26 Ağustos 2022 Cuma

26 AĞUSTOS ZAFER HAFTASI 100.YILI KUTLU OLSUN

 
Tepeleri ile ünlü Afyonkarahisar: Kocatepe.Tınaztepe;Çiğiltepe.Kutuluş Savaşımızın ünlü tepeleri...
        100yıl önce bugün tepeleri ile ünlü Afyonkarahisar’da “Kocatepe”ye Başkumandan Mustafa Kemal Paşa , İsmet ve Fevzi Paşalar gece karanlığını yırtarak tırmanmışlardı.Saat 3.30…

Sakarya zaferinden sonra işte bir yıl geçmişti.Bir yıl içinde büyük bir titizlik ve gizlilikle hazırlanılmış olan taarruz zamanı gelmişti.


     Türk Ordusu Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Afyonkarahisar Kocatepe'den başlayan; Büyük Taarruz'dan dört gün sonra 30 ağustos 1922 de Dumlupınar'da, Başkomutanlık meydan savaşı ile Büyük zaferi kazandı.

       26 ağustos gecesi 3.30 da Başkumandan Mustafa Kemal Paşa,fevzi ve İsmet Paşalar Kocatepe'deydiler .Bütün Afyon ovası ayaklarının altındaydı. 5.30 da askerlere ateş emri verildi .Tek tek tüm mevziler ele geçirildi.

      Zaferi ”Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir .İleri!. komutunu alan "Kemalin askerleri " gerçekleştirmiştir. Emperyalizmin uzantısı Yunan ordusu kesin yenilgiyle yurdu terk etmiştiler.

       Ünlü yazar Falih Rıfkı Atay, şöyle demektedir ."Eğer bagımsız bir devlet kurmuşsak, özgür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak ,yurdumuzu batı'nın pençesinden ,vicdanımızı ve düşüncemizi de Doğu'nun pençesinden kurtarmışsak, bu topraklardan ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak ,nefes alıyorsak, hepsini, herşeyi ,30 ağustos zaferine borçluyuz!" 30 ağustos zaferini kim gerçekleştirdi Mustafa Kemal Atatürk!
 




2018 Zafer YürüyüşüYürüyüşü Kocatepe-Şuhut Afyonkaahisar DENİZLİ DOĞA SEVERLER DERNEĞİ

2019 Zafer Yürüyüşü  Yürüyüşü Kocatepe-Şuhut Afyonkaahisar DENİZLİ EĞİTİM İŞ SENDİKASI 



 

                                       2014 Zafer Yürüyüşü Kocatepe-Şuhut Afyonkaahisar DENİZLİ ATATÜKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ


          Satırlarıma tepeleriyle ünlü Afyonkarahisar diyerek başlamıştım.Bir tepe ve adı çok fazla duyulmayan bir kahramanından söz ederek yazımı noktalamak istiyorum.Çiğiltepe ve Miralay Reşat Bey.Başkumandan Mustafa Kemal Paşa Kocatepe’de Büyük Taarruzu yönetirken amacı Tüm Afyon ovası ve tepelerine mevzilenmiş Yunan birliklerini bozguna uğratıp ,Dumlupınar’da son darbeyi vurmaktı .Bunun için de acele ediyordu.

                                            *
Yunan askerlerine karşı direnen 57. Tümen Komutanı Miralay Reşat Bey ile Gazi Mustafa Kemal Paşa arasında şu telefon konuşması geçer:

``- Niçin hedefinizi alamadınız?

-Yarım saat sonra bu hedefi alacağım Paşam.``

Geçen yarım saat süre içinde Çiğiltepe`yi düşman askerinden alamayan Miralay Reşat Bey, ``Verdiğim sözü yerine getiremediğim için yaşayamam`` diyerek beylik tabancasıyla intihar eder.

Gazi Mustafa Kemal Paşa Çiğiltepe sırtlarında çarpışan 57. Tümen Komutanlığı`nı tekrar telefonla aradığında Miralay Reşat Bey`in intihar ettiğini öğrenir ve kendisine vedanamesi okunur.

``Yarım saat zarfında o mevkiyi almaya size söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam`` ifadelerinin yer aldığı Miralay Reşat Bey`in vedanamesinin ardından geçen 15 dakika sonra Çiğiltepe düşman askerlerinden kurtarılır. 

*Miralay Reşat Bey Sandıklı toprağında ebedi uykusundadır.Mekanı cennet olsun.Adı bir İlkokulda yaşıyor.


