4 Haziran 2020 Perşembe

Orhan Kemal Öykülerinde Kız Çocuklar, Çocuk-Kadınlar

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, oturuyor, masa ve iç mekan
Ayşe Sarısayın
2 Haziran 2020
Değerli yazarımız Orhan Kemal'i 50. ölüm yıldönümünde 2017 yılında Nilüfer Belediyesi "Yılın yazarı: Sokağın Aynası" sempozyumunda yaptığım "Orhan Kemal öykülerinde kız çocuklar, çocuk-kadınlar" başlıklı konuşma metniyle anıyorum.
Fotoğraflar Necatigil arşivinden: 25 Şubat 1961'de Alman Lisesi'nde yapılan bir edebiyat matinesi, babamın Orhan Kemal'in ev adresini not ettiği kâğıt ve Orhan Kemal'in Şişli camiindeki cenazesinden keder yüklü bir kare -"Bir anda her şey bir yana itilir / Önce ölüm! Ölüme yol!"
Orhan Kemal öykülerinde kız çocuklar, çocuk-kadınlar
60’lı yılların sonunda, çocukluktan gençliğe geçiş sancılarını alabildiğine yoğun yaşadığım, kendime ne çocukların ne de yetişkinlerin dünyasında yer bulabildiğim, ev içlerinde bir türlü geçmek bilmeyen sıcak yaz günlerinde tanıştım Orhan Kemal’le. Önce romanlarıyla, izleyen yıllarda art arda okuduğum öyküleriyle. Bu okumalar yıllarca sürüp gitti; ne zaman açlıktan, yoksulluktan, ekmek kavgasından ve bozuk düzenden söz açılsa, romanlarından, öykülerinden unutulmaz karakterlerle, gerçekçi diyaloglarla, hayatın içinden çıkagelmiş sahnelerle kendini hatırlattı bana; eserlerinden alıntılar yaptığım, değinmeden geçemediğim bir yazara dönüştü gitgide. Bu yüzden “çocukluktan bugüne taşıdığım bir armağan” olarak tanımlıyorum onu. Adana’yı, Çukurova’yı konu alan kitaplarından bilmediğim, çok uzağımda olan hayatları öğrendim, İstanbul’un kenar mahallelerinde, yoksul evlerinde geçen kitaplarından ise kıyısında durup uzaktan izleyebildiğim hayatlara içeriden bakmayı…
Orhan Kemal’in ele aldığı kimi hayatlar, benim de yanı başımdaydı oysa. Beşiktaş’ın arka sokaklarından birinde doğdum, orada okula gittim. Genç yaşta dul kalmış üç çocuklu bir kadın, dikiş makinesinin tekdüze tıkırtıları, kimsesiz bir yaşlı adam, sabahlara kadar dinmeyen öksürükler, sokakta oynayan çocukların neşeli sesleri, patırtılı gürültülü çekişmeleri –yaşam mücadelesi veren dar gelirli insanlar çoğu… Görüntüler silikleşse de, tüm sesler nasıl da yakınlarda yankıyor hâlâ!
Birkaç yıl önce, Orhan Kemal’in unutulmaz “Çikolata” öyküsü üzerine bir konuşma hazırlarken fark etmiştim bu gerçeği; fark etmiş ve irkilmiştim. “Çikolata”daki diyaloglar, çocukluğumun geçtiği sokaktan çıkagelmişti sanki. Ama onları duymak, görmek, o sesleri yeniden dillendirmek için Orhan Kemal gerekiyordu. Babamın bir şiirindeki gibi: “Yazmaya Orhan Kemal olacaktı…”
Orhan Kemal’in öykülerindeki kız çocuklarına, geçmişte kalmış bu seslerin yankılarıyla yaklaştım; Ayten’lere, İnci’lere, Behiye’lere, Neriman’lara daha yakından bakmaya çalıştım. Şimdi bana öyle geliyor ki, onun iz bırakmış kadın karakterlerini, Cemile’leri, Güllü’leri, Hacer’leri biçimlendirenler de aynı çocuklar. Erkenden büyümek zorunda kalan bu kızların çocuklukları, çocuk-kadınlarda yaşamaya devam ediyor. Katlanmaya katkı olan hayallerinde, kıskançlıklarında, çekememezliklerinde, küçük isyanlarında, öfkelerinde ve kocaman yüreklerinde en çok…
Yoksul bir semt sokağında, üç çocuk arasında geçen “Çikolata” öyküsü, gücünü yürek yakan konusu kadar ustalıklı diyaloglardan alır. Babası yoğurtçu olan bir kız çocuğuyla, biri kız diğeri erkek iki kardeşin, şekerci dükkânının önünde karşılaşmalarıyla başlayan öyküde, çocukların aile yapılarını, maddi koşullarını, hayallerini ya da öfkelerini ağırlıklı olarak diyaloglardaki ipuçlarıyla görünür kılmaktadır yazar. Çocuklardan ikisi çikolata yemişlerdir daha önce, halaları getirmiştir bir seferinde. Yoğurtçunun kızı ise daha önce hiç çikolata yememiştir, tadını bilmez, ama gururundan dolayı belli etmek istemez, yoksulluğunu göstermemek, altta kalmamak için onları alabildiğine kışkırtır. Öfkelerine yenilen iki kardeş bir çikolata alıp onun gözlerinin önünde yerler, ardından da yaldızlı kâğıdını atıp giderler. Yoğurtçunun kızı da tam gidecekken yerdeki kâğıda ilişir gözü. Çevreyi kolaçan eder, kimsenin kendisini görmediğine emin olduktan sonra buruşuk yaldızlı kâğıdı alır, top gibi atıp tutarak birkaç sokak boyunca yürür, ardından kâğıdı açar ve çikolata artıklarını yalamaya başlar...
Tüm çocukların sevdiği çikolata, “Sevinç” öyküsünün sonunda da ulaşılamaz bir hayal olarak belirir. Vapurlarda cambazlık gösterileri yaparak para toplamaya çalışan, sarhoş babasından yediği dayakla bir gözünü kaybetmiş kız çocuğu, kazandığı parayla karnını doyuracağını, sinemaya gidip iki gazoz içeceğini söyler anlatıcıya. Daha önce bir kez çikolata yemişliği vardır, hastanede hasarlı gözünü çıkarıp alan doktor sayesinde, “bedavadan”… Vapur iskeleye yanaşırken sona eren öyküde, anlatıcının verdiği parayı kapıp uzaklaşan çocuk, bir an önce çikolataya kavuşmayı hayal eder: “Bir liram olsa, hepsine çikolata alsam, yesem, yesem…”
“İnci’nin Babası (Gurbette)” öyküsünün kahramanı olan küçük kız –ki bu karakter, Orhan Kemal’in geçtiğimiz yıl Unutulmuş Öyküler adlı kitabında toplanan başka öykülerde de çıkar karşımıza- bir “izzetinefis” meselesi yüzünden işsiz kalan ve bir türlü iş bulamayan babasındaki değişimi, artık gülmeyen yüzünün yanı sıra yoksun kaldığı çikolata üzerinden algılar: “Babası bazı akşamlar hiç olmazsa bir çikolatayla gelir, İnci’yi kucağına alır, dizine oturtur, öperdi…”
“İnci’nin Maceraları” öyküsünde, babasını başka bir ildeki cezaevinden çıktıktan sonra ilk kez gören kız çocuğunun hayal kırıklığı anlatılır. Arkadaşı Berin’inki gibi şişman, şakacı, iyi giyimli bir doktor baba beklerken bambaşka biri çıkar karşısına. Zayıf, asık suratlı, ayakkabıları eskimiş bir adamdır babası. Üstelik “şımarık zengin çocuğu” Berin’le arkadaşlık etmesini de engellemiştir. Küçük kızın hayatında iyi gitmeyen her şeyin suçlusu olarak gördüğü babasına karşı geliştirdiği öfke, hayallerini de yönlendirecektir: Kurtuluşu ya babasının yeniden hapse girmesindedir ya da –daha da iyisi- ölmesinde…
Bir başka öyküde (“İnci’nin Maceraları 2”), 1944 yılının, savaşın tüm dünyayı kasıp kavurduğu, en çok dar gelirli, fakir insanları etkileyen, “mutfak kapılarının eskisi gibi aralık bırakılmadığı, çöp tenekelerinde dişe dokunur bir şeyler bulmanın zor olduğu” amansız koşullarında, çok sevdiği Sürmeli kedinin açlıktan yavrularını yemesine tanıklık eden İnci’nin, tüm öfkesini anne kediyi beslemeyen halasına yönlendirmesi, ona beddualar etmesi gibi…
