15 Ocak 2014 Çarşamba

DÜNYAYI DEĞİŞTİREN KADINLARDAN ROSA LUXEMBURG



DÜNYAYI DEĞİŞTİREN KADINLARDAN
ROSA LUXEMBURG (05/03/1871-15/01/1919)
Polonya doğumlu Alman marksist politika teorisyeni, filozof ve devrimci.
"Burjuva toplumu tecavüz eden, alçak, kanla beslenen, pisliğe bulanmış bir toplumdur. Bu çılgınlık, Alman, Fransız, Rus ve İngiliz işçileri uykularından uyanıp birbirlerinin ellerini tutarak savaş çığırtkanlarının hayvani çığlıklarını ve kapitalist kan emicilerin boğuk seslerini, 'Bütün dünyanın işçileri, birleşin!' çığlığı ile boğmadıkları sürece durmayacak"
20. yy.ın en büyük devrimci kadınlarından, Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin (SPD) sol kanadının önderi Rosa Luxsemburg, 1871'de Çarlık Rusya'sının işgali altında bulunan Polonya'da doğdu. 15 yaşında aktif politikanın içine girdi ve sosyalistlerle ilişki kurdu. Çarlık rejiminin baskısı sonucu 1889'da İsviçre'ye kaçtı ve Zürih Üniversitesi'ne girdi; felsefe, tarih, matematik, botanik ve hukuk eğitimi aldı. Hayatında büyük etki bırakacak birçok sosyalist sürgünle tanıştı: Lenin, Plehanov ve uzun yıllar sevgili olarak kalacakları Jogiches bunlardan birkaçıdır.
İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesine kendi adayan ve bu uğurda her şeyden vazgeçen Rosa, o yıllarda sosyalistler için çekim merkezi olan Almanya'ya yerleşti ve SPD'nin aktif bir üyesi oldu. Girdiği andan itibaren partiyi daha eylemci bir çizgiye çekmek için mücadele etti. Antimilliyetçi yaklaşımları, işçi örgütlenmesine ve sınıfın öncü rolüne olan vurgusu, mücadelenin başlıca vasıtası olarak kitle grevini görmesi, eylem içindeki kitlelerin kendi deneyimlerinden ders çıkarmalarına olan inancı ile ilgili fikirleri tüm Avrupa'da yankı uyandırmakta, genç kadının yazdığı makaleler büyük ilgi görmekteydi. Rosa, kendisini hayalcilikle suçlayan ünlü teorisyenler Kautsky ve Bernstein'a kafa tutuyor, her türlü eylemlilikten kaçan SDP yönetimini revizyonistlikle suçluyordu.
1904-1906 yılları arasında üç kez hapse girdi ve tüm olumsuzluklara rağmen mücadelesine yılmadan devam etti. Yakın arkadaşı olan Clara Zetkin'le birlikte 1905 Rusya işçi ayaklanmalarını selamlamak için gösteriler örgütlediler. Birinci Dünya Savaşı'ndan hemen önce, 1911 yılında, ilk Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlandı.
SPD'nin desteği ile Almanya savaşa sokuldu. Kadınlar, savaşın en çok ezilen tarafı olmanın bilinciyle mücadeleye atıldılar. Savaş yıllarında kadınlar hem savaşa giden erkeklerin yerine işe alınıp yoğun bir şekilde sömürülmekte hem savaşın faturasını ödemekte hem de savaş alanlarında cinsel sömürüye maruz kalmaktaydılar. Mart 1915'de, Clara Zetkin ve Rosa, savaşa karşı "Uluslararası Kadın Konferansını" düzenlediler.
Rosa'nın SPD'den ayrıldıktan sonra arkadaşlarıyla kurduğu Spartaküs Birliği,Kasım 1918'de ayaklanma kararı aldı; ama Alman ordusu ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırdı. Alman egemen sınıfının hedef tahtasında olan Rosa ve arkadaşı Karl Liebknecht tutuklandılar. Cezaevine götürülürken askerler tarafından dövülerek , şakaklarına sıkılan kurşunlarla katledildiler. Cesedi üç ay sonra bir kanalda bulunan Rosa, ölümünden önceki son yazısında şöyle haykırıyordu:
"Berlin'de düzen hüküm sürüyor. Sizi budala çakallar! Sizin 'düzen'iniz kumdan inşa edilmiştir. Yarın devrim bir kere daha ayağa kalkacak ve trompet sesleriyle haykıracaktır: Buradaydım, buradayım, hep burada olacağım

