30 Ağustos 2014 Cumartesi

26 Ağustos 2014 Salı

Size Hiç Ağıt Yazıldı mı?ZEYNEP ORAL Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın 100. yaşgünü



Size Hiç Ağıt Yazıldı mı?
Başlığa bakıp bu ne biçim soru demeyin. Sizin hiç “Ağıdınız” oldu mu? Size hiç ağıt yazıldı mı? Benim var bir ağıdım. Salt benim için yazılmış bir ağıt… Ağıdın ölen kişiler ardından yazıldığını bilmez değilim. Henüz ölmedim ama yine de benim bir ağıdım var… Hem de öyle sıradan birinin değil, “Benim ses bayrağım, Türkçemin” anlı şanlı şairi tarafından yazılmış bir ağıt…
Sevgili okurlar, önümüzdeki günlerde, (26 Ağustos) “Türkçem, benim ses bayrağım” diyen Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın 100. yaşgünü… Bunu bahane edip Dağlarca’nın bana yazdığı Ağıtı, ölümümü beklemeden sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Olay şöyle gelişti
Önce biraz gerilere gitmem gerek:
Çocukluğumda okumaya başladığım Dağlarca benim için dev bir çınar ağacı! Cüssesiyle, yüreğiyle, sezgileriyle, zekâsıyla, dev bir çınar ağacı… Kökleri ve belleği toprağın taa en derinlerine kenetlenmiş… O kökler, hiç kurumayan bir kaynaktır… Dalları, hep daha uzağa, daha yükseğe, uzayıp giden her daim üreten, bizi besleyen meyveler verir ve yaşamın her alanını kaplar…
O dev çınarın altında asla ezilmezsiniz, ancak hayran olursunuz… Onun gölgesinde kendinizi güvende hissedersiniz. Onun gölgesinde dünyayı kavramaya çalışırsınız. Merak etmeye, anlamaya, öğrenmeye, sorularınızı çoğaltmaya, yanıt aramaya ve bütün bunlardan tat almaya başlarsınız…
“Türkçem bana şiiri söyler. Türkçeyi dinliyorum o kadar, ben bir şey katmıyorum, bana yalnızca Türkçemin söylediğini yazmak kalıyor… Türkçem söylüyor, ben yazıyorum” diyen Dağlarca ile tüm konuşmalarımızı yazacak olsam, birkaç cilt dolar.
Bir gün bana şöyle dedi:
“Ben ölünce benim arkamdan da güzel bir yazı yazacaksınız… Ama ya siz ölünce? Sizi kim yazacak? Ben de hayatta olmayacağıma göre… İşte dün gece, eğer o gün hayatta olabilseydim eğer, yazacağım şiiri şimdiden yazdım... Adı: Sarı Ağıt”
Yaa, işte böyle sevgili okurlar, daha ölmeden, ölümümden sonrası için yazılmış ağıtım bile var! Üstelik Fazıl Hüsnü Dağlarca tarafından yazılmış!
En iyisi benim için yazdığı 27 Eylül 2001 tarihli “Sarı Ağıt”:

SARI AĞIT
Çok büyük bir kuş vardır
Uçar yeryüzü ile güneş arasındaÇok büyük sarıdır o
Sarı bir evren yaratır o
Yaşamakla yaşamamak arasında

İpekten bir gövde
Uzak Doğu onun
Paris tiyatroları onun
Venedik’teki sandallar onun
Almanya’da Rusya’da
En güzel filmler onun
Sanat uzun yaşamak kısa derler ya
Hepsinin ötesindeki yazılar onun
Milliyet Sanat Dergisi eski varlığı ile onun

Çok büyük bir ablam vardır
Dudaklarımızla ellerimiz arasında
Çok derin bir uzunluktur o
Kımıldar topraktaki yeşille o
Sarı sözcüklerimiz sarı güller arasında
Zeynep Oral’la Zeynep Oral arasında

Sarı saçlarından geçerdi ölmek
Hayır ölmezdi ki o geçerdi.”