1969 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na ve Türk Dil Kurumu ödülüne değer bulunan Önce Ekmek kitabıyla aynı adı taşıyan ve yazarın yaşamı boyunca kafa yorduğu temel meseleyi ele alan öyküde, ekmek derdi yüzünden yazgısı değişen tüm çocuklar Ayten karakterinde simgeleşir. Doktor olmayı hayal eden ortaokul öğrencisi Ayten, işsiz babasının baskılarına, parasızlığa, kaynayamayan tencereye, kirası ödenemeyen eve daha fazla direnemeyecek, ortaokula veda ederek triko atölyelerinde çalışan arkadaşlarına katılmaya karar verecektir. O güne dek karısıyla kızının çalışmasını isteyen babanın içinden pişmanlığa, acımaya ilişkin duygular geçse de susmak zorundadır. Aslolan yaşamın devamıdır, önce ekmek geliyordur, sonra her şey.
“Önce Ekmek” öyküsünde kızının okulu bırakma kararı üzerine ağlayacak kadar duygulanmasına rağmen sessiz kalan baba, “Hırsız” öyküsündeki bir başka işsizle, kızının topladığı bayram harçlıklarını çalmak zorunda kalan çaresiz babayla aynı kaderi paylaşır az çok. “Üç defa saydım, babaannemlerde de saymıştım, on liraydı. Şimdi yedi buçuk liram var. İki buçuk liram kayıp, çalmışlar. Kim çaldıysa Allah ateş etsin, ciğerine bassın!” diye hıçkıran çocuğu anne susturmaya çalışırken, baba tepkisiz, pencereden dışarı bakmaya devam edecektir…
“Ayten”, “Atom”, “Rüya”, “Karaçalı” öykülerinde yine Ayten karakterinde, çocuk yaşta çalışmaya başlamış kızları bekleyen hayattan kesitlerle karşılaşırız. “On altı yaşında, bir sap kiraz kadar ince, yanakları al al” Ayten, daha ilk gün, arkadaşlarıyla
birlikte işe giderken sarsıcı biçimde tanışır bu yeni dünyayla. Yol üstünde alelacele makyaj yapan kızlara, önlerinden geçerken laf atanlara, bitirim dolmuş şoförünün yapışkan bakışlarına yabancıdır henüz -atölyedeki makinelerin kulakları sağır eden gürültülerine, uğultulara, havada uçuşan tozlara da… Ama bu dünyayı benimsemesi, yeni yeni kıpırdanmaya başlayan cinsel dürtülerine teslim olması uzun sürmeyecek, işyerindeki bütün kızların peşinden koştuğu “Atom” Erol, onun da rüyalarına girecektir kısa sürede. Rüyalar, “iri, yemyeşil gözlerine korkuyla ve titreyerek baktığı” delikanlıyla birlikte, nikâh dairesinde sonlanır. Okuma hayallerinin yerini “Atom” almış, gelecek şimdiden şekillenmiştir. Çocuk yaşta çalışmak zorunda bırakılan tüm yoksul kızların hayali, onun da hayalidir artık. Fabrikada çalışıp evin geçimini sağlayacak, karısına, çocuklarına zulmetmeyen, güçlü kollarıyla onu sarıp sarmalayacak bir kocanın, sağlıklı çocukların, kırk yılın başında yüksek topuklu iskarpinlerini giyip kocasının koluna girerek gezmeye gideceği, komşularına caka satacağı bir hayatın düşlerini kurar. Hayallerin sınırlarını koşullar belirlemektedir, tencere kaynadıkça sorun olmayacak, günlük hayatın hayhuyu içinde ömürler geçecektir.
“Çamaşırcının Kızı” Neriman, yoksulluktan bunalmış, kolay yoldan zengin olma, sınıf atlama hayalleri kuran karakterlerden biridir. Güzeldir, alımlıdır, Lana Turner’e benzer. Lise öğrencisi sevgilisiyle İstanbul’a gidip film yıldızı olacaktır. Kendisini uyaranlara kulak asmaz, kıskançlıkla suçlar onları. El çamaşırı yıkamaktan bıkıp usanan annesi Hacer de destekler kızının hayallerini: “Neriman, o zaman çamaşır yıkamayacağım değil mi?” “Büyük bir artistin annesi çamaşır yıkar mı? Kucakla paramız olacak, otomobilimiz, apartımanımız…” “Apartımanı ben kiraya vereceğim değil mi?” “Elbette…” Yaşanılan hayatın zorluklarına, hayallerle avunularak katlanılabilir ancak. Beş parasız, tıpkı Neriman gibi ayağına giyeceği ayakkabıyı, sırtına atacağı ceketi arkadaşlarından ödünç alan Coni Şevket’in amacı farklıdır oysa. Güzel Neriman’ın sonu, seviştiği yakışıklı oğlanın peşine takıldıktan sonra terk edilip bir muhabbet tellalının eline düşen “Küçücük” gibi olacaktır belki de. Kahramanın adının yine Ayten olduğu bu uzun öyküsü için, “‘Küçücük’ çok sevdiğim bir hikâye,” der Orhan Kemal, yakın dostu Fikret Otyam’a yazdığı 4.4.1960 tarihli mektubunda: “Ama gerçekten çok sevdiğim.”
“Bir Dal Gibi”nin kahramanı orta ikide okuldan ayrılmış, bir kitapçının yanında çalışmakta, kurtuluşun yolunu okumakta görmektedir –bu kararında kitaplarla iç içe olmanın da etkisi vardır belki... Annesinin işyerinde başına musallat olan patrona direnir var gücüyle: “Ben çocuğum daha. Böyle şeyler söylenir mi bana? Ayıp değil mi? (…) Ben asıl okumak istiyorum: Okuyamasam bile, Orta diplomamı aldım mı bir bankaya girerim. Annemi el kapısından kurtarırım!”
İşsizlerin önceliği boğaz tokluğuna da olsa iş bulmak, boğaz tokluğuna çalışanların amacı ise el kapılarından kurtulmaktır bu bozuk düzende…
Yoksulluğun, açlığın pençesine düşen genç kızlar, hatta kız çocukları cinsel sömürüye alabildiğine açıktır bu ortamda, fuhşa sürüklenmeleri işten değildir. Kimileri “Fare Zehiri” öyküsünde bir eczanede kasiyerlik yaparak felçli babasına, kalabalık ailesine bakan onurlu, çalışkan göçmen kız gibi beş delikanlı tarafından kaçırılıp ırzına geçildikten sonra ölüme sürüklenir, kimileri “Kötü Kadın” olmaya. Kimsenin beğenmediği “Kötü Kadın”, dert yanar anlatıcıya: “Herkesin gözlerinin içine bakıyorum. Herhangi bir iş, o da yok. Ölmek istiyorum.” Zor koşullara rağmen dürüsttür hâlâ, yanına sığındığı Ermeni kadının evinde ölüp başına dert olmak istemez: “Kadın zaten fakir. Evinde ölürsem şaşırır zavallı. Ölümü kim kaldıracak? Bir ölünün kalkması için de para ister…” Anlatıcının cebindeki son parayla aldığı simidin yarısını bir solukta yedikten sonra, karşılığını vermeyi teklif eder: “Haydi!” dedi. “Ne var?” “Ödeşelim!” “Neyi?” “Simidi…” “Yarım simide ha?”
“Kötü Kadın”ın geçmişi, neden düştüğü belirsizdir, “Kırmızı Küpeler” öyküsünün, gördüğü kötü muameleye, baskılara dayanamayıp evden kaçan evlatlığı Elmas da olabilir bu çaresiz kadın, “Üç Onluk” öyküsünde fahişeliğe yeni adım atan on beş yaşındaki kız da…
“Üç Onluk”ta yaşlı bir adamla ilk kez ilişkiye giren bir kız anlatılır.