3 Ocak 2014 Cuma

TARİHTEN BİR YAPRAK

Bugüne iki ileti

Bruno Taut, ünlü bir Alman mimar. (1880 Königsberg- 1938 İstanbul)
Ülkesinde, yazmış, çizmiş, yapmış, çağdaş mimarlığın önünü açmış, önemli yapıtlar vermiş,.. Bütün ülkelerde ünlenmiş… İçtenlikle inanmış bir sosyalist… Nazilerin 1933 de yönetimi ele geçirmesinden sonra, ülkesinde soluk alamaz  duruma gelmiş. Önce Japonlar çağırmışlar ülkelerine, 1933 de.
3 yıl kalmış orada, Japonya’ da…  Sonra da 1936 da biz çağırmışız.

Bruno Taut, Türkiye’de kaldığı kısacık süre içinde, neredeyse bir yaşama sığacak yapıtlar vermiş. Onu size güncemin bu köşesinin dışında da anlatmak istiyorum.

Eskişehir’deki Anadolu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, onu anlatmam için çağırdı beni.
24 Aralık onun ölümünün 75. yıl dönümüydü…

Eskişehir yolu Bozüyük’ten geçer biliyorsunuz. Bozüyük’ten her geçişimde olduğu gibi, Gazeteci- Yazar Müşerref Hekimoğlu’nu, onun anlattığı bir olayı anımsadım:

Müşerref Hekimoğlu’nun, yanlış anımsamıyorsam babası, Bozüyük’te doktordur. Bir atlı arabası vardır. Onunla gider gelir sayrılara, sağlık dağıtır. Atının yanında, doktorun köpeği koşar hep. Bu böyle yıllarca sürer… Atla köpeğin dostluğu herkesi duygulandırır.

Gel zaman, git zaman yaşlanan at satılır. Sanıyorum Denizli’nin Çal ilçesine… Yüzlerce km. uzağa… Alıcılar gelirler kamyona ya da arabaya yükleyip alıp götürürler. Ertesi gün bakarlar ki köpek de yok ortalıkta…
Altı ay sonra Çal’dan bilgi alırlar: Köpek aylar sonra, güçsüz, neredeyse sürünerek atın yanına ulaşır onun ayakları dibinde can verir.

Bunları düşüne düşüne vardım Eskişehir’e…

Bugüne bir ileti verir mi atla köpeğin dostluğu?


Eskişehir’de Bruno Taut’un bana etkilerini anlattım.

Dedim ya Taut, çok kısa süre için Türkiye’deydi.
Sayrıydı… (Nefes darlığı vardı). Sayrılığı da onu gece gündüz, daha doğrusu günlerce uykusuz çalışmaktan alıkoyamadı. İnsan gücünün üstünde çalıştı… Okul yapıları yaptı.
Ona verilen son ödev Atatürk için bir katafalk yapmaktı. TBMM önüne kurulacaktı katafalk. İnsanlar önünden geçeceklerdi...
Süre çok kısaydı…
Kendisine sorulduğunda, bu onurlu görev için elinden geleni yapacağını söyledi.
Yaptı da… Yalın, alçakgönüllü, çok anlamlı bir iş oldu. Tepelere ölçü dışı cami yaptırmakta olanlara bir ileti gibiydi yıllar öncesinden…

Sordular kendisine, “Ödenemez bir iş yaptınız. Size borcumuz nedir?”

Yanıtı ilginçti: “Hiç! Bu onur bana yeter.!”

Üstüne çok gelinince,

“Bir teşekkür mektubu yeter.” dedi.