 



10 Kasım 2021 Çarşamba

"ÇIT,ÇIT,ÇIT"

Bu Fotoğrafta Birazdan Yağmur Yağacak
 

Mustafa Kemal’in ölümünden sonra cenazesi, 16 Kasım’da Dolmabahçe Sarayı’ndaki bir katafalka yerleştirilerek halkın ziyaretine açıldı. Bu ziyaret üç gün sürdü. 19 Kasım’da top arabasına konan cenaze Dolmabahçe Sarayı’nın önünden Tophane ve Karaköy yoluyla Eminönü’ne götürüldü. Oradan da Sirkeci ve Gülhane Parkı’na. Gülhane Rıhtımı’ndan Yavuz Zırhlısına alınan tabut, İzmit’te bir trene kondu ve Ankara’ya gönderildi. 20 Kasım 1938’de cenaze artık Ankara Garı’ndaydı.
Bu fotoğrafın çekildiği yer, Dolmabahçe Sarayı’ndan Karaköy’e devam eden yolun üzerinde bir mevki. Karaköy Yüksekkaldırım olabilir. Tüm kalabalığın derin bir sessizlik ve kederle cenaze kortejinin önlerinden geçişini beklediği anlaşılıyor. Az sonra önlerinden on iki generalin taşıdığı top arabasının üzerine yerleştirilmiş bir cenaze geçecek, Mustafa Kemal’in tabutu. Falih Rıfkı Atay’ın eşi Şefika Hanım’ın sözleriyle, ‘’millet kaybettiği sevgilisini’’ son kez uğurlamak için bekleşiyor.
Sinema en yalın tarifle, dondurulan zaman parçası şeklinde hayatımıza giren fotoğrafın, hareketlendirilmiş halidir. Sinema o zaman parçasına yeniden dönebilme imkanı verir. Sinemada bu fotoğrafın öncesi ve sonrası da olacaktır mutlaka.
Atatürk’ün cenazesini taşıyan top arabası göründüğünde fotoğraftaki insanların sıralandığı merdivenlerden ansızın, şiddetli bir dolu yağıyormuşçasına ‘’çıt, çıt, çıt’’ sesleri yükselir. Basamaklardan aşağıya sel gibi düğme akmaktadır. Yüksekkaldırım’a sıralanmış kalabalığın arasında, orada esnaflık yapan ve ikamet eden yüzlerce Yahudi de vardır ve Yahudiler dinlerinin yas geleneğine uyarak, üzerlerindeki ceket ya da gömleklerinin düğmelerini aynı anda koparıp yere fırlatmışlardır.
Fotoğraftaki kederin sesi bir filme çekilebilseydi şayet, bu ‘’çıt, çıt’’ sesleri yağmur olarak duyulacaktı!
Ercan Kesal(Zamanın İzinde kitabından)
Fotoğraf:Cengiz Kahraman koleksiyonundan

1 Eylül 2021 Çarşamba

1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ


 Fotoğraf açıklaması yok.

BARIŞ KOYUN ÇOCUKLARIN ADINI
 
 
Oyunu sever bütün çocuklar 

birdirbir, uzun eşek, körebe 
bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez 
oyun sözcüğünün halkların dilinde 

(Oyun koyun çocukların adını) 

Savaşa karşıdır bütün çocuklar 
kışın: kar altında her sabah 
tükenip erise de solgun nefesi 
yazın: göğsü sırmalı fabrikalarda 
çarkları döndürse de yoksul alevi 
savaşa karşıdır bütün çocuklar 
nice ölümlerden geçmislerdir 
nice rüzgarlar içmislerdir 
gelincik tarlası çocuklar 

(Emek koyun çocukların adını) 

Gökyüzünün penceresinden şimdi 
bir kuş havalansa 
kanat çırpınışlarında 
hayatın yağmalanmış sevinci 
- Kuş uçar rüzgar kalır 

(Sevinç koyun çocukların adını) 

Uzay denizlerinde şimdi 
bir balık ağlasa 
gözyasi billurlarında 
yüz bin umut kıvılcımı 
- Alev uçar nazar kalır 

(Umut koyun çocukların adını) 

Çocuk bahçelerinde şimdi 
bir çiçek açsa 
hüzün sevince dönüşür 
sevinç çiçeğe 
- Ölüm uçar çocuklar kalır 

(Mutluluk koyun çocukların adını) 

Barıştan yanadır bütün çocuklar 
sabah: kuşatılmış bir toplama kampında 
ayrılığın tepsisini okşasa da elleri 
aksam: yıldızların mor orağıyla 
sessizliği devşirse de yetim öksüz sesi 
barıştan yanadır bütün çocuklar 
nice çığlık emmişlerdir 
nice korku gezmişlerdir 
yürekten hisli sevmişlerdir 
güvercin harmanı çocuklar 

(Devrim koyun çocukların adını) 

Barışı sever bütün çocuklar 
beştaş, saklambaç, elim sende 
bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez 
barış sözcüğünün halkların dilinde 

(Barış koyun çocukların adını)

 

  REFİ DURBAŞ 

 

Fotoğraf İnternet

BİR GARİP DÜNYA BARIŞ GÜNÜ. 1 Eylül, yani bugün "Dünya Barış Günü" Nerede?..