Adama yirmi yaşında olduğunu söyleyen kız, sonradan pişman olup onu durdurmaya çalışsa da başaramamıştır: “Tırnaklarının özenle düzeltilip kız pembesiyle hafifçe boyanmışlığı, kurt kapanından kurtulmak istercesine odanın koyu griliğini şiddetle tekmeleyen çocuk bacaklarıyla çırpınıyordu. –Vallahi kızım, billahi kızım. Yaşım da küçük!” Olay bittikten sonra kızın ilk düşündüğü, eve döndüğünde teyzesine ne diyeceğidir. Yaşlı adamla şu konuşma geçer aralarında: “- Haydi giyin! – Sonra? –Sonra çıkalım, bakkala uğrayalım. – Ne var bakkalda? –Para bozduracağım. – Bana? –Vereceğim. – Teyzem? – İdare edersin. – Külotumun kanı? – Çeşmede yıkarsın. –Nerde kuruturum? –Uzatma. –Külotsuz mu giderim eve? – Kim ne bilecek?” Konuşmanın devamında adamla üç onluk pazarlığı yapan kız, son anda karar değiştirir: “Adamın, yenleri patlak iskarpinleri ilişti gözüne. Bütün parası elli liraydı besbelli. Üç onluğu kendisine vermişti. İki onluğun içinden bir Hisar almıştı, bir kibrit, bir Birinci, bir de Sana. Belki de elleri boş giderdi evine. Yarın sabah koskoca adam ne yapardı? Evden çıkarken, en azından bir onluk bırakması gerekirdi karısına. İlkin birine gidene yirmi beş kuruş. Orta’ya gidene elli. Üniversiteye gidene de an azından bir beşlik vermesi gerekirdi.” Kızın sutyenine sıkıştırdığı üç onluktan birini geri verdiği adam, şaşkın, bakakalır. Paranın her şeye hükmettiği dünyada, kızın merhamet duygusunu tetikleyen de para olmuştur.
“İki Kız” öyküsünün –ki Behçet Necatigil, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü’nde, “Kötü Kadın” ve “Duvarcı Celâl”le birlikte “Orhan Kemal öykücülüğünün uç noktaları” olarak nitelemiştir bu öyküyü- viranelerde müşteri arayan paçavralar içindeki çocuk karakterleri, “Üç Onluk”ta daha yolun başında olan kızdan farklıdır. Fabrikada, çırçırlarda çalışırlarken, yaşlarının küçük olması yüzünden işten çıkartılan bu kızları, para kazanmaları için aileleri salmıştır sokaklara: “Sizin anneniz, babanız yok mu?” “Vaaar.” “Böyle yaptığınızı biliyorlar mı?” “Biliyorlar.” “Biliyorlar mı?” “Biliyorlar ya, ne var ki?” “Onlar mı diyorlar, gidin böyle böyle yapın diye?” “Demiyorlar ama… Gidin para kazanın diyorlar!” Parayı peşin veren anlatıcı, öykünün sonunda kıza ilişmeden ayrılırken, diğer kızın, “Desene, enayinin biri!” dediğini duyar. Yaş ne kadar küçükse, düzene ayak uydurmak o kadar kolaydır belki de…
“Behiye” öyküsündeki kız çocuk, hoşlandığı oğlana, altın dişli, saçları briyantinli bitirim Çeçen Hakkı’ya teslim olmuştur ne olduğunu anlayamadan. Aynı yerde, yine Yıldız Parkı’nda, mavi arabası pırıl pırıl, paralı pullu Cemâl Bey’le birliktedir şimdi. Bu defa canı acımaz ilk seferde olduğu gibi, hem Cemâl Bey arabasına bindirmiştir onu. Hiç görmediği Beyoğlu’na götürecek, gezdirecek, yeni külotlar alacaktır. Yıldız Parkı’nda kan lekelerini temizlemek için yıkadığı tek külotu, ıslaktır hâlâ.
Bu kız çocuklarının hikâyeleri, babamın “Evcik” şiirinin son dizelerini çağrıştırıyor bana: “Ayşelerin kimisi / Yuvadan, evden yoksul / Sert rüzgârlar önünde / Güz yaprakları gibi / Boşluklara savrulur.” Orhan Kemal’in öykülerinde hep boşluklara savrulan kız çocuklar…
Okulun, eğitimin ekmek kavgasının önüne geçemediği bir hayattan gelen Orhan Kemal, çocuk yaştan itibaren atölyelerde, fabrikalarda çalışmak zorunda kaldı, çocukluğunu yaşayamadan büyüyen çocuk-yetişkinler arasına katıldı. “On altı yaşıma kadar baba evi,” diye anlatıyor. “Bunun da galiba on–on iki yılı rahat etmek, ondan sonra bitmez tükenmez bir sıkıntı. Okul-üniversite yoluyla olan öğrenimini yapamamış, elindeki diplomayla sırtını devlete dayayıp iyi kötü rahatça bir ekmeğe kavuşamamış her diplomasız gibi ben de çeşitli işlerde yıllarca sürttüm durdum. Bu arada benim gibi, benden de besbeter yığınla insan tanıdım. Gün geldi hikâyeler, romanlar yazmak varmış nasipte, yazdık. Çok iyi bildiğim insanların ‘ekmek peşinde’ki maceraları bana malzeme oldu. Hemen hemen tek problemim ‘insan ve ekmek kavgası’dır.”
Eserlerinin temel izleği olan ekmek kavgası yüzünden yıllarca hapis yatmış, yargılanmıştır. 1956 yılında Arka Sokak kitabı için açılan davada, hâkim “konularını neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığını, Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını” sorduğunda, “Ben gerçekçi bir yazarım,” diye cevap verir. “En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından da haberim yok!”
Yaşamı boyunca belini büken parasızlıktan, Fikret Otyam’a da yakınır sık sık. “Önce hepsinden önemlisi PARASIZLIK!” diyor 2.6.1964 tarihli mektubunda. “Cepte metelik yok, beşinci aydır ödenmeyen ev kirası bir yanda, öte yanda tamtakır bir ev, bomboş cepler...” Bu satırlar, “Önce Ekmek” öyküsünden çıkagelmiş sanki…
Orhan Kemal’in ele aldığı her konuyu başarıyla aktarması, okurda derin izler bırakması rastlantı değildir kuşkusuz, tanıklıklarla, yaşanmışlıkla açıklanamaz. Sınırsız gözlem yeteneğinin, kaleminin gücüyle birleşmesidir onu bu denli usta kılan. Yalın, süsten ve abartıdan uzak anlatımı, uzun betimlemeler yerine birkaç vurucu sözcükle yarattığı mekân ve atmosfer, metinlerini ağırlıklı olarak konuşmalar üzerinden kurması, kişilerin toplumsal konumlarını, ruh hallerini, düşüncelerini iç ya da dış konuşmalarla görünür kılmasıdır.
Orhan Kemal’in “tek problemim” olarak nitelediği “insan ve ekmek kavgası”, insanlığın bir türlü çözülemeyen problemi. “Dünya insanlara neden bir kardeş sofrası gibi açılmıyor?” sorusunun cevabı pek de zor olmadığı halde, çözüm yoluna gidilmiyor, gidilemiyor. “Allah deyin, tabiat deyin, doğa deyin ya da, niçin ekmeği tavşan, insanı ardında tazı gibi koşturur? Neden bir yanda buğdaylar yakılırken öte yanda insanlar açlıktan ölür? İnsanın insana kulluğunu yapan şey nedir? Bir lokma ekmek için insanoğlu çokluk neden düşmanının kapısına gider de istemeye istemeye el açar? Yurtlarımızı yuvalarımızı bırakıp bizi gurbetlere düşüren, otel odaları, hanlar ya da pis kahve köşelerinde kara kara, sarı sarı düşündüren nedir? Gurbet üzerine, yokluk üzerine, açlık üzerine yakılan türküler, ümitsiz gecelere yanık yanık salınan bozlakların yüzyıllardır süregelen acısı ne zaman bitecek? Nasıl bitecek?” sorularının cevabı, bu sözlerin üzerinden yarım asır geçtiği halde yok hâlâ. Orhan Kemal’in küçük insanları kentte olsun, köyde olsun sömürülmeye, ezilmeye devam ediyor. Sistemler, yaşama biçimleri, değer yargıları hızla değişirken, ancak insanı insana kul eden düzende hiçbir değişiklik olmazken, dahası, bir zamanlar ayakta kalmanın, hayata tutunmanın temel yolu olan eğitim gitgide değersizleşirken, çocukluğumdan bugüne taşıdığım büyük armağanı, değerli Orhan Kemal’i sıkça hatırlıyor, onun vicdanını daha çok özlüyorum.
Her şeye rağmen daha iyi, daha adil, herkes için yaşanabilir bir dünyaya dair inancımı yitirmeme gayretiyle, değerli anısı önünde saygıyla eğilerek, bize kattıkları için hep teşekkürle…
Ayşe Sarısayın
30 Ağustos 2017, Heybeliada