10 Kasım’ dan çok kısa süre sonra Taut öldü, 24 Aralık’ta…
Son isteğine uyularak İstanbul’a gömüldü.
Yayınlanma tarihi: 2013-12-30 00:29:20
http://www.evrensel.net/kose-yazisi/70187/bugune-iki-ileti.html#.UsaDF9IW2Ft

30 Aralık 2013 Pazartesi

MUTLU YILLAR







Sevgili kızım!

Şimdi gece. Noel gecesi. Benim küçük kalemdeki silahsız muhafızların hepsi derin uykuda. Kardeşlerin uyuyor. Annen de uykuya da...ldı. Ne var ki sen çok uzaklardasın; eğer şu anda, şu dakika da, fotoğrafına bakmıyorsan kör olayım. Fotoğrafın burada, masamın üzerinde, kalbime en yakın yerde duruyor. Oysa sen neredesin? uzakta, masalsı paris’te... Champs elysées’deki tiyatroda. Görkemli bir sahnede dans ediyorsun. Bunu çok iyi bildiğim halde, ben gene de bu sakin gecenin sessizliğinde senin ayak seslerini net biçimde duyuyorum. Gözlerin gözlerimin önüne geliyor; gözlerin kış gecesine özgü gökyüzündeki yıldızlar gibi parıldıyor. Bu güzel oyunda, şahın tutsak aldığı güzeller güzeli bir iranlı kızı oynadığını biliyorum. Güzeller güzeli ol sen de ve dans et. Yıldız ol ve parıltılar saç. Ama seyircileri büyülemiş olmaktan, onları kendine hayran etmekten sarhoş olduğunda, sana sunulan çiçeklerin kokusu başını döndürdüğünde, tek başına bir köşeye çekil ve benim mektubumu oku, babanın sesine kulak ver.

Ben senin babanım geraldine! ben charlie’yim, charlie chaplin! başucunda kaç gece sabahladığımı bir bilsen? küçük küçük masallar anlatıyordum sana! bazen uyuyan güzel’i anlatırdım, bazen kötü kalpli ejderhaları… uyku gelip ihtiyar gözlerimi yokladığında, uykuyla dalga geçiyor ve şöyle diyordum: “defol! ben kızımın hayallerini düşlüyorum!” ben senin hayallerini görebiliyordum geraldine! senin geleceğini görebiliyordum, bugününü! sahnede dans eden kızı görebiliyordum, kanatlarını açmış, havada uçan periyi... İnsanların sözlerini de duyabiliyordum: “şu kızı görüyor musunuz? yaşlı bir palyaçonun kızı bu... Babasının adı charlie idi hani, hatırlıyor musunuz?”

Evet, ben charlie’yim! yaşlı palyaço charlie… şimdi senin sıran... Dans et! ben, yamalı, boru paça, çuval gibi pantolonla dans ediyordum. Senin bedenini ise prenseslerin ipek elbiseleri sarıyor. Bu dans ve alkış sesleri senin ayaklarını yerden kesecektir. Kanatlan, uç ötelere! ama arada bir ayakların yere de bassın! halkın nasıl yaşadığın bilmelisin. Sokak dansçılarının hayatını da gör. Açlıktan bitkin düşmüş, yoksulluktan ve soğuktan titreye titreye dans edenleri de... Ben de onlarla aynı kaderi paylaşmıştım geraldine! o büyülü gecelerde, sen benim masallarımla uyurdun ama ben uyumazdım. Senin güzel yüzünü seyreder, kalbinin atışlarını dinlerdim ve kendime şu soruyu sorardım: “charlie, acaba bir gün olur, bu minik kuş seni anlayabilir mi?” sen beni tanımıyorsun geraldine! şimdi artık çok uzaklarda kalmış olan o gecelerde ne çok masal anlatmıştım sana. Ama kendi masalımdan hiç söz etmedim. Oysa biliyor musun geraldine, benim masalım da çok ilginçtir. Yoksul bir palyaçonun masalıdır bu. Londra’nın kenar mahallelerinde şarkı söyleyip dans eden sonra da bahşiş toplayan bir palyaçonun masalı... İşte, benim masalım da bu!