BİR GARİP DÜNYA BARIŞ GÜNÜ.
1 Eylül, yani bugün "Dünya Barış Günü"
Nerede?..
Sadece Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde..
Dünyanın başka hiç bir ülkesinde değil.
Uluslararası anlamda gerçek "Dünya Barış Günü” 21 Eylül'de kutlanıyor..
Birleşmiş Milletlerin belirlediği tarih bu.
21 Eylül'de 160 ülkede büyük şölenler yapılıyor..
Milyonlar meydanlara çıkıyor..
Heryerde halkların barış çığlıkları duyuluyor.
Bizdeki "Barış Günü" ise dünyadan kopuk ve biraz eski moda..
2. Dünya Savaşı'ndan kalma..
Kökü, Nazi Almanya'sının Polonya'yı işgal ettiği 1 Eylül 1939'a dayanıyor.
O tarihlerde özellikle Sovyetler Birliğinin etkisiyle, Birleşmiş Milletler insanlık tarihinin en kanlı savaşlarından biri olan bu savaşın unutulmaması amacıyla 1 Eylül’ün “Dünya Barış Günü”olarak kutlanması kararlaştırılmıştı.
Sovyetler Birliği'nin ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra bu tarih 21 Eylül olarak değiştirildi..
Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri tarihinde hiçbir zaman barışa önem vermediği için, bu tarih değişikliğini de hiç önemsemedi..
O yüzden bugün "Dünya Barış Günü" nü kutlayan tek ülkeyiz ve dünyanın bundan haberi yok.
Sözde barış gününde ordumuz Suriye'de savaşırken, içeride iktidar önüne geleni içeri atıyor..
Aslında barışın günü olmamalı..
Hergün barış olmalı..
Çünkü barış insanlığın tek kurtuluşu..
Yaşar Kemal'in dediği gibi.
“Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir, barıştır.”
Ya da Ferhan Şensoy'un.
"“Eylülün biri, dünya barış günü.
Bugün savaşmayalım, yarın bombalaşırız!
Savaşseverlerin tatil günü.”
Veya Bertolt Brechtt'in..
"Ama barış ağaç değil, ot değil ki
yeşersin:
Sen istersen olur barış, istersen
çiçeklenir."
Ya da Yannis Ritsos'un.
"Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış."
Barışla Kalın..
(Sedat Kaya, Datça)

