtiği kişileri tanıtarak amacına ulaşıyor.

Barış adlı çocuğun ortaya çıkması her şeyi değiştiriyor. Öyle canlı ve sevimli ki kerata sonunda erkek tavırlı Güler dayanamıyor, çocuğun elinden tutuyor, birlikte kaz adım, askercilik oynuyorlar. Ardından Meral'le Oya'nın öğretmenlik damarları kabarıyor, çocuğu kucağına alıp seviyor.

Derken Demet'in ince sivri sesi "Polis çocuğunu sevmeyelim!" Sonra konuşmalar "Faşizmin oyununa gelmeyelim!" Gene Demet "Size inanmıyoruz!" Gene Demet"Faşizmin yeni bir oyunu bu besbelli."

Sevgi Soysal, devrimcilikle ilintisi olmayan hanım kızların prototipini Demet'le somutlaştırıyor ve canına okuyor. İnsan sevgisini saf ve temiz Barış'la somutlaştırıyor.

Barış Adlı Çocuk, Sevgi Soysal'ın en sevdiğim hikâyesi.

Okumuş muydunuz?

cumhuriyet kitap 22.01.2004