Ben açlığın ne demek olduğunu biliyorum, evsizliğin ne anlama geldiğini... Bu da bir şey mi ki? ben, gururdan bir okyanus gibi kabarmış şu göğsümde, acıma duygusuyla önüme atılan kuruşların sızısını hissettim, küçümsenen sefil birinin sancılarını çektim ben. Bütün bunlara karşın, işte gene de hayattayım. Hayatta olanlar hakkında hep daha az konuşulur. Sen benim soyadımı taşıyorsun, chaplin ismini… bu ad, neredeyse yarım yüzyıl boyunca bütün dünyayı güldürdü. Benim ağlamalarımın yanında bu gülmeler nedir ki? senin yaşadığın dünya, sadece dans ve müzikten ibaret... Geraldine! gece yarısı o görkemli salondan çıkınca, varsıl hayranlarını unut ama bindiğin taksinin şoförüne karısının hatırını sormayı unutma. Kim bilir, belki karısı hamiledir. Belki yakında doğacak olan ilk göz ağrısı, yavrusu için bez almaya bile parası yoktur. Eğer durum böyleyse, kalk cebine para koy... Procredit bank’a talimat verdim, giderlerini karşılayacaklar. Başkalarına yapacağın ödemeleri kuruşu kuruşuna hesapla, öyle ver! arada sırada metroya in. Otobüsle ya da yayan dolaş şehri. İnsanlara bak, iyi gözlemle onları. Dul ve yetimlerin yüzlerine iyi bak. Hiç değilse günde bir kez kendine şunu söyle: “ben de bunlardan biriyim!” evet, sevgili kızım, unutma bunu; sen de onlardan birisin.

Sanat, göğe uçması için insana kanatlar takıncaya kadar ayaklarına ayaklarına vurur adamın. Zaman gelip de seyirci karşısında yükseldiğini hissetmeye başladığın anda sahneden in, dışarı çık. Yoldan geçen ilk taksiyi çevir. Paris’in dış mahallelerine git. Ben bu mahalleleri çok iyi bilirim. Orada dansçı kızlar göreceksin. İçlerinde sana benzeyenler de vardır; senden daha zarif, daha mağrur olanlar da… sen tiyatrondaki göz alıcı sahne ışıklarını orada bulamazsın! onların sahne ışıkları ay’dır. Bak onlara! daha dikkatlice bak! senden bile daha iyi dans etmiyorlar mı? haydi, itiraf et bunu. Senden daha iyi dans eden, senden daha iyi rol yapan biriyle karşılaşırsan, o vakit hep şu sözlerim aklına gelsin: hiçbir zaman charlie’nin ailesinden, bir fayton sürücüsüne kötü söz söyleyecek ya da seine nehri kıyısında oturmuş, sadaka isteyen dilenciyle alay edecek kadar kendini bilmez biri çıkmamıştır. Charlie bu dünyadan çekip gidecek geraldine! sense hayata devam edeceksin. Ben senin hiçbir zaman yoksulluğu tatmanı istemem.

Bu mektupla birlikte sana çek koçanı da yolluyorum. Ne kadar istersen o kadar harca. Ama şunu sakın unutma, iki frank harcadığında üçüncü frank sana ait değildir. Her defasında aklında olsun bu. Üçüncü frank bir başkasına ait, tanımadığın birine, bir frankın hasretiyle yaşayan birine ait o para… o kişiyi bulman zor olmayacaktır. Attığın her adımda yoksul birini görebilirsin, yeter ki sen görmeyi iste! ben bu şeytanın baştan çıkaran gücünü bildiğim için para hakkında konuşuyorum. Uzun süre sirkte çalıştım ben. İp üstündeki cambazları korkuyla izlerdim hep. Ama şimdi sana şunu da söylemek isterim sevgili kızım. Bir insanın ayağının kaymasıyla yere, sert zemine kapaklanması, cambazın o tekinsiz ipten düşmesinden daha kolaydır; inan bana. Sen bu akşam bir pırlantadaki ışıltının cazibesine kapılabilir, ister istemez yere kapaklanabilirsin. Gün gelir yabancı bir prensin yüzü, seni kendine tutsak edebilir. İşte o andan itibaren sen artık deneyimsiz bir cambaz sayılırsın. İp, deneyimsizlere ihanet etmiştir hep. Sen sakın altın ve mücevher karşılığında kalbini satma. Unutma, en büyük pırlanta güneştir ve ne mutlu ki güneş, herkesi eşit biçimde aydınlatıyor.