17 Ağustos 2021 Salı

4 Haziran 2020 Perşembe

Orhan Kemal Öykülerinde Kız Çocuklar, Çocuk-Kadınlar

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, oturuyor, masa ve iç mekan
Ayşe Sarısayın
2 Haziran 2020
Değerli yazarımız Orhan Kemal'i 50. ölüm yıldönümünde 2017 yılında Nilüfer Belediyesi "Yılın yazarı: Sokağın Aynası" sempozyumunda yaptığım "Orhan Kemal öykülerinde kız çocuklar, çocuk-kadınlar" başlıklı konuşma metniyle anıyorum.
Fotoğraflar Necatigil arşivinden: 25 Şubat 1961'de Alman Lisesi'nde yapılan bir edebiyat matinesi, babamın Orhan Kemal'in ev adresini not ettiği kâğıt ve Orhan Kemal'in Şişli camiindeki cenazesinden keder yüklü bir kare -"Bir anda her şey bir yana itilir / Önce ölüm! Ölüme yol!"
Orhan Kemal öykülerinde kız çocuklar, çocuk-kadınlar
60’lı yılların sonunda, çocukluktan gençliğe geçiş sancılarını alabildiğine yoğun yaşadığım, kendime ne çocukların ne de yetişkinlerin dünyasında yer bulabildiğim, ev içlerinde bir türlü geçmek bilmeyen sıcak yaz günlerinde tanıştım Orhan Kemal’le. Önce romanlarıyla, izleyen yıllarda art arda okuduğum öyküleriyle. Bu okumalar yıllarca sürüp gitti; ne zaman açlıktan, yoksulluktan, ekmek kavgasından ve bozuk düzenden söz açılsa, romanlarından, öykülerinden unutulmaz karakterlerle, gerçekçi diyaloglarla, hayatın içinden çıkagelmiş sahnelerle kendini hatırlattı bana; eserlerinden alıntılar yaptığım, değinmeden geçemediğim bir yazara dönüştü gitgide. Bu yüzden “çocukluktan bugüne taşıdığım bir armağan” olarak tanımlıyorum onu. Adana’yı, Çukurova’yı konu alan kitaplarından bilmediğim, çok uzağımda olan hayatları öğrendim, İstanbul’un kenar mahallelerinde, yoksul evlerinde geçen kitaplarından ise kıyısında durup uzaktan izleyebildiğim hayatlara içeriden bakmayı…
Orhan Kemal’in ele aldığı kimi hayatlar, benim de yanı başımdaydı oysa. Beşiktaş’ın arka sokaklarından birinde doğdum, orada okula gittim. Genç yaşta dul kalmış üç çocuklu bir kadın, dikiş makinesinin tekdüze tıkırtıları, kimsesiz bir yaşlı adam, sabahlara kadar dinmeyen öksürükler, sokakta oynayan çocukların neşeli sesleri, patırtılı gürültülü çekişmeleri –yaşam mücadelesi veren dar gelirli insanlar çoğu… Görüntüler silikleşse de, tüm sesler nasıl da yakınlarda yankıyor hâlâ!
Birkaç yıl önce, Orhan Kemal’in unutulmaz “Çikolata” öyküsü üzerine bir konuşma hazırlarken fark etmiştim bu gerçeği; fark etmiş ve irkilmiştim. “Çikolata”daki diyaloglar, çocukluğumun geçtiği sokaktan çıkagelmişti sanki. Ama onları duymak, görmek, o sesleri yeniden dillendirmek için Orhan Kemal gerekiyordu. Babamın bir şiirindeki gibi: “Yazmaya Orhan Kemal olacaktı…”
Orhan Kemal’in öykülerindeki kız çocuklarına, geçmişte kalmış bu seslerin yankılarıyla yaklaştım; Ayten’lere, İnci’lere, Behiye’lere, Neriman’lara daha yakından bakmaya çalıştım. Şimdi bana öyle geliyor ki, onun iz bırakmış kadın karakterlerini, Cemile’leri, Güllü’leri, Hacer’leri biçimlendirenler de aynı çocuklar. Erkenden büyümek zorunda kalan bu kızların çocuklukları, çocuk-kadınlarda yaşamaya devam ediyor. Katlanmaya katkı olan hayallerinde, kıskançlıklarında, çekememezliklerinde, küçük isyanlarında, öfkelerinde ve kocaman yüreklerinde en çok…
Yoksul bir semt sokağında, üç çocuk arasında geçen “Çikolata” öyküsü, gücünü yürek yakan konusu kadar ustalıklı diyaloglardan alır. Babası yoğurtçu olan bir kız çocuğuyla, biri kız diğeri erkek iki kardeşin, şekerci dükkânının önünde karşılaşmalarıyla başlayan öyküde, çocukların aile yapılarını, maddi koşullarını, hayallerini ya da öfkelerini ağırlıklı olarak diyaloglardaki ipuçlarıyla görünür kılmaktadır yazar. Çocuklardan ikisi çikolata yemişlerdir daha önce, halaları getirmiştir bir seferinde. Yoğurtçunun kızı ise daha önce hiç çikolata yememiştir, tadını bilmez, ama gururundan dolayı belli etmek istemez, yoksulluğunu göstermemek, altta kalmamak için onları alabildiğine kışkırtır. Öfkelerine yenilen iki kardeş bir çikolata alıp onun gözlerinin önünde yerler, ardından da yaldızlı kâğıdını atıp giderler. Yoğurtçunun kızı da tam gidecekken yerdeki kâğıda ilişir gözü. Çevreyi kolaçan eder, kimsenin kendisini görmediğine emin olduktan sonra buruşuk yaldızlı kâğıdı alır, top gibi atıp tutarak birkaç sokak boyunca yürür, ardından kâğıdı açar ve çikolata artıklarını yalamaya başlar...