Nice nice 100 yıllara Sevgili Fazıl Hüsnü Dağlarca! Daha dün gibi aklımda “Beni ne kadar çok çocuk okursa, o kadar çok yaşarım” diyordunuz. Yaşamaya devam!  
21 Ağustos 2014 Cumhuriyet

12 Ağustos 2014 Salı

ATATÜRK




Sakarya Savaşı öncesinde, Antalya'nın Elmalı kasabasında da, yakın komşu beş yeni yetme kız yün çorap örmek için biraraya gelmişlerdi. Konuşa konuşa çalışmaktaydılar.
İçlerinden biri, "Benim ördüğüm çorabı giyecek asker, inşallah Afyon'a ilk giren asker olur" dedi. Bu hoş dilek kızlara sevinç çığlıkları attırdı, emeklerine tarifsiz bir ümit tadı kattı:
"Aaaaa! Benim ördüğüm çorabı giyen asker de Eskişehir'e ilk giren olsun."
"Benimki de Uşak'a girsin!"
"Benimki Bursa'ya."
Sonuncu kız, "Benim askerim de inşallah İzmir'e girer!" dedi. Afet adındaki bu güzel kız, ilerde İzmir'de M. Kemal Paşa ile karşılaşacak, himayesine girecek, İsviçre'de eğitim görerek Profesör Afet İnan olacaktı.
Şu Çılgın Türkler-Turgut Özakman

27 Temmuz 2014 Pazar

Vatan Nasıl Sevilir?Işıl Özgentürk



Bu ülkede kime sorsan, “Ben bu vatanı çok seviyorum” der. Şimdi sorularımızı sıralayalım: 
- Hiç Güneydoğu ya da Doğu’ya giden bir tura katıldınız mı? 
- Anadolu’nun en önemli uygarlığı Bin Tanrılı Hititlere dair kaç heykel gördünüz ve kaç kent gezdiniz? 
- Hasankeyf’i biliyor musunuz? Gittiniz mi? Orada yapılacak barajın neleri su altında bırakacağını biliyor musunuz? Bununla ilgili herhangi bir yere imza atınız mı? Herhangi bir protesto eylemine katıldınız mı? 
- Selçuk-Efes’e gittiniz mi? Kentin muhteşem genelevine hayretle baktınız mı? İlk tuvaletleri gördünüz mü? 
- Bodrum Kalesi ve Sualtı Müzesi’nde hayallere daldınız mı? 
- Konya’daki Mevlana şenliklerine gittiniz mi? 
- Kayseri’deki Selçuklu medreselerine, camilerine hayran oldunuz mu? 
- Uluslararası bir çabayla kurtarılan Zeugma kenti mozaiklerinin sergilendiği Antep’teki muhteşem müzeyi gördünüz mü? 
- Peygamberler kenti Urfa’da Balıklıgöl’e yem attınız mı? 
- Zılgıt çeken kadınların bu işi nasıl başardıklarını düşünüp hiç zılgıt çekmeye çalıştınız mı? 
- Antakya’da üç dinin bir arada yaşamasına tanıklık ettiniz mi? 
- Maveraünnehir nereye denir? 
- Bir sabah vakti Karadeniz yaylalarında uyanıp, o günü size bağışlayan hayata teşekkür ettiniz mi? 
-Antalya’ da Antalya Müzesi’ne gidip yorgun Herkül’le bir fotoğraf çektirdiniz mi? 
- Mimarların mimarı Koca Sinan’ın kaç eserini gördünüz? 
- Sevdiğiniz ve etkilendiğiniz beş romancının adları nelerdir? 
- Klasik Türk müziğinde nam salmış beş şarkıyı söyler misiniz? 
- Beş halk ozanı sayabilir misiniz? 
- Türk sinemasından en sevdiğiniz beş filmi sayabilir misiniz? 
- Karadeniz’de Sümela manastırında duvarları süsleyen belki de ilk zenci İsa’yı gördünüz mü? 
- Anadolu uygarlıklarından Likya uygarlığının toprak yollarında yürüdünüz mü? 
- Türkiye denizlerinde kaç cins balık yaşar? 
- Türkiye topraklarında kaç bin endemik bitki yaşar? 
- Türkiye topraklarında kaç çeşit endemik canlı türü yaşar? 
- Lüferin soyunun tükenmemesi için elinize bir mezura alıp balıkçılarda sarıkanat boylarını ölçtünüz mü? 
- Hiçbir hayvan barınağına gidip gönüllü çalıştınız mı? 
- Türkiye’nin yeraltı zenginlikleri nelerdir? 
- Termik santral nedir? Zararları nelerdir? Biliyor musunuz? Hiçbir termik santral yapımını protesto eden bir eyleme katıldınız mı? 
- Türkiye’nin altının silme altın madeni olduğunu biliyor musunuz? 
- Hiç inatla bölgenizdeki bir eski binanın resimlerini çekip, binanın yaşatılması için gerekli yerlere başvurdunuz mu? 
- Anadolu Medeniyetleri Müzesi kimin emriyle kurulmuştur? Hiç gittiniz mi? 
- Osmanlı’dan beri sürgün yeri olan Sinop Cezaevi’nde kaç muhalif yazar yatmış biliyor musunuz? 
- Adana neden Yılmaz Güney’lerin, Yaşar Kemal’lerin, Orhan Kemal’lerin yurdudur, hiç düşündünüz mü? 
- En son hangi protesto eylemine katıldınız? 
Sorularımız bunlar, daha da çoğaltılabilir, öyle “vatan sevmek” kolay değil. Her şey gibi o da tanınmak ister, bilinmek ister ve emek ister. 
Sevgilerle, hadi kalemi alıp sorulara yanıt verin. 
Bu soruları sizlere ilk kez 1 Nisan 2013 tarihinde sormuştum, sorulara nasıl yanıt verdiniz bilmiyorum ama ben birkaç soru daha ekledim. İzninizle: 
- Göbeklitepe nerededir ve arkeoloji tarihini nasıl değiştirmiştir? 
- Frikya uygarlığı ve Frikya Vadisi ülkemizin hangi yöresindedir? 
- Sinan’ın en güzel eserlerinden Rüstem Paşa Camii nerededir? Gördünüz mü? 
- Ani harabelerinin hikâyesi nedir? Hiç gittiniz mi? 
Sizlere kolay gelsin, ben şöyle bir Moğolistan’a gidip geleceğim. Bayramınız şen olsun...  
27 Temmuz 2014 Cumhuriyet