Gün gelir de birini seversen, seçtiğin kişiyi tüm kalbinle sev. İşinin zor olduğunu biliyorum. Şimdi bedenini tiril tiril ipek kumaşlar örtüyor. Sanat için sahneye çıplak da çıkabilirsin… ama o sahneden saf, tertemiz ve kusursuz olarak inmelisin. Ben yaşlı biriyim, sözlerim gülünç gelebilir. Ama öyle sanıyorum ki çıplak vücudun, senin çıplak ruhuna âşık olan kişiye ait olmalıdır. Ne yapayım, benim bu konuya bakışım belki eski kafalılık… belki bu düşüncem on yıl öncesinde kaldı. Korkma geraldine, bu on yıl seni yaşlandırmaz. Ben, senin şu çıplak adada, boyun eğen en son kişi olmanı isterim. Babalar ve çocukların arasında hep bir çekişme olduğunu biliyorum. Bana savaş aç sevgili kızım, düşüncelerime karşı savaş aç. Ben itaatkâr çocukları sevmiyorum. Bu mektubumun üzerine henüz gözyaşım düşmemişken, bu noel gecesinin mucizeler gecesi olduğuna inanmak istiyorum. Bir mucize olmasını ve söylemek istediğimi her şeyi gerçekten doğru anlamanı istiyorum.

Charlie yaşlandı, geraldine. Charlie artık çok yaşlandı. Sen, er ya da geç, beyaz elbiseler yerine siyahlar giyip mezarıma geleceksin. Şimdi seni üzmek istemiyorum ama arada bir aynaya bak. Aynada beni göreceksin. Damarlarında benim kanım dolaşıyor. İstiyorum ki, benim damarlarımdaki kan artık akmaz olduğunda, baban charlie’yi unutma! ben bir melek değildim, ama her zaman insan olmak için çaba harcadım. Sen de öyle yap…

Seni öpüyorum geraldine.

Charlie —

Yayınlayan :İlknur Kıyak

13 Aralık 2013 Cuma

EVLER BEHÇET NECATİGİL




 Behçet Nacatigil 'e saygı ve özlemle ...

EVLER
 İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar. 
İrili ufaklı, birbirinden farklı, 
Ahşap evler, kagir evler yaptılar. 

Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu, 
Evlerin içi devir devir değişti 
Evlerin dışı pencere, duvar. 

Vurulmuş vurgunların yücelttiği evlerde 
Kalbi kara insanlar oturdu. 
Gündelik korkuların çökerttiği evlerde 
O fıkara insanlar oturdu. 

Evlerin çoğu eskidi gitti, tamir edilemedi, 
Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi. 
Kimi hayata doymuş göründü, 
Bazılara zamana uydular. 
Evlerin içi oda oda üzüntü, 
Evlerin dışı pencere, duvar. 

Evlerde saadetler sabunlar gibi köpürdü: 
Eve geldi bir tane, nar gibi, 
Arttı, eksilmedi. 
Evleri felaketler taunlar gibi süpürdü. 
Kaderden eski fırtınalar gibi, 
Ardı kesilmedi. 

Evlerin çoğunda dirlik düzen 
Kalan bir hatıra oldu geçmişte. 
Gönül almak, hatır saymak arama. 
Evlatlar aileye asi işte, 
Bir çığ ki kopmuş gider, üzüntüden. 
Evlerde nice nice cinayetler işlendi, 
Ruhu bile duymadı insanların. 
Dört duvar arasında aile sırları, 
Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın, 
Gözyaşlarıyla beslendi. 