Tüm çocukların sevdiği çikolata, “Sevinç” öyküsünün sonunda da ulaşılamaz bir hayal olarak belirir. Vapurlarda cambazlık gösterileri yaparak para toplamaya çalışan, sarhoş babasından yediği dayakla bir gözünü kaybetmiş kız çocuğu, kazandığı parayla karnını doyuracağını, sinemaya gidip iki gazoz içeceğini söyler anlatıcıya. Daha önce bir kez çikolata yemişliği vardır, hastanede hasarlı gözünü çıkarıp alan doktor sayesinde, “bedavadan”… Vapur iskeleye yanaşırken sona eren öyküde, anlatıcının verdiği parayı kapıp uzaklaşan çocuk, bir an önce çikolataya kavuşmayı hayal eder: “Bir liram olsa, hepsine çikolata alsam, yesem, yesem…”
“İnci’nin Babası (Gurbette)” öyküsünün kahramanı olan küçük kız –ki bu karakter, Orhan Kemal’in geçtiğimiz yıl Unutulmuş Öyküler adlı kitabında toplanan başka öykülerde de çıkar karşımıza- bir “izzetinefis” meselesi yüzünden işsiz kalan ve bir türlü iş bulamayan babasındaki değişimi, artık gülmeyen yüzünün yanı sıra yoksun kaldığı çikolata üzerinden algılar: “Babası bazı akşamlar hiç olmazsa bir çikolatayla gelir, İnci’yi kucağına alır, dizine oturtur, öperdi…”
“İnci’nin Maceraları” öyküsünde, babasını başka bir ildeki cezaevinden çıktıktan sonra ilk kez gören kız çocuğunun hayal kırıklığı anlatılır. Arkadaşı Berin’inki gibi şişman, şakacı, iyi giyimli bir doktor baba beklerken bambaşka biri çıkar karşısına. Zayıf, asık suratlı, ayakkabıları eskimiş bir adamdır babası. Üstelik “şımarık zengin çocuğu” Berin’le arkadaşlık etmesini de engellemiştir. Küçük kızın hayatında iyi gitmeyen her şeyin suçlusu olarak gördüğü babasına karşı geliştirdiği öfke, hayallerini de yönlendirecektir: Kurtuluşu ya babasının yeniden hapse girmesindedir ya da –daha da iyisi- ölmesinde…
Bir başka öyküde (“İnci’nin Maceraları 2”), 1944 yılının, savaşın tüm dünyayı kasıp kavurduğu, en çok dar gelirli, fakir insanları etkileyen, “mutfak kapılarının eskisi gibi aralık bırakılmadığı, çöp tenekelerinde dişe dokunur bir şeyler bulmanın zor olduğu” amansız koşullarında, çok sevdiği Sürmeli kedinin açlıktan yavrularını yemesine tanıklık eden İnci’nin, tüm öfkesini anne kediyi beslemeyen halasına yönlendirmesi, ona beddualar etmesi gibi…
1969 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na ve Türk Dil Kurumu ödülüne değer bulunan Önce Ekmek kitabıyla aynı adı taşıyan ve yazarın yaşamı boyunca kafa yorduğu temel meseleyi ele alan öyküde, ekmek derdi yüzünden yazgısı değişen tüm çocuklar Ayten karakterinde simgeleşir. Doktor olmayı hayal eden ortaokul öğrencisi Ayten, işsiz babasının baskılarına, parasızlığa, kaynayamayan tencereye, kirası ödenemeyen eve daha fazla direnemeyecek, ortaokula veda ederek triko atölyelerinde çalışan arkadaşlarına katılmaya karar verecektir. O güne dek karısıyla kızının çalışmasını isteyen babanın içinden pişmanlığa, acımaya ilişkin duygular geçse de susmak zorundadır. Aslolan yaşamın devamıdır, önce ekmek geliyordur, sonra her şey.
“Önce Ekmek” öyküsünde kızının okulu bırakma kararı üzerine ağlayacak kadar duygulanmasına rağmen sessiz kalan baba, “Hırsız” öyküsündeki bir başka işsizle, kızının topladığı bayram harçlıklarını çalmak zorunda kalan çaresiz babayla aynı kaderi paylaşır az çok. “Üç defa saydım, babaannemlerde de saymıştım, on liraydı. Şimdi yedi buçuk liram var. İki buçuk liram kayıp, çalmışlar. Kim çaldıysa Allah ateş etsin, ciğerine bassın!” diye hıçkıran çocuğu anne susturmaya çalışırken, baba tepkisiz, pencereden dışarı bakmaya devam edecektir…