24 Temmuz 2014 Perşembe

SÖYLEV'DE LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI



SÖYLEV'DE LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
"İtilaf Devletleri’nin Türkiye’ye uygulamak istediklere koşullarla, ulusal eylem sonunda elde ettiğimiz sonuç arasındaki farkı açıkça belirtmek için, Sevr ile Lozan arasında bir karşılaştırma yapmak yararlı olacaktır:

Ülke sınırları açısından Sevr, Trakya sınırımızı Çatalca yakınından geçiriyorken, Lozan’da Meriç nehri sınır oldu. Sevr’e göre İzmir bölgesinde Türkiye egemenlik hakkının kullanılmasını Yunanistan’a bırakacak, bölge meclisi de beş yılsonunda İzmir bölgesini Yunanistan’a katabilecekti. Lozan’da böyle bir şeyin sözü bile edilmemiştir. Suriye sınırı, Sevr’e göre Karataş burnundan başlayarak Osmaniye, Gaziantep, Urfa, ve Mardin’in epey kuzeyinden geçiyordu. Lozan’da 20 Ekim 1921 günlü Ankara Anlaşması’ndaki gibi kaldı. Sevr, Kafkasya’da Türk-Ermeni sınırının saptanmasını Amerikan Cumhurbaşkanı Vilson’a bırakmış, O da Giresun’un doğusundan, Erzincan’ın batı ve güneyinden Bitlis ve Van gölü güneyine giden çizgiyi sınır olarak göstermişti. Lozan’da bu sorun ortadan kalkmıştır.

Sevr, Boğazlar da asker bulundurma ve askeri hareketler yapma yetkisini yalnız İtilaf Devletlerine tanıyordu. Lozan’a göre hiçbir yerde İtilaf Devletleri’nin işgal kuvveti kalmadı.

Sevr, Fırat’ın doğusunda ve Ermenistan, Suriye ve Irak arasında bir özerk Kürt bölgesi öngörüyordu. Lozan’da elbette söz konusu ettirilmemiştir.