Çocuklar, büyük adam yerine evlerin kiminde: 
Çocukları işe koştu kalabalık aileler. 
Okul çağının kadersiz yavruları, 
Ufacık avuçlardan akşamları akan ter, 
Tuz yerine geçti evlerin yemeğinde. 

İnananların kaderi besbelli evlere bağlı, 
Zengin evler fakirlere çok yüksekten baktılar, 
Kendi seviyesinde evler kız verdi, kız aldı. 
Bazıları özlediler daha yüksek hayatı, 
Çırpındılar daha üste çıkmaya 
Evler bırakmadı. 

Yeni yeni tüterken ocakların dumanı 
Kadın en büyük kuvvet erkeğin işinde 
Erkekleri kaçtı, kadınları kaçtı 
Evler dilsiz şikayet kaçmışların peşinde. 

Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı, 
Kulübeler, evler, hanlar, apartmanlar 
Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı 
Ama size hiçbir hisse ayrılmadı 
Duvar dipleri, yangın yerleri halkı, 
Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar. 


Yazar : BEHÇET NECATİGİL

Fotograf:Arzu Sarıyer

10 Kasım 2013 Pazar

Atatürk ve... Onu Ağlatan Arya: Tosca



Prof. Dr. Necdet Remzi Atak anlatiyor:


“Atatürk’ün çok duygulu olduğu bir akşamdı. Bir şeye içlenmiş olduğu belliydi. Tosca Operası’ndan Cavaradossi’nin ünlü aryasını çok severdi ve bana birçok kez çaldırmıştı. O gece de biliyordum ki sıra Tosca’ya da gelecek. ‘Hatta bir yanlış yapmayım’ diye aryanın notalarını bile yazmıştım ve cebimde hazır bulunduruyordum. Nihayet bana döndü ‘Çal bakalım şu Tosca’yı’ dedi. Ben notayı çıkarttım. ‘Hayır hayır öyle değil. Notayı bırak notasız çal.’ 

Notayı bıraktım gözlerimi kapadım konsantre oldum başladım çalmaya. Henüz bir iki nota çalmıştım ki ‘Hayır olmadıbana dön bana çal. Benim gözlerime bak öyle çal’ dedi.

Masada oturuyordu. O’na döndüm ve çalmaya başladım. ‘Gene olmadı bana daha yaklaş’ dedi. Yaklaştım çok yaklaştım. Belliydi ki çok uzak bir anısının içine gömülmek istiyor ve içinden çok eski zamanlara ait birşeyler taşıyor fışkırıyorfışkırıyordu. İçinde kopan fırtınayı dindiremiyordu bir türlü... Sonunda ‘Kemanın sapını omuzuma dayayacaksın ve öyle çalacaksın’ dedi. 

“Bir an için gözünüzün önüne getirin; tarihimizde yaşamış yaşayacak en büyük Türk bir sanatçıya ‘Kemanının sapını omuzuma daya ve o şekilde en sevdiğim melodiyi çal’ diyor. Ben de ibadet eder gibi huşu içinde Cavaradossi’nin aryasını çalmaya başladım. Atatürk gözleri kapalı biraz madeni ahenkli biraz kısık çok tatlı çok anlamlı sesiyle melodiyi söylerken gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. Aryayı belki onbeş kez tekrarladım.”

Prof. Dr. Remzi Atak’ın anlattığı bu anıdan da anlaşıldığı gibi Atatürk’ün en sevdiği yapıtların başında “Tosca” gelirdi.

Atatürk’ün kurduğu küçük orkestranın şefliğini yapmış olan müzisyen Enver Kapelman Atatürk’ün bu yapıta düşkünlüğünü şöyle açıklıyor: 

“Mustafa Kemal Sofya’da askeri ataşe olarak bulunduğu sırada devamlı operaya giderdi. O sırada Tosca’da oynayan sopranoya hayrandı. Aradan geçen yıllar bu sevgiyi O’na unutturamamıştı. Akşamları O’na defalarca Tosca’dan parçalar çalardım.”