24 Ocak 2018 Çarşamba

ANADOLU RÖNESANSI VE KÖY ENSTİTÜLERİ Alper Akçam

ANADOLU RÖNESANSI VE KÖY ENSTİTÜLERİ
Köy Enstitüleri, yarım kalmış bir Anadolu Rönesansı girişimidir.
Rönesans, sözcük anlamıyla yeniden buluş ya da bulgulayış anlamına gelir. Bir kültürün, bir anlık toplumsal uyanışın, geçmişte bulduğu bir altın çağ üzerinden kendini ileriye fırlattığı bir değişim ve dönüşüm anı olarak da tanımlanabilir.
Rönesans kavramını insanlık tarihi açısından geniş bir bakış açısıyla ele aldığımızda yeryüzünün birçok bölgesinde birçok zamanda oluşmuş Rönesanslar olduğunu görmek zor almayacaktır. Tarihçi Toynbee, Çin’de Song dönemindeki Rönesansı Konfüsyüsçü bir maske takmış Budist bir Rönesans olarak tanımlar, Batı’daki Hıristiyan Rönesansı’nı ise “Helenistik” bir maske takmıştır…
Anadolu tarihinde de Rönesans sayılabilecek kimi atılım ve değişimler gözlenebilir. Sözgelimi, yozlaşmış ve kastlaşmış Bizans medeniyetini yıkarak yerine tüm toprakları kullananların geçici mülkiyetine verip kamulaştıran, “Beytülmali Müslimin” kılan Osmanlı devletinin kuruluşu bir İslam Rönesansı sayılabilir. Aynı zaman dilimi içerisinde İslam uygarlığı da bir tıkanma noktasına gelmişti.
Cumhuriyet tarihinin çök özel bir dönemine denk gelmiş Köy Enstitüleri’ndeki sanat ve edebiyat anlayışı, tüm ülkeyi yerinden oynatacak yarım kalmış bir mucize, bir Rönesans çıkışıdır aynı zamanda. Edebiyat alanında ünlenmiş Köy Enstitülü yazarların yapıtları edebiyat kuramları ışığında daha yakından gözlendiğinde, içerdikleri farklı bir zenginliğin de farkına varılabilmektedir.
Türkçe yazında halkın konuşma dili olan Türkçe’nin kullanılmasıyla birlikte halk kültürü öğeleri üst kültürümüze, roman ve yazın dünyamıza da taşınmaya başlamıştı. Ancak, halk kültürünün değişimci, yenileştirici “grotesk” öğelerinin yazınsal alanda yaşam bulmasını asıl sağlayan Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlar olmuştur. Batı Rönesansı üzerine ayrıntılı çalışmaları olan kültürbilimci Mihail Bahtin’in, Rönesans kapısı olarak gördüğü Rabelais romanı ile Köy Enstitülü yazarların yapıtları, halk kültüründen seçip aldıkları ve kurguladıkları arasında büyük koşutluklar bulunmaktadır.
Rabelais romanının Batı Rönesansı için çığır açıcı bir yeri olduğu bilinir. Rabelais’in açtığı yoldan Cervantes’ten Goethe ve Shakespeare’e diğer Rönesansçılar geçecektir. Rabelais, ortaçağın tekil dilli söylemine karşın pagan dönemden beri süregelen, halk yığınlarının belirli şenlik günlerinde doruğa ulaşmış karnavalcı çoklu imge sistemini üstkültüre taşımış, bir tür yenidendoğuşa uğratmıştır. Rabelais romanının ana dokusunu grotesk halk kültürü oluşturur.
Avrupa Rönesansı’nın ana öğesi olan ve gülmeceye dayanan halk kültürü, insanlık kültürünün tarihsel boyutu içinde evrensel bir özellik gösterir. Halk kültürünün tüm yeryüzünde özdeş veya benzeşik özellikler gösteren niteliğini, ulusal sınırlar ve denizlerle birbirinden ayrılmış kıtalar bile bölüp parçalayamaz.
Halk kültürünün tam karşısına da ortaçağ kültürünü koyduğumuzda, Rönesans’ın insanlığa getirdikleri daha iyi anlaşılacaktır. “Hoşgörüsüz, tek yanlı bir ciddiyet havası, resmi Orta Çağ kültürünün tipik özelliğiydi. Orta Çağ ideolojisinin içerdikleri –çilecilik, kasvetli kadercilik, günah, ceza, ızdırap baskıcılığı ve sindiriciliğiyle feodal rejimin karakteri- bu öğelerin tümü, buz gibi taşlaşmış bu ciddiyet havasını belirlemiştir. Doğruyu, iyiyi temel ve anlamlı olan her şeyi ifade etmeye uygun yegâne havanın bu olduğu sanılıyordu. Bu ciddiyetin öğeleriyse korku, korkuyla karışık dinsel saygı ve alçakgönülllüktü.” (M. Bahtin, Rabelais ve Dünyası, s 101)
Halk kültürü, büyük ölçüde kozmik zaman ve sonsuz uzamı taşıyan öğelerle yüklüdür. Kimi coğrafi ve tarihsel kesitlerde, sınıfsal hegemonyalardan, yönetim biçimlerinden, iktidarlardan görece bağımsız bir varoluşla toplumsal iletişim içinde yoğunlukla öne çıkar, her türlü yasak ve tekil söylem karşısında üstünlük kazanır. Ritüellerde, bizim kültürümüzdeki seyirlik köylü oyunlarında, Karagöz’de, Hoca Nasreddin’de, halk anlatılarında en görünür biçimini alan bu tarzı Bahtin şöyle tanımlıyor:
“bağdaştırmalı, debdebeli gösteri, hiyerarşi ve ayıbın ortadan kalktığı karnavalcı yaşam, sahnesiz, katılımlı karmaşa, sıcak, karşılıklı temas, tuhaflık, uygunsuz birleşmeler, saygısızlık, karnaval kralına şaka yollu taç giydirme ve tacı alma; dünyevi otoriteyle alay edip onu küçük düşürme, kendisini yenilemeye zorlama, yüksek/alçak, genç/yaşlı, üst/alt, hamile olan ölü gibi ikicikli imgelerin kullanımı, giysilerin ters giyilmesi, başa geçirilen don ya da pantolon, şapka yerine tas, parodinin karnavalımsı doğası, her şeyi eğip büken bir aynalar sistemi..”
(M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, s 186-190.)
“Karnaval, sahneye çıkılmaksızın ve icracılarla izleyiciler arasında bir ayrım yapılmaksızın gerçekleşen bir törendir. Karnavalda herkes etkin bir katılımcıdır, karnaval edimine herkes katılır.” (M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, s 184.)
Bahtin’in Avrupa-Asya kültürleri içinde tanımını yaptığı karnavalcılık geleneği, Octavio Paz’ın Latin Amerika kültürü içinde tanımladığı Fiesta geleneği ile örtüşmektedir. “…Fiesta gerçek bir yeniden yaratılıştır. (…) Seyirci ile oyuncu yönetici ile yönetilenler arasındaki sınır kuleleri kalkar. Fiesta’ya herkes katılır ve bırakır kendini onun sarıp sarmalayan akışına. (…) Erkekler kadınlar gibi giyinir, efendiler sanki köleler, yoksullar da zenginler gibi! Askerler, rahipler ve yasalarla alay edilir. Kutsal şeyler çalınır, dinsel ayinlere küfürler savrulur.” (Octavio Paz, Yalnızlık Dolambacı, s 55-57.)
Mihail Bahtin, arkasından Cervantes’in, Shakespeare’nin, Goethe’nin geçeceği Rabelais romanı için şu değerlendirmeyi yapar.
“Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Başından sonuna kadar romanın tamamı, yazıldığı zamanın hayatının ta derinlerinden çıkıp yeşermiştir. Rabelais’in kendisi de o hayatın bir parçası, o hayata ilgi duyan bir tanıktır.” (Rabelais ve Dünyası, s 471) Bahtin’in Rabelais’e yönelik bu saptaması, Türkiye’de Köy Enstitüsü kökenli yazarlarda gözlenecektir. Enstitülü yazarların metinleri, yaşamla olağanüstü iç içe öğeler barındırırlar; aynı zamanda, kendi anlatımları ve söylemleri içinde biriciklik taşırlar.
Köy Enstitüsü çıkışlı yazarların yapıtlarında çok sesli romanın önemli elemanları sayılan, heteroglossia, diyalogcu biçem, parodi, ironi gibi dolaylı anlatım yöntemlerinin zenginliği de kolaylıkla görülebilecektir.
Köy Enstitülü edebiyatçılar Batılı kodlarla kendi toplumunu çözmeye ve değiştirmeye yönelmiş öncüler gibi görülmemelidir. Onlar bir Doğu toplumunun iletişim araçları arasından, kendi dilleri ve yaşam gelenekleri içinde var olan değişimci güçle hem kendi aynalarını kurmuş, hem bu aynadan Batı dil ve kültürüne ışık tutarak, farklı bir perspektif, prizmatik bir bakış açısı oluşturmuştur.
Köy Enstitülü yazarların öncülük ettiği, köy yaşamını konu edinmekle birlikte kentsel alana ve özellikle göçe de uzanan temaları da kullanan metinler, gülmeceye dayalı değişim ve yenileşme gücünü taşıyan özel bir nitelik barındırmaktadır. Köy Enstitüleri’nin kurucusu büyük kültür devrimcisi Baba Tonguç’un “Biz Anadolu’da korkuya karşı savaş veriyoruz” sözü hiç unutulmamalıdır.
Anadolu Rönesansı’nın ilk işaret fişeğinin İç Anadolu bozkırlarından, Mahmut Makal tarafından atılmış olması da işin ayrı bir yönüdür. Ümit Kaftancıoğlu ve Dursun Akçam, Kuzeydoğu Anadolu’nun çoksesli, çok dilli, çok inanışlı kültürler mozayiği içinde doğup büyümüşlerdir. Fakir Baykurt, Göller yöresinin göçebe gelenekli Türkmen, Yörük kültürleri içinde dünyayı tanımıştır. Makal’ın yaşadığı coğrafya ise, ocakların, şıhların dedelerin kol gezdiği İç Anadolu’nun yerleşik bozkırıdır. Makal, tek sesli teolojik kültürün örtüsünü aralayıp alttaki halk kültürünün grotesk gücüne ulaşmayı başarmıştır. 1957 yılı yayınlanmış “Memleketin Sahipleri”nde halk kültürünün tekil anlatımlı kutsal dil içine uzanmış cin, peri, ocak hikâyeleri cirit atmaktadır. İnsan ve hayvan kılığındaki cinler, periler dolaşmaktadır ortalıkta. Cinler iyilik yapıp yol da göstermektedirler (Memleketin Sahipleri, s 58). Eşek ölüsünün yattığı yeri “yatır” diye satarak geçinen hocaların hikâyesi teolojik tekil dile ve karanlığa meydan okumaktadır. Nazar değmemesi için ceplere eşek dışkısı konmaktadır (Kuru Sevda, s 57)
Bahtin’in grotesk kültürün önemli imgeleri arasında tanımladığı hayvan dışkısı, sansürsüz cinsellik kol gezmekte, kutsal kavramlara da dil uzatılmaktadır. “Gelgelelim yeğenim, ellerin derdini bıçak gibi kesen fışkı, benim derde ‘ayağını topla’ bile demedi. O da beribenzer bir fışkı olsa hiç gönlüm kalmaz. Nasıl ya, Sultan Sülman’ın hamamı gibi; tütüyor… Akşam fışkıdan çıktıktangelli yattım; sabahadan zor geldim kendime.” (Memleketin Sahipleri, s 36) “Deli Kazım, ‘ötekilerinki yağmur yağdırmadıysa, dolu da yağdırmadı. Bu kendine hayrı olmayan deyüsün muskası batırdı Gâvur Yeri’ni. Cünüp herif! Bundan sonra sana muska yazdırırsam, üçten dokuza şart olsun’ dedi…” (Memleketin Sahipleri, s 46)
Latife Tekin’in Makal’dan kırk yıl sonra kaleme aldığı ve onu tüm dünyaya tanıtan “Sevgili Arsız Ölüm”ünün Huvat’, Atiyesi, Dimrit’i, ‘Ninnisare ninnisare’li eşek hikâyeleri, Mahmut Makal’ın “Memleketin Sahipleri” arasından çıkıp gelmiş gibidir. 1950’de yayınlanmış Bizim Köy’de köylünün oyunculuğunu edebiyata taşıyan Makal’ın biçemi, 1957’de dil oyunculuğunun ustalığına gelmiştir.
Mahmut Makal’ın yapıtlarında göze çarpan diğer özellik, diğer enstitü yazarlarında da örneklerini göreceğimiz yaygın lakap kullanımıdır. Halk kültürünü içselleştirmiş olan yazar, bu dili yazınsal ortama da taşımaktadır. Makal’ın kendi anlatımıyla, yüz otuz haneli köyünde asıl adıyla anılan kişilerin sayısı onu geçmemektedir. “Asıl adıyla anılan, on kişiyi geçmez köyde. Daha çok takma adıyla anılar insanlar.” (Bizim Köy, s 72). Kumbulu, Cıkcık Sülman, Alanın oğlu, İdalı, Bildiri, Dınkırı, Karaca, Çullu, Tönbe, Fosur diye sıralanır lakaplar. Okulda kayıt için ad sorduğunda, öğrencisi “Hassik” diyecektir adına.
(Devamı Söyleşide!...)
25 yıl önce bugün karanlık güçler tarafından aramızdan alınan Uğur Mumcu’nun anısına saygıyla; (Foto: Dursun Akçam ve Uğur Mumcu)
24 Ocak 2017, Alper Akçam

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi, yazı
Görüntünün olası içeriği: 2 kişi, oturan insanlar

26 Kasım 2017 Pazar

10 Kasım 2017 Cuma

Mustafa Kemal ATATÜRK

Saygı ,özlem ve minnetle anıyorum Yüce Atatürk...


Mustafa Kemal Atatürk

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK: EMPERYALİZM ÇAĞININ YURTSEVER DEVRİMCİSİ
(Türk Ulusunun Yeniden Yaratıcısı, 20. Yüzyılın Büyük Devrimcisi Mustafa Kemal Atatürk’e ve Onun Emanetine Sahip Çıkmak)
ÖNER YAĞCI

Biz, batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda, batı emperyalistlerinin, güçleri ve bilinen araçlarıyla, Türk milletini, emperyalizme araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla, bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk


I. BÜYÜK İNSAN OLMAK
Kimi insanlar vardır, içinde oldukları toplumların sorunlarıyla ve gelecekleriyle ilgili düşünceler üretirler, bu düşüncelerini eyleme dönüştürmeye çaba gösterirler.
Büyük insanlardır onlar.
Onları büyük insan kılan, düşüncelerinin o toplumun dokusuna ve o toplumun da içinde olduğu dünyanın gerçeklerine uygun olmasıdır. Tabii ki o toplumun dokusu ya da dünya gerçekliği uygun olsa da bir başka gerçeklik daha karşısına dikilir onların: O toplumun ve o dünyanın egemenleri…
Egemenler, benimsedikleri ve uyguladıkları yaşam biçiminin, düzenin değişmesine izin vermezler, düzenlerini korumaya, düzenlerini değiştirmek isteyen yeni düşüncelere karşı direnmeye, yeni düşüncelerin yeşermesinin ve eyleme geçmesinin önüne engeller koymaya çalışırlar.
Büyük insanlar onlardır ki, gerçekleştirilmesi güç bile olsa, düşüncelerini hayata geçirmek, egemenlerin engellerini aşmak ve direnişlerini kırmak için ömürlerini verirler.
Bir bilim, sanat adamının, bir toplumsal kahramanın veya siyaset adamının da büyüklüğünün ölçütünü, toplumunun ve insanlığın yaşamının güzelleştirilmesi doğrultusundaki düşüncelerinde ve bu düşünceleri gerçekleştirmek için verdiği savaşımdaki tavrında, kısacası ömründe aramak gerekir.
Bu tavır, insanlık tarihinde birçok örneğinin görüldüğü gibi kimi kez bilim uğruna yaşamını hiçe saymayı; kimi kez, Tevfik Fikret gibi “Hak bellediğin yolda yalnız gideceksin.” demeyi; kimi kez Mustafa Kemal gibi hakkında verilen ölüm fermanlarına karşın savaşımını sürdürmeyi; kimi kez yaratma özgürlüğünün önündeki engelleri aşmak için olmadık zulümleri göğüslemeyi, örneğin Nâzım Hikmet gibi “vatan haini” ilan edilmeyi ve yıllarca hapishanelerde kalmayı göze almayı gerektirebilir.
Bu tavır, düzenin savunucularının sunduğu dünya nimetlerini geri çevirmeyi; yoksunluklar içinde bir yaşama mahkûm edilmeyi, sürgün edilmeyi, idam edilmeyi, yakılmayı getirebilir. Kimi kez zafere ulaşmayı başarsa da kimi kez yenilgiyle, düş kırıklığıyla, ihanetle sonuçlanan bir savaşım olabilir büyük insanların savaşımı; ama hiçbir zaman son bulmaz; onlar, düşüncelerini gerçekleştirmek ve başarıya ulaşmak için sürekli atılımda bulunmak, sürekli yeni hedefler belirler ve bu hedefleri gerçekleştirmek için çaba gösterirler.
Büyük insan olmanın ilk koşulu budur.
Tarihin her döneminde, dünya coğrafyasının her toprağında, yaşamın her alanında büyük insanların büyük savaşımlarına rastlamak mümkündür. Böyle olmasaydı insanlığın özgürlük savaşımı sürebilir miydi?
İnsan, dününü doğru öğrenip doğru değerlendirirse, geleceğine doğru attığı adımları güçlü olur. Ansiklopediler, kütüphaneler, kitaplar, dergi ve gazete koleksiyonları, arşivler, yazıya dökülmüş anılar, sanatın her dalından, zamanı aşarak dünden getirmiş olduğu yaratılar, insana dününü öğreten bellektir.
Tarihte, kimi zaman Olimpos’taki tanrılar, kimi zaman imparatorlar, krallar, hükümdarlar, sultanlar, çarlar, şahlar, führerler egemen olmuştur insanlara. Bu nesnelerle olan savaş, insan olabilme ve uygarlığa ulaşma savaşıdır. Başlangıcı mitoloji de olsa Gilgameş, Prometheus, Spartaküs gibi büyük insanların toplumlarına ve dünyaya kattıklarının insanı güzellediği yadsınamaz. Yeni çağlara kadar Leonardo da Vinci, Shakespeare, Cervantes, Hayyam, Dante, Goethe, Montaigne gibi; yeni çağlarda William Wallace, Robin Hood, Garibaldi, Geronimo gibi öncülerin yaşamı hâlâ güzelleştirmelerinin gizi büyüklüklerinden olsa gerektir.
İnsanlığa kanla ölüm dolu yüzlerce savaş ve iki Dünya Savaşı armağan etmesine karşın, bu savaşlarla dünyaya egemen olmak isteyenlere karşı mücadele eden Zapata, Panço Villa, Lenin, Dimitrov, Lumumba, Mao, Che Guavera, Fidel Castro, Ho Şi Minh, Nelson Mandela gibi büyük insanların varlıklarıyla güzelleşen bir 20. yüzyıl yaşadı insanlık.
Tüm bunlar ve bunlara eklenen zincirler, toplumların ve insanlığın belleğini oluşturuyor. Ortak kültür mirası ve ortak bellektir bu. Günümüzde, bu belleğin silinmeye çalışıldığı, silindiği bir dönemi yaşıyoruz ne yazık ki.
Tüm toplumlar ayrı ayrı ve bir bütün olarak, belleksiz bir toplum olmaya zorlanıyor; çünkü belleksiz toplumlar soru sormazlar, sorgulamazlar, araştırmazlar, merak etmezler, adaletsizliklere tepki göstermezler; böyle olunca da dünyaya egemen olmak isteyenler muratlarına ererler.
Adına ne dense densin, tarihin her döneminde toplumlar dünyaya egemen olmak isteyen güçlerin benzeri dayatmalarıyla karşılaştılar ve günümüzdeki küresel emperyalizmin bu dayatmalarına karşı da toplumlar direnmek zorundalar.
Bu zorunluluğun yerine getirilmesinde insanlığın tarihi vazgeçilemez bir savaşım birikimi, deneyimi olarak ortak mirasıdır.
İnsanlığın büyümesinde, her ne kadar tarihi kahramanlar değil toplumlar yaratıyor olsa da, o toplumlara yön veren, önderlik eden, doğru hedefler sunan, o toplumları doğru hedef doğrultusunda örgütlendiren büyük insanların var oluşu kaçınılmaz bir gerçekliktir.
Büyük toplumlar, büyük insanlarıyla, büyük önderleriyle vardırlar.
Her toplumun hem kendi toplumsal birikiminden hem de insanlığın mirasından yararlanarak ve o mirasa yeni yöntemler, yeni hedefler, yeni örgütlenmeler katarak kendisine ve dünyaya yönelik dayatmalara karşı direnmesiyle büyür insanlık.
Kimi toplumların kendilerine önder bellediği kişiler hem onları hem dünyayı felakete sürüklemişlerdir ve tarih, en barbar örneği Hitler başta olmak üzere böyle örneklerle doludur.
Günümüzde de dünyaya yeni düzenler verme heveslerindeki önderlerin neler yaptıklarını tüm dünya ibretle izliyor. Dünyayı egemenliğine alma iştahıyla tüm toplumlara ve değerlere saldıran küresel emperyalizmin dayatmaları karşısında toplumlar, direnişleri kendi değerlerine, kendi büyüklüklerine, kendi önderlerine sahip çıkamadıkları için başarılı olamamaktadırlar.
Bizim tarihimiz de Dede Korkut’la başlayan, Nasrettin Hoca, Yunus Emre, Köroğlu, Fatih Sultan, Mehmet, Mimar Sinan, Pir Sultan Abdal gibi büyük insanların varlığıyla güzelleşerek 20. yüzyılda yeni büyük insanlarını sundu yaşama.
Mustafa Kemal Atatürk adının, Nâzım Hikmet’e, Aziz Nesin’e, Uğur Mumcu’ya uzanan kahramanlar zinciri, insanlığın toplumsal direnişinin, bu direnişin belleğinin 20. yüzyıl Anadolu’sunda bayraklaşan simgeleri değil midir?

II. TÜRK ULUSUNUN YENİDEN YARATICISI VE 20. YÜZYILIN BÜYÜK DEVRİMCİSİ OLMAK
21. yüzyılın başlarında dünyanın ve ülkemizin içinde bulunduğu zor koşullardan kurtulması için belleğindeki ve tarihindeki büyük insanlara çok gereksinmesi var. Bu noktada, yaşadıklarımız karşısında neler yapmak gerekir sorusunun yanıtını en kolay verecek bir toplumuz; çünkü yakın tarihimiz bize ve insanlığa bir büyük insanı, Mustafa Kemal Atatürk’ü armağan etmiş.
Şanslıyız, çünkü 20. yüzyılın bize armağan ettiği bir büyük insanın çocuklarıyız, onun mirasçılarıyız. Yolumuzu aydınlatan Mustafa Kemal Atatürk var, onun mirası, onun yarattığı ulusal bilincimiz, onun kurduğu Cumhuriyetimiz var. Onun düşüncelerinin, eylemlerinin, başarısının, tarihimizdeki yerinin, yarattığının, mirasının, yaşamının ne olduğunu biliyoruz.
Mustafa Kemal’i biçimleyen 20. yüzyılın başlarında Osmanlı’nın içinde bulunduğu parçalanma kıskacından kurtulmak isteyen ve devleti çıkmazdan ve yıkılıştan kurtarmak için çaba gösteren aydınların dünyada yaşanan olayları doğru şekilde kavrayamadıkları ve “Batıcılık-Yurtseverlik” ikilemi içinde oldukları bir dönemde yiğitçe giriştikleri bir yurt savunması savaşımı vardı.
Dış ve iç düşmanlara karşı dönemin aydınları özverinin en yüce örneğini göstererek bir yandan bilinçlenmeye çalışıyor, bir yandan da savaşıyorlardı. Namık Kemal’in ve Tevfik Fikret’in şiirleriyle İlk gençliğini bu koşullarda yaşayan Mustafa Kemal, imparatorluğun en gelişmiş merkezlerinden biri olan Selanik’te, ne yapılması, ne zaman yapılması, nasıl yapılması gerektiği sorularını kafasında açıklıkla yanıtlayan bir asker aydın olarak topraklarımızda bir büyük insanın yetişmekte olduğunun haberini vermişti.
23 yaşındayken Harp Akademisinde olduğu yıllarda öğrenci arkadaşlarına, “Yıkılmakta olan imparatorluktan yeni bir Türk Devleti çıkarmalıyız.” diyerek hedefini belirliyor; siyasal ve idari düzenin değişmesinin, ordunun yeniden yapılandırılmasının, savunulması olanaksız topraklardan çekilerek Türklerin yaşadığı yerlerin kesin olarak savunulmasının zorunluluğunu düşünüyor ve bu düşüncelerini yaşama geçirmenin yollarını arıyor; güvendiği arkadaşlarına, “köhnemiş olan bu çürük yönetimi yıkmak, milleti hâkim kılmak ve vatanı kurtarmak için, sizi göreve davet ediyorum.” diyerek onları örgütlenmeye çağırıyordu. Yurt sevgisinin biçim verdiği düşüncelerini geliştirmek için sürekli okuyor, araştırıyor, bilincini artırıyordu.
1914’te askeri ateşe olarak bulunduğu Sofya’da:
“Benim vatana hizmet yolunda yararı olacak ve görevlerimi başarmada bana canlı bir iç rahatlığı verecek büyük düşünceleri başarmak istiyorum; yaşantımın temel ilkesi budur. Onu çok genç yaşımda edindim ve son nefesime kadar ona bağlı kalacağım.” diyor ve bu sözünü yaşamı boyunca tutuyordu.
Onu büyük insan yapan bu özellikleridir.
Daha sonra giriştiği ve 19 Mayıs 1919’da başlayıp ölümüne kadar sürdürdüğü ulusal kurtuluş, bağımsızlık, cumhuriyet ve ardı ardına gelen devrimlerle süren adımlarında hep aynı yurtseverlik, hep aynı kararlılık vardı.
Düşündüklerini hayata geçirmenin ustası olarak Mustafa Kemal Atatürk, gerçekleştirdikleriyle uyuyan bir ulusu uyandıran, kimliksizleştirilen, köleleştirilmek istenen bir ulusu özgürlüğe kavuşturan ve bu ulusun bağımsız devletini kurarak onu onurlu bir geleceğe yönlendiren bir önder oldu.
Yurt sevgisine kattığı bilgisiyle, doğru önderlik ve doğru örgütleme anlayışıyla sürdürdüğü savaşıma kattığı uzağı görebilme ve kararlılığıyla o, bir yandan Türk ulusunun yeniden yaratıcısı olurken, bir yandan da gerçekleştirdiği ulusal kurtuluşla ve sürekli devrimciliğiyle emperyalizmin zulmü altında inleyen tüm Doğu halklarının kurtuluş meşalesini yakan büyük devrimcisi oldu 20. yüzyılın.

III. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN EMANETİNE SAHİP ÇIKMAK
Bir ulusun uyanışını ve bağımsızlık temelinde yükselen Cumhuriyetimizi kurup bize emanet eden bir büyük insanın gerçekleştirdiklerini adım adım yok etmeye çalışanlara karşı onu sahiplenmek, onun emanetini geleceğe taşımak sorumluluğu, aynı zamanda insan olma sorumluluğudur.
Çağa damgasını vurmuş bir öndere sahip olmanın onuru ve kıvancıyla başı dik yaşaması gereken insanların, ne yazık ki yıllardır izlenen politikalarla bataklığa sürüklenmesi, tüm değerlerinin olduğu gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncelerinin ve gerçekleştirdiklerinin de zihinlerinden silinip atılması gibi aşağılatıcı gerçeklik yaşanıyor ülkemizde. Bu gerçeklik, Mustafa Kemal Atatürk’ü anlayan, onun değerinin bilincinde olan ve ona, onun devrimlerine karşı izlenen politikalar ve uygulamalarla yıllardır baskı altında tutulan, ezilen insanları daha bir kamçılamalıdır.
İşbirlikçi politikalar izleyen siyasetçilerin, medyanın, aydın müsveddelerinin, emperyalist odaklardan beslenen sivil toplum örgütlerinin etkilediği insanları içinde bulundukları kıskaçtan kurtarmak için gereken gücümüzün olduğuna inanmalıyız. Bu güç, toprağımızın Mustafa Kemal Atatürk gibi bir büyük insanı yaratan gizil güçtür. Onun düşünceleri, önderliği, örgütleyiciliği karşımıza dikilen belalardan kurtulmamız için izlenmesi gereken yolu apaçık gösteriyor. Bu yol, “azim ve kararlılıkla” emperyalist kuşatmalara, dayatmalara karşı çıkılması ve bağımsızlık temelinde, insan onuruna yakışır, laik, ulusal değerlerinin bilincinde olan ve onları yücelten, halktan yana, devrimci cumhuriyetin savunulması yoludur.
Ülkemizin, son yıllarda bir yandan dünyayı yeniden biçimlendirme projeleri yapan büyük emperyalist güç ABD’nin, bir yandan da 40 yıllık masal olarak yağmadan pay almak isteyen Avrupa Birliği’nin dayatmalarıyla ve her iki dayatmaya omuz veren yerli işbirlikçilerinin yıllardır süren çabalarıyla ve özellikle de korkunç boyutlara ulaşan “aydın” kirlenmesiyle getirildiği durum, yurtseverlik damarını sürdüren aydınlarımızca çeşitli açılardan sürekli gündeme getiriliyor.
Sömürgeleşen, oltada balık olan, bataklığa sürüklenen, bıçağın ucunda olan, yağmalanan, sivil örümceğin ağında olan, bitmeyen oyun oynanan, Sevr kıskacında olan, ahtapotun kollarında olan... gibi tanımlamalarla Türkiye’nin içine sürüklendiği kaosa dikkat çeken, bu kaosun nedenlerini anlatmaya ve çözüm yollarını ortaya koyma çabasıyla kaleme alınan bu kitaplar (bir kısmının adı, yazının sonundaki okuma önerilerinde yer alıyor) Mustafa Kemal Atatürk’ün emanetini bugünlere aktarma sorumluluğunun aydın çığlıkları olarak Türk insanınca okunmayı ve öğrenilenler doğrultusunda davranışların geliştirilmesini bekliyor.
Zaman, bir “Büyük İnsan” olan, Türk ulusunun yeniden yaratıcısı ve 20. yüzyılın büyük devrimcisi Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünceleri ve eylemleri doğrultusunda davranma ve onun emanetine sahip çıkma zamanıdır.

IV. EĞİTİMLE GELEN NEFRET SEVGİYE DÖNÜŞEBİLİYORSA...
Düşünüyorum da, ilkokulda Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili öğrendiklerimle ancak bir sayfalık bir kompozisyon yazabilirdim:
1881’de Selanik’te doğdu, çocukluğunda karga kovaladı. Öğretmeni ona Kemal adını verdi. Savaşlar kazandı, Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri! dedi. Saati sayesinde ölümden kurtuldu, parçalanan Osmanlı İmparatorluğunun yerine Türkiye Cumhuriyetini kurdu. Atatürk soyadı verildi. Birçok devrim yaptı (Daha sonraki yıllarda “devrim”in yerini “inkılâp”ın alması da bir başka bilgi!)...
Ortaokulda da, daha sonraki yıllarda da okullardaki eğitim açısından bu durum pek değişmedi. Tabii bol bol fotoğrafını, büstlerini ve heykellerini görüyordum bir de; marşlar öğreniyordum, şiirler ezberliyordum ve övgüler, nutuklar dinliyordum hep...
Bu öğrendiklerim dışında onun başka özelliklerini anlatan öğretmenlerim ve onların önerdikleri kitaplar olmasaydı, onun hakkındaki bilgilerim hep bu doğrultuda olacaktı. Oysa, “Cumhuriyetimizin kurucusu”, “ulu önder Atatürk”ü öğrettiklerini, yeni kuşakları onun düşünceleri doğrultusunda yetiştirdikleri söylüyorlardı, onu hep anıyorlardı ve onu seviyorlardı, bize böyle öğretmek isteyenler; kitaplarımıza böyle yazanlar...
İlköğretimin son dönemleriyle lise yıllarını düşünelim. Derslerde dilimizi, edebiyatı, felsefeyi, tarihi sevmeyi öğrenmemiz gerekir değil mi? Oysa yaşatılan gerçeğe baktığımızda, Türkçe derslerinin Türkçeden, edebiyat derslerinin edebiyattan, felsefe derslerinin felsefeden, tarih derslerinin tarihten nefret ettirdiğini görüyoruz.
Türkçeden başlayalım.
Türkçe yerine Osmanlıcayı, İngilizceyi ya da Türkçe olmayan başka bir şeyi öğretmek istiyorlar. Çağdaşlıktan, günümüz gerçekliğinden, aydınlık özünden uzaklaştırılmış bir Türkçe önerilerek, onun düşüncenin anası olma özelliği yok edilmek isteniyor. Ana sütünden yoksun edilen bir bebeğin gelişiminin sağlıklı olmadığı gibi, kendi özünden uzaklaştırılmış bir Türkçe eğitimiyle de çocuklarımız sağlıklı gelişemiyorlar. “Türkçe bilim dili olamaz”dan, Türkçenin yetersizliğine, yoksulluğuna yönelik söylemlerin ardında bu eğitim yok mudur?
Edebiyata ne demeli?
Osmanlının aruz kalıplarıyla dolu tuğla gibi kitaplardan İslam tarihinin edebiyat denilemez metinlerini okumanın ne de keyifli olduğunu bilmiyor muyuz? Kendi yazarlarını kendi gelecekleri olan çocuklardan kıskanıp onları yok sayan bir edebiyat dersi anlayışı başka hangi ülkelerde vardır acaba? Erzurumlu İbrahim Hakkı (Hoca) Efendi Hazretlerinden Üsküdar’da türbesi hâlâ tavaf edilen Aziz Mahmut Hüdai Hazretlerine, adı sanı edebiyat tarihlerinin köşelerinde bile olmayan nice ulemaya, şeyhülislama, hocaya, hazrete programında ve kitaplarında yer verilen bir dersin sevimli olması olanaklı mı? Bunun için değil midir günlük konuşmalardaki “edebiyat yapma!” uyarısının yaşam biçimine girmesi.
Tarih?
Tarih deyince, derinliklerinde insanlığını ve ulusumuzun gizlerini, kültürlerini, uygarlıklarının güzelliklerini ve zenginliklerini göreceğimiz bir hazine umarken; mistik öykülerle, olmadık kahramanlıklarıyla dolu, toprağımızın görkemli zenginliğinin dünkü uygarlıkları yerine cihat için at ve deve koşturan İslam mücahitlerinin serüvenlerini okursak, o tarihi benimseyebilir, sevebilir miyiz? “Onlar tarihte kaldı” düşüncesi kadar bilimdışı bir önermenin yaşamımıza girmesi de bundandır.
Felsefe eğitimi zaten yok gibi bir şey.
Felsefi düşünüş biçimini öğretmekten çok, eksikli felsefe tarihinin ezberletilmesinden başka bir şeyin amaçlanmadığını görüyoruz. Bu da felsefeyi sevdirmediği gibi, felsefeden nefret ettiriyor. Böylelikle, derinlikli düşüncenin, yerini alay, kofluk, sığlık, “felsefe yapma!” uyarısı alıyor.
Tüm bunlara karşın, ülkemizde hâlâ anadili Türkçeyi, edebiyatı, tarihi, felsefeyi seven, merak eden, bunlara ilgi duyan gençler çıkabiliyor. Ülkemizdeki Atatürkçülük eğitiminin de Atatürk’ten nefret ettirmekten başka bir işe yaramadığını görüyoruz yıllardır. Ama şunu da söylemeliyiz: Yine aynı biçimde derslerin nefret veren içeriğine karşın Türkçeyi, edebiyatı, tarihi, felsefeyi sevenler çıkabildiği gibi, Atatürkçülük eğitiminden de Atatürk’ü sevenler çıkabiliyor.
Bugünün Türkiye’sindeki Atatürk sevgisini; Atatürk’ü öğrenmeye, anlamaya çalışma çabasını; onun düşündüklerinin, yaptıklarının ve yapamadıklarının neler olduğunu merak edilmesini; onun yapıtlarını geleceğe aktarma sevdalılarını böyle algılamak gerekir.
Peki niçindir, bu nefret ettirme politikası ve bu politikaya karşın niçindir kimi insanların onun bilgeliğini, yurtseverliğini, devrimciliğini yaşamı güzelleştirme savaşımındaki anlamını kavrama çabaları?
Tam Bağımsızlıkla Başlayan Nedir?
Önce, Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncesinin ve eyleminin özü olan “tam bağımsızlık”la ilgili söylediklerinden küçük bir seçme (1919’dan başlayarak):
“Böyle bir ulus esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm!”
“Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez.”
“Ulusun bağımsızlığını gene ulusun kesin ve dirençli kararı kurtaracaktır.”
“Yaşamak isteyen milletimizin isteği tek kelimede özetlenebilir ve gayet meşrudur: Bağımsızlık.”
“Biz, ulusal sınırlarımız içinde özgür ve bağımsız yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz.”
“Tam bağımsızlık bizim bugün üstlendiğimiz görevin özüdür... Tam bağımsızlık elbette, siyaset, maliye, ekonomi, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsız olmamak, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir.”
“Bugünkü savaşımlarımızın gayesi tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın tamlığı ise ancak mali bağımsızlıkla mümkündür.”
“Hangi bağımsızlık vardır ki yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?”
“Ulusal savaşın amacı, ulusun tam bağımsızlığını ve egemenliğini sağlamak ve sürdürmektir.”
“Biz, bağımsızlığımızı sağlayan bir barış istiyoruz.”
“Milli Misak, milletin tam bağımsızlığını sağlayan ve bunu sağlayabilmek için ekonomisinin gelişmesine engel olan bütün nedenleri bir daha geri gelmemek üzere kesinlikle kaldıran bir ilkedir.”
“Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu uluslarının da uyanışlarını öyle görüyorum... Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacaktır...”
“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı...”
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” ...
Böyle bir bağımsızlıkçılık düşüncesi bir; bu düşüncenin gerçekleştirilmesi için halkın örgütlendirilmesi ve bilinçlendirilmesi eylemi; bu da iki.
Yetmedi mi?
Üçüncüsü, bunların üzerine; dünya tarihinin başka başka ülkelerinde yaşanılanların ve onlardan çıkarılan derslerin, deneylerin aktarımı olan kuramsal birikimi; katıksız ve kararlı bir yurtseverliği ekleyelim.
Yine mi yetmedi?
Dördüncüsü, dinsel dogmaların bataklığında miskinleştirilmeye ve yaşam biçimindeki tanrının egemenliğine karşı aklın egemenliğini, akılla bilinçlenmiş, öğrenmiş, örgütlenmiş ulusun egemenliğini ekleyelim.
Bir de şunu: “Atatürk, Türkiye’yi ileri bir merhaleye, sağa değil sola götürmek isteyen bir mücahitti.” (Emekçi Partisi’nin yayın organı Yığın’ın 15 Kasım 1946 tarihli başyazısından aktaran Attilâ İlhan, Bir Sap Kırmızı Karanfil, s.14).
Onun düşüncesinin ve eyleminin özü olan “tam bağımsızlık”, aynı zamanda özgürleşme ve çağdaşlaşma yolundaki tüm atılımlarının, devrimlerinin de temelidir.