Sevr; Faransa ve İtalya’ya sömürü bölgeleri tanımaktaydı. Lozan’da söz konusu bile edilmemiştir.

Sevr, antlaşma doğru uygulanmazsa İstanbul’un bile bizden alınmasını kabul ediyordu. Lozan’da böyle bir şey sözkonusu değildir.

Sevr İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, hatta Ermenistan ve Yunanistan’a yargısal, ekonomik ve mali ayrıcalıklar tanıyorken, Lozan bu gibi bağlayıcı hükümlerin tümünü kaldırmıştır.

Saygıdeğer Efendiler, Lozan Barış Antlaşması, Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın yıkılışını anlatan bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal zaferdir.”

Mustafa Kemal ATATÜRK

7 Temmuz 2014 Pazartesi

RIFAT ILGAZ


RIFAT 'A 
Ilgaz,Anadolu 'nun sen yüce dağısın
Eteklerinde kitaplar....
CAN YÜCEL
Saygı ve özlemle anıyorum..

1918... Mehmet Rıfat ( Rıfat Ilgaz ) Cide de ilk okul öğrencisi '"21 numara "



Sevgili Dostlar ;
Bugün Rıfat Ilgaz'ın ölümünün 21 yılı . Madımak olayları sonrası onu kaybettik.Yaşamından bir bölümü ölümünden dört ay önce,Türk Hava Yolları'nın Sky Life dergisine anlatmıştı .Sabırla okuduğunuz için teşekkür ederiz.Çınar Yayınları
ACILARI GÜLMECEYE DÖNÜŞTÜREN YAZAR / Füsun Özbilgen

RIFAT ILGAZ

Türkiye'nin belki en çok üreten yazarı. Binlerce öykü, şiir, roman, oyun, anı, makale, 60'tan fazla kitap... Gülmece eserlerinin en ünlüsü ise öğrenci - öğretmen ilişkileri ve okul sıralarından bir kesit sunan Hababam Sınıfı.
Rıfat Ilgaz'ın nüfus kağıdı Türkiye Cumhuriyeti'nden eski. 1911 yılında Karadeniz'in küçük, şirin bir ilçesinde Cide'de dünyaya gelmiş. 1908 yılında Meşrıtiyet ilan edildiğinde "Hürriyet geldi" denilmiş. Şöyle anlatıyor:

"-Ben Hürriyet'in ilanından hemen sonra dünyaya gelmiştim. İlk Hürriyet çocuklarındanım sizin anlayacağınız.

Hürriyet çocuğu olmam, üç-beş yıl sonra Vahdettin gibi bir adam tahta çıktığında "Padişahım çok yaşa" diye bağırmama hiç de engel olmadı. Hem Hürriyet çocuğuydum hem de nerede olursa olsun bağırtılıyordum:

_ Padişahım çok yaşa..

Ama Osmanlılığım çok sürmedi. Ancak 7-8 yaşıma kadar. Sonra Harbiye'nin kapatılmasıyla okulumuza gelen genç bir Harbiyeli'nin isteğine uyarak kırmızı fesimi yere çaldım, bir kalpak geçirdim başıma oldum bir Kuvayı Milliye'ci.."

Rıfat Ilgaz, bir imparatorluğun yıkılışını, Kurtuluş Savaşı ve yeni Cumhuriyet'in doğuşunun kendi çocukluk yaşamındaki yankısını böyle dile getiriyor. Onu Kuvayı Milliye'ci yapan genç öğretmeni Hilmi Bey ise 1980'li yıllarda T.B.M.M. Başkanı olan Kaya Erdem'in Ve Araştırmacı Tarhan Erdem ‘in babası Hilmi Erdem imiş..

Genç cumhuriyetin ilk yıllarını da şöyle anlatıyor:

"Ortaokulu Kastamonu'da okurken Mustafa Kemal'in emri ile Kuvayı Milliye kalpağını çıkarıp şapkayı geçirdim başıma. Fes gitti, kalpak gitti. Derken birkaç tokat karşılığında öğrendiğim eski harfler de gitti. Latin harfleri gelmişti. Devrimler sürüp gidiyordu. Vereme yakalanıp da Yakacık Sanatoryumu'na düştüğüm günlerde Mustafa Kemal öldü. Devrimlerin de hızı kırıldı..

İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Şair olmuştum. Gerçekçi, toplumcu, devrimci şair."

Rıfat Ilgaz'ın yaşamının toplam 8 yıllık bir bölümü verem hastalığı nedeni ile çeşitli sanatoryumlarda geçmiş. Kalan zamanlarında ise öğretmenlik, daha sonra da gazetecilik yapmış.

1930 yılında Kastamonu Öğretmen Okulu'nu bitirip Adapazarı ve İstanbul'da Türkçe öğretmenliği yapıyor, 1938 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitiriyor. Çileli bir yaşam içinde Rıfat Ilgaz acıları mizaha dönüştürmüş. Acıklı, hüzünlü, acı çeken insanları yansıtan konular yerine yaşamın gülmece yanlarını yansıtmaya çalışmış.

Öğretmenliği bırakmak zorunda kalıp Babıali'ye geldiği yıllarda da önce en zor işten, dizgiden başlamış, entertip ustalığı derken mizah dergileri çıkarmaya başlamış. Markopaşa ve Adembaba dönemin en ünlü mizah dergileri. Taş, Dolmuş, Karikatür, Şaka gibi mizah dergilerine de yüzlerce yazı yazmış. İstanbul'da Ataköy'de kocaman bolok apartmanlarından birinde oğlu, gelini ve torunlarıyla birlikte yaşıyor bugün.

Birkaç yıl önce Kıbrıs'ta geçirdiği kaza nedeniyle bacağını rahat hareket ettiremediği için çıkıp dolaşamamaktan yakınıyor. Ama tüm duyu organları gepgenç, mizahı, gülmecesi de yerli yerinde.

Mizah üzerine konuşuyoruz. Binlerce gülmece, roman, öykü yazan usta yazar düşündüklerini şöyle anlatıyor:

"Mizah diye bir yazı türü yoktur. Yazı türü romandır, öyküdür, köşe yazılarıdır, anılardır. Mektup bile bir yazı türüdür de, mizah bir yazı türü değildir. Tür olsaydı tekniği olurdu.

Mizah bir biçemdir. Topluma bakış açısıdır. Mizah şiir, öykü, roman olabilir: Tür değil, biçimdir. Mizacımızdan gelen bir özelliktir, bir çeşnidir. Yazı türleri beceri ister, teknik ister. Bunları sağladın mı başarı tamdır. Mizah ne ister? Mizah insanın mizacından geldiği için bilgi değildir, edinilemez. Teknik de değildir. İnsanın yaradılışında bu özellik varsa mizah başarılı olabilir."

Hababam Sınıfı, Rıfat Ilgaz'ın en ünlü mizah eseri. Oğlunun okul maceralarını anlatması ile yavaş yavaş oluşmuş. Hafta sonlarında Aydın eve gelip okul maceralarını anlattıkça Rıfat Ilgaz da öykü haline dönüştürmeye başlamış. Kuşkusuz bunları kaleme alırken kendi öğretmenlik yıllarının anı ve gözlemleri de üstüne eklenmiş.

Rıfat Ilgaz'ın öykülerinde bazen en dikkatli vergi uzmanının bile farkedemiyeceği bir vergi kaçırma tekniğinin nasıl uygulandığını öğrenirsiniz. Yahut bir uluslararası dış kredi öyküsü yakalarsınız. Bu ince teknikleri nereden ve nasıl öğreniyor şaşıp kalırsınız. Uzmanların bu kadar iyi bilemeyeceği karışık ve karanlık konuları nereden öğreniyor? Soruyoruz, gülümsüyor:

"Gider, Çiçek Pasajı'na otururum. Bir bira içerim. Birileri gelir, sohbet başlar. Bira söylerim. Şurdan buradan konuşuruz. Biraz konuları dürtüklerim. Bir iki saat oturur işte bunları anlatır gider. Sonra 5,5 yıl süreyle hapishanelerde birlikte kaldığım kibar hırsızlar, kabadayılar. Hastanelerde koğuş arkadaşları. Çeşit çeşit insan tanıdım."