Tosca’nın aryasıyla ilgili Veli Laik’in de başından geçen ilginç bir anı var:

“Viyana’da kurduğumuz bir hafif müzik orkestrasıyla bir süre Avusturya’da çalıştıktan sonra aldığımız bir teklif üzerine İstanbul’a gelmiştik. Beş kişiydik.Rosenbaum (keman) Masarik (viyolonsel ve saksafon) Marcel Bi (piyano) Poldi (bateri) ve ben. Orkestramız 1933-37 yılları arasında Atatürk’ün emrindeydi. Sürekli olarak Park Otel’de çalışırdık ama Atatürk her gittiği yere bizi götürürdü.

“1935 yılında Sıraselviler’deki Ateş Kulübü’nde Atatürk’ün yakını olan bir paşanın kızı evleniyordu. Düğüne Atatürk de onur vermişti. Törenin açılış dansını gelinle kendisi yapmak istemiş ama kulübün orkestrasını beğenmemiş. Bizi çağırttı. Acele Ateş Kulübü’ne gittik. Atatürk’ün çok sevdiği S.O.E. (Ich suche dringend Liebe) fokstrotunu çalmaya başladık ve Atatürk gelin hanımla açılış dansını yaptı.

“Bir ara Atatürk bazı yakınlarıyla beraber ayrı bir odaya çekildi. Orada da müzik çalınsın istemiş. Oda küçük olduğu için Masarik ile ben gittik. Bir süre çaldıktan sonra Atatürk arkadaşlarına ‘Size müzisyenlerin gücünü göstermek istiyorum’ dedi. 

“Nota kağıdı getirtti Masarik’e uzattı ‘Söyleyeceğim şarkıyı yaz’ dedi ve Tosca’nın büyük aryasını söylemeye başladı. 

Masarik nota yazmasını pek bilmezdi. Bana baktı. Ben de ona Almanca ‘Bir şeyler yaz’ dedim. Atatürk aryayı söylüyorMasarik yazıyordu. Arya bitti ama Masarik’in yazdığı notanın parça ile hiç ilgisi yoktu. Atatürk notayı aldı arkadaşlarına gösterdi ve her zaman müzisyenlere hayranlık duyduğunu söyleyerek bizi onurlandırdı. Sonra notayı Masarik’e uzattı ve ‘Şimdi bunu çalın’ dedi. Biz aryayı notaya bakar gibi yapıp ezbere çaldık. Uzunca bir süre sonra Atatürk büyük salona çıktı. Biraz oturduktan sonra Masarik’in yazdığı notayı istedi hemen getirip kendisine verdiler. O da yaverini çağırıp ‘Bunu kulübün orkestrasına ver çalsınlar’ dedi. 

Masarik ile ben Atatürk’ün masasında oturuyorduk. Ne yapacağımızı şaşırdık. Yavaşça ayağa kalktım orkestranın kemancısına yaklaştım ve meseleyi söyledim. Orkestra elemanları nota kağıdına bakıp inceler gibi yaptılar ve ezbere bildikleri aryayı çalmaya başladılar. Ben sevinçten yerimde duramıyordum. Çok güç bir durumdan kurtulmuştuk. Yavaş adımlarla yerimi almak üzere masaya döndüm. Tam oturacağım sırada Atatürk bana döndü ve ‘Olduğun yerde biraz dur’ dedi.

Sonra yaverini çağırttı kulağına bir şeyler söyledi. Yaver büfeye gitti ve elinde bir bardakla döndü. Bardağı bana uzattı. Bir viski bardağına ağzına kadar rakı doldurmuşlardı. Atatürk ‘Bir yudumda iç’ dedi. Yapılan sahtekârlığı daha başında anlamıştı ve beni cezalandırıyordu. İçkiye hiç dayanıklı değilimdir. Rakıyı bir yudumda içtim. Yan odalardan birine koştum kanepeye uzandım. Bayılmışım.”