“Ayten”, “Atom”, “Rüya”, “Karaçalı” öykülerinde yine Ayten karakterinde, çocuk yaşta çalışmaya başlamış kızları bekleyen hayattan kesitlerle karşılaşırız. “On altı yaşında, bir sap kiraz kadar ince, yanakları al al” Ayten, daha ilk gün, arkadaşlarıyla
birlikte işe giderken sarsıcı biçimde tanışır bu yeni dünyayla. Yol üstünde alelacele makyaj yapan kızlara, önlerinden geçerken laf atanlara, bitirim dolmuş şoförünün yapışkan bakışlarına yabancıdır henüz -atölyedeki makinelerin kulakları sağır eden gürültülerine, uğultulara, havada uçuşan tozlara da… Ama bu dünyayı benimsemesi, yeni yeni kıpırdanmaya başlayan cinsel dürtülerine teslim olması uzun sürmeyecek, işyerindeki bütün kızların peşinden koştuğu “Atom” Erol, onun da rüyalarına girecektir kısa sürede. Rüyalar, “iri, yemyeşil gözlerine korkuyla ve titreyerek baktığı” delikanlıyla birlikte, nikâh dairesinde sonlanır. Okuma hayallerinin yerini “Atom” almış, gelecek şimdiden şekillenmiştir. Çocuk yaşta çalışmak zorunda bırakılan tüm yoksul kızların hayali, onun da hayalidir artık. Fabrikada çalışıp evin geçimini sağlayacak, karısına, çocuklarına zulmetmeyen, güçlü kollarıyla onu sarıp sarmalayacak bir kocanın, sağlıklı çocukların, kırk yılın başında yüksek topuklu iskarpinlerini giyip kocasının koluna girerek gezmeye gideceği, komşularına caka satacağı bir hayatın düşlerini kurar. Hayallerin sınırlarını koşullar belirlemektedir, tencere kaynadıkça sorun olmayacak, günlük hayatın hayhuyu içinde ömürler geçecektir.
“Çamaşırcının Kızı” Neriman, yoksulluktan bunalmış, kolay yoldan zengin olma, sınıf atlama hayalleri kuran karakterlerden biridir. Güzeldir, alımlıdır, Lana Turner’e benzer. Lise öğrencisi sevgilisiyle İstanbul’a gidip film yıldızı olacaktır. Kendisini uyaranlara kulak asmaz, kıskançlıkla suçlar onları. El çamaşırı yıkamaktan bıkıp usanan annesi Hacer de destekler kızının hayallerini: “Neriman, o zaman çamaşır yıkamayacağım değil mi?” “Büyük bir artistin annesi çamaşır yıkar mı? Kucakla paramız olacak, otomobilimiz, apartımanımız…” “Apartımanı ben kiraya vereceğim değil mi?” “Elbette…” Yaşanılan hayatın zorluklarına, hayallerle avunularak katlanılabilir ancak. Beş parasız, tıpkı Neriman gibi ayağına giyeceği ayakkabıyı, sırtına atacağı ceketi arkadaşlarından ödünç alan Coni Şevket’in amacı farklıdır oysa. Güzel Neriman’ın sonu, seviştiği yakışıklı oğlanın peşine takıldıktan sonra terk edilip bir muhabbet tellalının eline düşen “Küçücük” gibi olacaktır belki de. Kahramanın adının yine Ayten olduğu bu uzun öyküsü için, “‘Küçücük’ çok sevdiğim bir hikâye,” der Orhan Kemal, yakın dostu Fikret Otyam’a yazdığı 4.4.1960 tarihli mektubunda: “Ama gerçekten çok sevdiğim.”
“Bir Dal Gibi”nin kahramanı orta ikide okuldan ayrılmış, bir kitapçının yanında çalışmakta, kurtuluşun yolunu okumakta görmektedir –bu kararında kitaplarla iç içe olmanın da etkisi vardır belki... Annesinin işyerinde başına musallat olan patrona direnir var gücüyle: “Ben çocuğum daha. Böyle şeyler söylenir mi bana? Ayıp değil mi? (…) Ben asıl okumak istiyorum: Okuyamasam bile, Orta diplomamı aldım mı bir bankaya girerim. Annemi el kapısından kurtarırım!”
İşsizlerin önceliği boğaz tokluğuna da olsa iş bulmak, boğaz tokluğuna çalışanların amacı ise el kapılarından kurtulmaktır bu bozuk düzende…
Yoksulluğun, açlığın pençesine düşen genç kızlar, hatta kız çocukları cinsel sömürüye alabildiğine açıktır bu ortamda, fuhşa sürüklenmeleri işten değildir. Kimileri “Fare Zehiri” öyküsünde bir eczanede kasiyerlik yaparak felçli babasına, kalabalık ailesine bakan onurlu, çalışkan göçmen kız gibi beş delikanlı tarafından kaçırılıp ırzına geçildikten sonra ölüme sürüklenir, kimileri “Kötü Kadın” olmaya. Kimsenin beğenmediği “Kötü Kadın”, dert yanar anlatıcıya: “Herkesin gözlerinin içine bakıyorum. Herhangi bir iş, o da yok. Ölmek istiyorum.” Zor koşullara rağmen dürüsttür hâlâ, yanına sığındığı Ermeni kadının evinde ölüp başına dert olmak istemez: “Kadın zaten fakir. Evinde ölürsem şaşırır zavallı. Ölümü kim kaldıracak? Bir ölünün kalkması için de para ister…” Anlatıcının cebindeki son parayla aldığı simidin yarısını bir solukta yedikten sonra, karşılığını vermeyi teklif eder: “Haydi!” dedi. “Ne var?” “Ödeşelim!” “Neyi?” “Simidi…” “Yarım simide ha?”