V. MUSTAFA KEMAL, GÜNÜMÜZDE DE DEVRİMCİLERİN KENDİNİ TANIMLAMASI İÇİN BİR FIRSATTIR
Önce bazı saptamalar yapalım:
1. 20. yüzyılda insanlığın baş belası olan ve kötülüklerini 21. yüzyılda da sürdüren emperyalizmin, sömürüye dayanan bağımlılık ilişkilerine gereksinmesi vardır. Emperyalizm var olduğu sürece, emeğin sömürülmesine karşı ve özgürlük için savaşanların ona karşı bağımsızlık düşüncesi ve eylemiyle donanmaları bir zorunluluktur.
2. İnsanlığın sömürüye karşı savaşımında kapitalizm ve emperyalizm dönemindeki en önemli düşünsel ve eylemsel ideolojisi olan sosyalizm, kendisini var edebilmek için öncelikle emperyalist bağımlılık ilişkilerini yok etmek zorundadır. Bunu görmezden gelen bir sosyalist düşünce ya da eylem düşünülemez.
3. Emperyalizme karşı bağımsızlık temelinde yükselmeyen bir savaşımın demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü, sosyalizmi gerçekleştirmesinin olanaksızlığından hareketle, bu saptamalarla ilgili tavırların, günümüz Türkiye’sinde bir insanın bulunduğu noktayı belirleyen bir turnusol kâğıdı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
4. Mustafa Kemal’in düşüncesi ve eylemi, emperyalizme karşı bağımsızlık temeli üzerinde yükselen bir düşünce ve eylemdir. Emperyalist bağımlılık ilişkilerinin yok edilmesini temel alan bu düşünce ve eylem, emperyalizmin zayıflatılmasını sağlayarak, emekten ve özgürlükten yana olanların güçlenmesini sağlamıştır.
5. Küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni terimleriyle kendini maskeleyen günümüz emperyalizmine karşı özgürlük ve bağımsızlık savaşımını zorunlu gören devrimcilerin, kendilerini bu düşünceler temelinde tanımlamaları gerekir.
6. Günümüzde, kendisini “küreselleşme” ve “Yeni Dünya Düzeni” kavramlarının arkasına gizleyen “emperyalizm” çağının yurtsever devrimcisi olan Mustafa Kemal, sömürünün ortadan kaldırılması ve kardeşçe, eşitlikçi bir yaşamın kurulması için düşünce üreten, örgütlenen ve eylemler gerçekleştiren sol’un, sosyalist solun, devrimcilerin kendisini tanımlaması için bir fırsattır.
7. Bir de şunu ekliyorum: Mustafa Kemal Atatürk, emperyalizm karşısında Türk aydınının aymazlığına karşı tam bağımsızlık düşünüşünün savunucusu ve eylemcisi olan bir önderdir. Bu düşünüş ve eylemse, kaynağını özgürlük isteminden, eşitlik isteminden, sömürünün yok edilmesi isteminden alan yurtseverliğin ve “Biz bir devrim yaptık. Bunu sürdürüyoruz...” (Ocak 1923); ve “Devrimin yasası var olan tüm yasaların üstündedir. Biz öldürülmedikçe, bizim kafalarımızdaki bu akım durdurulmadıkça, başlattığımız devrim bir an bile durmayacaktır.” (1923) diyen sürekli devrimciliğin ta kendisidir.
Bu saptamalar, yaşamdaki tüm ekonomi politikalarıyla; eğitim, bilim, dil, kültür, iletişim politikalarıyla çoğaltılabilir ve sonuçta ülkemizin kanatan gerçeği apaçık ortaya çıkar. Bu gerçek, düşünceleri ve gerçekleştirdikleriyle devrimci Mustafa Kemal’in hâlâ yok edilemediği gerçeğidir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün adının üstünde fırtınalar koparılmasının, herkesin sahiplenir görünmesinin ama aslında onun ve gerçekleştirdiklerinin yok edilmesi için hesaplar, programlar yapılmasının asıl nedeni, onun düşüncesinin ve eyleminin aynı doğrultuda olması, yani dediğinin adamı olmasıdır.
Dediklerine ve yaptıklarına bakıldığında görülense, kararlı bir yurtseverlik, ulusunun özgürlüğü, bağımsızlığı ve dogmaların egemenliğinden kurtarılması yolunda sürekli devrimlerle dolu olan bir savaşımdır. Düşünceleriyle ve eylemleriyle bu savaşıma karşı olanların Atatürkçülüğü; düşünceleriyle ve eylemleriyle toplumlarının belleğinde silinmez izler bırakan bir bilgenin başka bir yöntemle unutturulamayacağı, yenilemeyeceği içindir. Yaşamlarında, onun düşüncelerinin ve eylemlerinin tersini yapanların onun yolunda olduklarını söylemeleri; o, başka bir yöntemle yıpratılamayacağı için kaçınılmazdır.
Devlet eşittir Kemalizm yanılsamasından kurtulmak gerekir. Onun ölümünden sonraki devlet politikaları, yarım yüzyıldır “soğuk savaş” denilen bir illet politikadır. Savaşa sürükleyen politikalar, yurtta ve dünyada barış özleminin çağrıcısı olan Mustafa Kemal’e nasıl mal edilir? Yarım yüzyıl önce başlayan ABD eliyle demokrasinin gelmesi politikasının mimarı o mudur? Küçük Amerika olma düşlerini o mu kurmuştur? Bugünkü AB ve IMF politikalarının uyduluğunun temellerini o mu atmıştı? Bu politikaları Kemalizm bellemenin, ondan nefret ettirmeyi amaçlayanların ekmeğine yağ sürmek olduğunu unutmamalıyız.
Düşüncenin temeli olan dil ve eğitim politikalarının Kemalizm düşmanı olduğunu anlamamak için saftan öte bir şey olmak gerekir. Ülkeyi tarikatlardan, şeyhlerden, müritlerden kurtaran mı odur, yoksa onların ülkesi yapan mı? Sivas katliamına, Hizbullah’a uzanan radikal dinciliği onun politikaları mı beslemiştir, yoksa emperyalizmin “yeşil kuşağı”nın uşaklarının izlediği politikalar mı?
Bir de şunları ekleyelim: Mustafa Kemal’i devrimci bir önder kabul etmeyen, demokrasiyi ve özgürlüğü Batı’dan, emperyalistlerden bekleyen, tarikatları sivil toplum örgütü kabul eden bir sol olamaz.