"Yıldız Karayel" romanıyla 1982 Madaralı Roman Ödülü alan Rıfat Ilgaz'ın kitaplarından "Hababam Sınıfı" önce tiyatroda oyun, sonra da kendisinden izinsiz olarak film yapılmıştı. "Karartma Geceleri" ise geçtiğimiz yıllarda ödüller alan bir film oldu.

Kitaplarını bugün oğlunun kurduğu Çınar Yayınları yayınlıyor. Yine de yüzlerce öykü ve yazısı Babıali'nin çeşitli dergilerinde yok olmuş.

Rıfat Ilgaz ile Skylife için yaptığımız bu söyleşide biraz da gökyüzünden, uçmaktan ve dünyadan söz ediyoruz. İlk kez 1968 yılında Özbekistan'a gidip Moskova'ya dönmüş uçakla. Türkiye'den Moskova'ya trenle, daha sonra da uçakla Özbekistan'a.

"Uçmak güzel de, gidiyorsun saat hiç değişmiyor. Sonra dönerken de acısı çıkıyor gün devriliyor," diye anlatıyor ilk izlenimlerini.

Güneşle aynı yöne giderken değişmeyen zaman, güneşin aksine uçuşlarda günü geceyi deviriyor. Peki ya aşağıda gördüğümüz portakal kadar küçülmüş dünya?

Usta yazarımız bugünkü dünyamızı yine genç bir bakış açısı ile geleceğe dönük olarak şöyle değerlendiriyor:

"Dünyaya artık yerellik değil, evrensellik egemen oluyor.

Bugün kaderi ortak olan insanlığı din, dil, ırk gibi konularda ayırıp birbirinden koparanlar var. Ama insanlığın kaderi ortak. Çevre kirliliğini ele alalım. Artık bu konularda devletlerin sınırları yok. Dünya devletleri mahalle muhtarlıkları gibi birbirine bağlı. Giderek tek bir dünya görüşü egemen olacak. Bu da dostlukla ve kültürle olacak.."   (Skylife - Şubat 1993 - Sayı 118)