“Kötü Kadın”ın geçmişi, neden düştüğü belirsizdir, “Kırmızı Küpeler” öyküsünün, gördüğü kötü muameleye, baskılara dayanamayıp evden kaçan evlatlığı Elmas da olabilir bu çaresiz kadın, “Üç Onluk” öyküsünde fahişeliğe yeni adım atan on beş yaşındaki kız da…
“Üç Onluk”ta yaşlı bir adamla ilk kez ilişkiye giren bir kız anlatılır.
Adama yirmi yaşında olduğunu söyleyen kız, sonradan pişman olup onu durdurmaya çalışsa da başaramamıştır: “Tırnaklarının özenle düzeltilip kız pembesiyle hafifçe boyanmışlığı, kurt kapanından kurtulmak istercesine odanın koyu griliğini şiddetle tekmeleyen çocuk bacaklarıyla çırpınıyordu. –Vallahi kızım, billahi kızım. Yaşım da küçük!” Olay bittikten sonra kızın ilk düşündüğü, eve döndüğünde teyzesine ne diyeceğidir. Yaşlı adamla şu konuşma geçer aralarında: “- Haydi giyin! – Sonra? –Sonra çıkalım, bakkala uğrayalım. – Ne var bakkalda? –Para bozduracağım. – Bana? –Vereceğim. – Teyzem? – İdare edersin. – Külotumun kanı? – Çeşmede yıkarsın. –Nerde kuruturum? –Uzatma. –Külotsuz mu giderim eve? – Kim ne bilecek?” Konuşmanın devamında adamla üç onluk pazarlığı yapan kız, son anda karar değiştirir: “Adamın, yenleri patlak iskarpinleri ilişti gözüne. Bütün parası elli liraydı besbelli. Üç onluğu kendisine vermişti. İki onluğun içinden bir Hisar almıştı, bir kibrit, bir Birinci, bir de Sana. Belki de elleri boş giderdi evine. Yarın sabah koskoca adam ne yapardı? Evden çıkarken, en azından bir onluk bırakması gerekirdi karısına. İlkin birine gidene yirmi beş kuruş. Orta’ya gidene elli. Üniversiteye gidene de an azından bir beşlik vermesi gerekirdi.” Kızın sutyenine sıkıştırdığı üç onluktan birini geri verdiği adam, şaşkın, bakakalır. Paranın her şeye hükmettiği dünyada, kızın merhamet duygusunu tetikleyen de para olmuştur.
“İki Kız” öyküsünün –ki Behçet Necatigil, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü’nde, “Kötü Kadın” ve “Duvarcı Celâl”le birlikte “Orhan Kemal öykücülüğünün uç noktaları” olarak nitelemiştir bu öyküyü- viranelerde müşteri arayan paçavralar içindeki çocuk karakterleri, “Üç Onluk”ta daha yolun başında olan kızdan farklıdır. Fabrikada, çırçırlarda çalışırlarken, yaşlarının küçük olması yüzünden işten çıkartılan bu kızları, para kazanmaları için aileleri salmıştır sokaklara: “Sizin anneniz, babanız yok mu?” “Vaaar.” “Böyle yaptığınızı biliyorlar mı?” “Biliyorlar.” “Biliyorlar mı?” “Biliyorlar ya, ne var ki?” “Onlar mı diyorlar, gidin böyle böyle yapın diye?” “Demiyorlar ama… Gidin para kazanın diyorlar!” Parayı peşin veren anlatıcı, öykünün sonunda kıza ilişmeden ayrılırken, diğer kızın, “Desene, enayinin biri!” dediğini duyar. Yaş ne kadar küçükse, düzene ayak uydurmak o kadar kolaydır belki de…
“Behiye” öyküsündeki kız çocuk, hoşlandığı oğlana, altın dişli, saçları briyantinli bitirim Çeçen Hakkı’ya teslim olmuştur ne olduğunu anlayamadan. Aynı yerde, yine Yıldız Parkı’nda, mavi arabası pırıl pırıl, paralı pullu Cemâl Bey’le birliktedir şimdi. Bu defa canı acımaz ilk seferde olduğu gibi, hem Cemâl Bey arabasına bindirmiştir onu. Hiç görmediği Beyoğlu’na götürecek, gezdirecek, yeni külotlar alacaktır. Yıldız Parkı’nda kan lekelerini temizlemek için yıkadığı tek külotu, ıslaktır hâlâ.
Bu kız çocuklarının hikâyeleri, babamın “Evcik” şiirinin son dizelerini çağrıştırıyor bana: “Ayşelerin kimisi / Yuvadan, evden yoksul / Sert rüzgârlar önünde / Güz yaprakları gibi / Boşluklara savrulur.” Orhan Kemal’in öykülerinde hep boşluklara savrulan kız çocuklar…