VI. MUSTAFA KEMAL'DEN BUGÜNE
Sonuç olarak ne mi demek istiyorum? Mustafa Kemal’in düşünce ve eylemine katılmayan, karşı olan yöneticilerin yıllardır onu sahiplenir görünmesiyle bir yanılsama yaşanmaktadır ülkemizde. Onun ölümünden sonra ülkemizi yönetenlerin büyük çoğunluğunca, onun adına, onun düşünceleriyle hiç uyum içinde olmayan, onun düşüncelerinin karşısında olan adımlar atıldı. Ama elli yıldır ondan nefret ettiremediler. Çünkü onun açtığı aydınlık yolda yetişen genç devrimciler, genç Cumhuriyetçiler, 1940’lı yıllarda faşizme karşı barış ve özgürlük savaşımında olgunlaştılar.
Onların öğrencileri, emperyalizme karşı yeniden ulusal Kurtuluş Savaşının bayrağını açan Denizleri, Mahirleri yetiştirdi; 68 Kuşağının devrimcilerini. Daha sonraki kuşağın genç devrimcileri ise, emperyalist politikaların uygulanmasına engel olan bir toplumsal muhalefeti örgütlemeyi başarmaya doğru adımlar atınca, 12 Eylül denilen amansız bir yok etme kampanyasıyla karşılaştılar. 12 Eylül, 1940’ların ortalarında Atatürk adına başlatılan alçaklıkların doruğa çıkmasından başka bir şey değildir. Yakın tarihimizin bütün kötülükleri, sinsi bir politikayla onun adına yapılmış; onun adı ikili anlaşmalardan tahkim yasalarına, IMF ve Dünya Bankası dayatmalarına alkış tutmaktan özelleştirmelere, Susurluk çetelerinden hortumculuklara, emperyalist jandarmalıktan savaş çığırtkanlığına, bağımlılık ilişkilerinden dinsel dogmaların egemenliğine uzanan bir zincirle kirletilmek istenmiştir. Onun ölümünden sonra, en başta “tam bağımsızlık”la ilgili olmak üzere uygulanan politikaların bugün geldiği nokta, ne yazık ki Mustafa Kemal’i doğuran koşullarla kuşatıldığımız gerçeğidir.
İşte bu gerçeğin onun söyledikleriyle karşılaştırılması: O, “Biz batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz.” deyip ekliyordu: “Aynı zamanda, batı emperyalistlerinin, güçleri ve bilinen araçlarıyla, Türk milletini, emperyalizme araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla, bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.”
Günümüze bakmak yetmiyor mu? Yarım yüzyıl öncesinin Kore serüveninden sonra, başbakanın, üstelik yıllar boyu has bir Atatürkçü ve demokratik sol bilinen bir politikacının “Amerika’nın ikna olması bizim için yeterlidir.” demesi, başka nasıl açıklanır. İnsanlığa hizmet bu mu? Bu mu tarihten ders almak ve Atatürkçülük?
O, “Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez.” diyordu 80 yıl önce. Yaşadığımızın IMF’ye, Dünya Bankası’na, ABD’ye, AB’ye uşaklıktan farkı var mı? O, tam bağımsızlığın yaşamın her alanında “tam bağımsızlık ve tam özgürlük” olduğunu, herhangi bir alanda bağımsız olmayan bir “ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun” olduğunu söylerken; “Hangi bağımsızlık vardır ki yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?” derken ufkun arkasına bakıp bugünleri mi gördü? Özellikle özelleştirme ve IMF politikalarının onursuzlaştırdığı bugünler için mi “Bağımsızlığın tamlığı ancak mali bağımsızlıkla mümkündür” demişti.
Onun dediklerine doğru diyenler, “ulusun bağımsızlığını gene ulusun kesin ve dirençli kararı kurtaracaktır.” düşüncesini yaşama geçirmek için ellerinden geleni yapmalıdırlar, çünkü bir de ne demişti o:
“...Başlattığımız devrim bir an bile durmayacaktır.” 

28 Ekim 2017 Cumartesi

Ben CUMHURİYET KADINIYIM

Ben CUMHURİYET KADINIYIM
ATAMIN VERDİĞİ BUNCA NİMETİ,TEPEMEM elimin tersiyle.GÖĞSÜMÜ AÇSALAR, BAĞRIMI DAĞLASALAR,SÜRÜKLESELER, TAŞLASALAR Halide Edip gibi,ÖLÜM bile HOŞ GELİR binlerce şehit gibi.BEN YANMASAM, SEN YANMASAN,NASIL ÇIKAR KARANLIKLAR AYDINLIĞA..” 
***
BEN CUMHURİYET KADINIYIMTakamam yüzüme PEÇEYİSARAMAM BEDENİMİ KARA ÇARŞAFAVe İHANET EDEMEM YÜCE ATAYABen Cumhuriyet kadınıyım. 
LAİK YAŞAMAK VARKEN,ŞERİAT DİYE BAĞIRAMAM.Ekmek özgürlük eşitlik savaşında,ERKEĞİMLE OMUZ OMUZA VURUŞMAK VARKEN,Boynuma zincir, ayağıma pranga vurdurup,SİNEMEM BİR KÖŞEYE.Ben Cumhuriyet kadınıyım,
İNKAR EDEMEM NENE HATUNU, KARA FATMA”YI, 
Bebeği yerine mermiyi saran o yüce anayı.Unutamam Çanakkale”yi, Dumlupınar”ı Kurtuluşu,Her karışı şehit kanlarıyla sulanan VATANI,SATAMAM NE PAHASINA OLURSA OLSUN.Ben Cumhuriyet kadınıyım
DEĞER GÖRÜRKEN öpülürken elim,SATILAMAM PAZARLARDA KÖLE MİSALİ.DÜNYA KADINLARIYLA AYNI SAFTA OLMAK VARKEN,İKİNCİ SINIF SIFATINI YAKIŞTIRMAM KENDİME.KADIN ERKEK EŞİTLİĞİNİ VERMİŞKEN ELİME ATAM,YİNE ON ADIM GERİDEN YÜRÜYEMEM,Ben Cumhuriyet kadınıyım
YÜRÜMEK varken İLKELER ELİMDE,UĞRAŞAMAM SULTANLA sarayla, hanla.Değişemem Özgürlüğümü parayla malla.Ak güvercinleri uçurmak varken göklerde,DALGALANDIRMAK VARKEN O AYYILDIZI GÖNDERDE,BAKAMAM KAPKARANLIK SEMAYA.Ben Cumhuriyet kadınıyım, 
SEÇME SEÇİLME HAKKIM VARKEN ELİMDE, 
RAZI GELEMEM HAKSIZLIKLARA.Savunmadan suçsuzluğumu,Boynumu vurduramam canice.BEN ANAYIM BEN KADINIM.HAYAT SAVAŞINDA VARIM YİĞİTÇE MERTÇE,SUSAMAM SON SÖZÜMÜ SÖYLEMEDİKÇE.Ben Cumhuriyet kadınıyım, 
ATAMIN VERDİĞİ BUNCA NİMETİ,TEPEMEM elimin tersiyle.GÖĞSÜMÜ AÇSALAR, BAĞRIMI DAĞLASALAR,SÜRÜKLESELER, TAŞLASALAR Halide Edip gibi,ÖLÜM bile HOŞ GELİR binlerce şehit gibi. 

Gülseren Akdaş
http://ahmetsaltik.net/2013/10/29/ben-cumhuriyet-kadiniyim/

30 Ağustos 2017 Çarşamba

30 AĞUTOS ZAFERİ İKİ KİŞİYİ ÇOK ÜZMÜŞTÜ!

        

30 Ağustos Zafer Bayramı: "Özgürlük ve Bağımsızlık benim karekterimdir" diyen yüce Atatürk Komutasınında kesin zaferin kazanıldığı gündür, 30 Ağustos 1922...Ölüm kalım savaşında koşan Türk ordusu Atasından aldığı "Ordular İlk hedefiniz Akdeniz'dir İleri! “ komutuyla 9 Eylüle doğru koşmuştur...Tarihe gömülmek istenen bir ulus yoktan var olmuştur, tarih boyunca görüldüğü gibi. Bu zafer; 23 nisan 1920 de kurulan ancak adı henüz konulamayan yeni Türk Devletinin ,Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş zaferidir...
      Ünlü yazar Falih Rıfkı Atay, şöyle demektedir :"Eğer bagımsız bir devlet kurmuşsak, özgür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak ,yurdumuzu batı'nın pençesinden ,vicdanımızı ve düşüncemizi de Doğu'nun pençesinden kurtarmışsak, bu topraklardan ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak ,nefes alıyorsak, hepsini, herşeyi ,"30 ağustos zaferine borçluyuz!" 30 ağustos zaferini kim gerçekleştirdi Mustafa Kemal Atatürk!"
Hepimize kutlu olsun... Vatanı sevmek, milleti sevmek; milli bayramları önemsemekle,yaşamakla gerçekleşir fikrindeyim...
Arzu Sarıyer
30 AĞUTOS ZAFERİ İKİ KİŞİYİ ÇOK ÜZMÜŞTÜ! Necati Güngör
İngiltere Başbakanı Lloyd George'a haber geldiğinde oturduğu yerden sıçramıştı:
"Doğru olamaz!" diye adeta isyan etti.
Haberi getiren Miss Frances Stevenson: "Şimdi Dışişleri Bakanlığı yazdırdı Efendim," dedi.
"Lanet olsun!" diye haykırdı Lloyd George.
Kendisine iletilen notu bir kez daha okudu. Sonra büyük bir çöküş içinde bir süre sessiz kaldı.
"Askerler uyarmıştı" diye mırıldandı kendi kendine. "Ama ben, Yunanlıların kazanacağına inandım! Adamları teşvik ettim... Şimdi yalnızca Yunanlılar yenilmedi; benim politikam ve saygınlığım da darbe aldı! Bir çıkış yolu bulmalıyım..."
Miss Stevenson, üşümüş gibi büzülen Başbakan'ın, bir çocuk gibi çaresiz kalışına üzülmüştü. Karşısındaki adam, bir dünya lideri değil de sanki, sokakta kalmış bir öksüzdü.
"Kahve ister misiniz Efendim?" diye sordu.
Dünya lideri:
"Bana sert bir kahve yap Frances," dedi. "Ama çok sert olsun!"
*
30 Ağustos Zaferi'ni öğrendiğinde, oturduğu koltuğa sinip kalan öteki kişi, son Osmanlı Padişahı Vahidettin'di.
Haberi kendisine ileten, Mabeyn Başkâtibi Rıfat Bey'di. Padişah kulaklarına inanamadı.
"Doğru mu bu?" diye sordu sıkıntıyla.
Başkâtip saygılı biçimde:
"Haberi, İngiliz Yüksek Komiserliği de doğruluyor," dedi. "Ordu, Yunanlıları gerçekten yenmiş Efendim!"
Vahidettin gözlerini yumarak kendi içine kapandı.Küçük Mabeyn Dairesindeki odadaydılar. Padişah, her zamanki koltuğunda oturuyordu.
"Bu milli zaferi kutlamak istersiniz diye düşündüm..." dedi Rıfat Bey.
"Emrinizi almak için rahatsız etmiştim."
Vahidettin'in donmuş gibi kıpırsız duran yüzü ekşidi birden; gözlerini açıp öyle sert bir bakış baktı ki Rıfat Bey'e. Adamın içi titredi. Bu bakışta, Padişah'ın, Milli Zaferden hiç mutlu olmadığı apaçık okunuyordu.
Bugünlerde, son Osmanlı Padişahının adını bir yerlere vermek isteyenler varsa, bilgisi olsun.

Beğen