Fotoğraf
Cumhuriyet Gazetesi

30 Haziran 2014 Pazartesi

Kış Uykusu / Nilgün Cerrahoğlu



Ufukta seher/günbatımı çizgisi… Rüzgârla dalgalanan otlar…
Uçuşan yapraklar, topluca kanatlanan kuşlar, gümüş bulutlardan süzülen mehtap, çatıya vuran yağmur, uzaktan gelen köpek sesleri…
Perdede beliren tek başına güzel kadının, birden yelle havalanan saçları…
Bir Zamanlar Anadolu’da, böyle sürekli bir var, bir yok atmosferi, bir “büyülü gerçekçilik var, demiştim.
Kış Uykusu’nda işte o büyü ve o “şiirsellik” yok.
Ama aynı uçsuz bucaksız, ezici, büyük “doğa ve bozkırın yalnızlığı; karakterlerin aynı oranda yoğun ve derin “yabancılaşması”, bu filmde de olanca gücüyle hissediliyor…
Nuri Bilge Ceylan yabancılaşma” duygusunu bu kez, önceki filmlerindeki gibi uzun boşluklar ve sessizliklerle vermek yerine açıkça sözlere döküyor.Yerel bir gazeteye (“Bozkırın Sesi!”) yazı yazan başkarakter Aydın’a, kardeşiNecla’nın tokat gibi çarptığı şu sözler mesela: Eskiden biz sana hayrandık. Senin önemli işler yapacağını ve önemli biri olacağını düşünürdük. Ama öyle olmadı. Bu senin suçun değil. Çıtayı yukarda tutan bizdik!
Yenilenlerin öyküsüKış Uykusu” da, “Bir Zamanlar Anadolu’da olduğu gibi tıpkı yenik düşen insanların öyküsü.
Ceylan bunu bir önceki filminde alttan alta dokundurarak ve hissettirerek verirken bu defa karakterlerine bağırta bağırta söyletiyor...
İki film arasında benim kişisel tercihim, ilki… 
Bir Zamanlar Anadolu’da”ya tek kelimeyle
 bayılmıştım.O filmin, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en iyi filmi olduğunu düşündüm, hâlâ da öyleolduğunu düşünüyorum…
Kış Uykusu, kuşkusuz ki çok güçlü, sıra dışı ve iyi bir film.
Üç saat, 16 dakika boyunca hiç sıkılmadan, ilgi ve beğeniyle izledim. Ancak “Bir Zamanlar Anadolu’da”ki gibi beynimden ve yüreğimden vurulmadım...
Edebiyata güzelleme!’Filmi, sinemada tesadüfen yan yana düştüğümüz Sevgili Füruzan’la izledik.
O benim aksime “Edebiyata harikûlade bir güzelleme” olarak gördüğü “Kış Uykusu”ndan çok etkilendiğini söyledi.ÇehovShakespeareDostoyevski üzerinden katman katman soyularak izlenebilen filmden, Füruzan gibi bir edebiyatçının aldığı tat farklıydı.
Hapisten henüz çıkan, Nejat İşler’in oynadığı işsiz İsmail karakterinin örneğin; “hayırsever Nihal’in bağışladığı paraları ateşe vermesi…
Firuzan, bu sahnenin hemen Dostoyevski’nin Budala’sındaki Nastassya Filippovna’nın kendisine verilmiş olan paraları ateşe atmasına yapılan bir gönderme olduğunu söyledi.
Örnekleri böyle çoğaltmak mümkün…
Bu bağlamda “Kış Uykusu”nu, “edebiyatı”, sinema diline” bir aktarma egzersizi olarak da okuyabiliriz.
‘Yol’dan bu yana...Filmde beni en çok etkileyen “mimarisi” ve karakterlerin hemen hepsinin, merkezde “Aydın karakteri” etrafında ve yörüngesinde belirlenmesi oldu.
Baştan sona “iç gözlemlere” dayanan, dış öykünün olmadığı filmde, izleyicinin ilgisini üç saat boyunca diri tutmak zor.
Ceylan bunu, tüm karakterler için dev “iç gözlem aynası” gibi kullandığı “Aydın”ı merkeze yerleştirerek yapıyor.
Düş kırıklıklarını ve başarısızlıklarını hepten Aydın”a yansıtan “mutsuz kız kardeş” Necla’yı, benzer şekilde kişisel ihtiraslarının ve yenilgilerinin faturasını Aydın’a çıkaran “mutsuz eş” Nihal’i; imam Hamdi ve baltaya sap olamayan İsmail kardeşleri; Aydın’ın hep tuttuğu aynadan tanıyoruz.
Tek mimik ve ses tonunda “faul” vermeyen Haluk Bilginer’in mükemmel ötesi, ölçülü oyunculuğu olmasa bu mimari çökebilir ama çökmüyor. Bilginer çünkü söylediği her sözcük ve bakışıyla bizi alıp Kapadokya’nın bunalımlı Otello otelinin içine taşıyorKış Uykusu”nu izlerken Türk sinemasına 32 yıl önce ilk “Altın Palmiye”yi kazandıranYol’u da düşündüm. İster istemez aklımda bir karşılaştırma yaptım.
Yol”, İtalyan neorealizminin en üst düzey örnekleriyle karşılaştırılabilecek bir filmdi…
Kış Uykusu”, karakterlerin olduğu denli, Türk toplumunun “iç gözlemlerine” dayanıyor ve yaşanan büyük “değerler krizini” irdeliyor.
Kış Uykusu”nda, çok daha müreffeh bir toplumun sorunları karşımıza çıkmakla birlikte; 32 yıl öncesinin Yol”undaki fakirlik de olanca çaresizliğiyle orada duruyor.
Film en çok, bu iki uç Türkiye arasında kapanmayan, bilakis açılan farkı önümüze koyuyor.
Erdoğan Türkiyesi’nin son 12 yılda büsbütün açtığı makası, TÜSİAD’ın gazetelerdeki şu son açıklaması gayet net tanımlıyorTürkiye gelir eşitsizliğinde Şili ve Meksika’dan sonra, dünyadaki en kötü üçüncü ülke!

29 .Haziran 2014 Cumhuriyet