Okulun, eğitimin ekmek kavgasının önüne geçemediği bir hayattan gelen Orhan Kemal, çocuk yaştan itibaren atölyelerde, fabrikalarda çalışmak zorunda kaldı, çocukluğunu yaşayamadan büyüyen çocuk-yetişkinler arasına katıldı. “On altı yaşıma kadar baba evi,” diye anlatıyor. “Bunun da galiba on–on iki yılı rahat etmek, ondan sonra bitmez tükenmez bir sıkıntı. Okul-üniversite yoluyla olan öğrenimini yapamamış, elindeki diplomayla sırtını devlete dayayıp iyi kötü rahatça bir ekmeğe kavuşamamış her diplomasız gibi ben de çeşitli işlerde yıllarca sürttüm durdum. Bu arada benim gibi, benden de besbeter yığınla insan tanıdım. Gün geldi hikâyeler, romanlar yazmak varmış nasipte, yazdık. Çok iyi bildiğim insanların ‘ekmek peşinde’ki maceraları bana malzeme oldu. Hemen hemen tek problemim ‘insan ve ekmek kavgası’dır.”
Eserlerinin temel izleği olan ekmek kavgası yüzünden yıllarca hapis yatmış, yargılanmıştır. 1956 yılında Arka Sokak kitabı için açılan davada, hâkim “konularını neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığını, Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını” sorduğunda, “Ben gerçekçi bir yazarım,” diye cevap verir. “En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından da haberim yok!”
Yaşamı boyunca belini büken parasızlıktan, Fikret Otyam’a da yakınır sık sık. “Önce hepsinden önemlisi PARASIZLIK!” diyor 2.6.1964 tarihli mektubunda. “Cepte metelik yok, beşinci aydır ödenmeyen ev kirası bir yanda, öte yanda tamtakır bir ev, bomboş cepler...” Bu satırlar, “Önce Ekmek” öyküsünden çıkagelmiş sanki…
Orhan Kemal’in ele aldığı her konuyu başarıyla aktarması, okurda derin izler bırakması rastlantı değildir kuşkusuz, tanıklıklarla, yaşanmışlıkla açıklanamaz. Sınırsız gözlem yeteneğinin, kaleminin gücüyle birleşmesidir onu bu denli usta kılan. Yalın, süsten ve abartıdan uzak anlatımı, uzun betimlemeler yerine birkaç vurucu sözcükle yarattığı mekân ve atmosfer, metinlerini ağırlıklı olarak konuşmalar üzerinden kurması, kişilerin toplumsal konumlarını, ruh hallerini, düşüncelerini iç ya da dış konuşmalarla görünür kılmasıdır.
Orhan Kemal’in “tek problemim” olarak nitelediği “insan ve ekmek kavgası”, insanlığın bir türlü çözülemeyen problemi. “Dünya insanlara neden bir kardeş sofrası gibi açılmıyor?” sorusunun cevabı pek de zor olmadığı halde, çözüm yoluna gidilmiyor, gidilemiyor. “Allah deyin, tabiat deyin, doğa deyin ya da, niçin ekmeği tavşan, insanı ardında tazı gibi koşturur? Neden bir yanda buğdaylar yakılırken öte yanda insanlar açlıktan ölür? İnsanın insana kulluğunu yapan şey nedir? Bir lokma ekmek için insanoğlu çokluk neden düşmanının kapısına gider de istemeye istemeye el açar? Yurtlarımızı yuvalarımızı bırakıp bizi gurbetlere düşüren, otel odaları, hanlar ya da pis kahve köşelerinde kara kara, sarı sarı düşündüren nedir? Gurbet üzerine, yokluk üzerine, açlık üzerine yakılan türküler, ümitsiz gecelere yanık yanık salınan bozlakların yüzyıllardır süregelen acısı ne zaman bitecek? Nasıl bitecek?” sorularının cevabı, bu sözlerin üzerinden yarım asır geçtiği halde yok hâlâ. Orhan Kemal’in küçük insanları kentte olsun, köyde olsun sömürülmeye, ezilmeye devam ediyor. Sistemler, yaşama biçimleri, değer yargıları hızla değişirken, ancak insanı insana kul eden düzende hiçbir değişiklik olmazken, dahası, bir zamanlar ayakta kalmanın, hayata tutunmanın temel yolu olan eğitim gitgide değersizleşirken, çocukluğumdan bugüne taşıdığım büyük armağanı, değerli Orhan Kemal’i sıkça hatırlıyor, onun vicdanını daha çok özlüyorum.
Her şeye rağmen daha iyi, daha adil, herkes için yaşanabilir bir dünyaya dair inancımı yitirmeme gayretiyle, değerli anısı önünde saygıyla eğilerek, bize kattıkları için hep teşekkürle…
Ayşe Sarısayın
30 Ağustos 2017, Heybeliada