Atatürk yalnızca Tosca Operası’nı ya da Klasik Batı Müziği’ni değil müziğin her türünü seviyordu. Hiçbir ayırım yapmadan müziğin bizzat kendini çok seviyordu ve insan yaşamında müziğin çok önemli bir yeri olduğuna inanıyordu. 14 Ekim 1925’te İzmir Kız Öğretmen Okulu’nu ziyareti sırasında öğrencilerin “Hayatta müzik gerekli midir?” sorusuna verdiği şu yanıt bugün de aynı etkinliğini korumaktadır:

“Hayatta müzik gerekli değildir çünkü hayat müziktir. Müzikle ilişkisi olmayan canlılar insan değildir. Eğer söz konusu olan insan hayatı ise müzik mutlaka vardır. Müziksiz hayat zaten var olamaz. Müzik hayatın neşesi ruhu sevinci ve herşeyidir. Yalnız müziğin şekli düşünceye göre değişir.”


Yücel Aksoy -Bütün Dünya Dergisi




MUSTAFA KEMAL'İ DÜŞÜNÜYORUM...



MUSTAFA KEMAL'İ DÜŞÜNÜYORUM...
Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Yeleleri alevden al bir ata binmiş
Aşıyor yüce dağları, engin denizleri.
Altın saçları dalgalanıyor rüzgarda,
Işıl ışıl yanıyor mavi gözleri.

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Yanmış, yıkılmış savaş meydanlarında
Destanlar yaratıyorlar cihanın görmediği
Arkasından dağ dağ ordular geliyor
Her askeri Mustafa Kemal'i gibi

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Gelmiş geçmiş kahramanlara bedel
Hükmediyor uçsuz bucaksız göklere.
Al bir ata binmiş yalın kılıç
Koşuyor zaferden zafere...

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Ölmemiş bir kasım sabahı
Yine bizimle beraber her yerde
Yaşıyor dört köşesinde vatanın,
Yaşıyor damar damar yüreklerde.

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Altın saçları dalgalanıyor rüzgarda;
Mavi gözleri ışıl ışıl, görüyorum.
Uykularıma giriyor her gece.
Ellerinden öpüyorum...


Ümit Yaşar OĞUZCAN

30 Ekim 2013 Çarşamba

“CUMHURİYET BAYRAMI NEDİR?


“CUMHURİYET BAYRAMI NEDİR?
Bunu, bize en iyi özetleyen kişi, Cumhuriyet'in ölümsüz kurucusudur.
Mustafa Kemal, Türkiye'yi yüzyıllardan beri iki büyük kahredici gücün, iki büyük lanetleme gücünün ezdiğini haykırdığı gün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gönderesine ilk Cumhuriyet bayrağını çekmişti.
Bu iki kahredici, lânetleme, baş belâsı güç neydi?
Mustafa Kemal'e göre birisi Emperyalizm, öteki Saltanat'tı.
Emperyalizm neydi?
Batıda, serbest rekabetçi tasını tarağını toparlamış ve iç çatışmalarını, dünya ölçüsünde kangrenleştirmiş olan, tekelci kapitalizmdi.
Saltanat neydi?
Kadim tefeci-bezirgân sermayenin her türlü gelişimi taşlaştırıp dondurakoymuş olan derebeylik biçimiydi.
Bu iki güç birbirileriyle domuz topu olmuştu. Emperyalizmin yeryüzündeki egemenliğini sağlayan yerli avadanlık, geri ve sömürge ülkelerde emperyalizmin teslim aldığı irili ufaklı saltanatlardı.
1919 yılı, yalın savaş kılıcıyla, Kadim Çağ derebeyliği olan emperyalizmin yüzde yüz emrine geçirilmişti. Onun için, Anadolu içlerinde, gâvura karşı kıpırdayan başkaldırma karşısında, ilkin sözde Müslüman olan saltanatı buldu. Emperyalizmin papaz fru’ları, Saltanatın Molla Necmettin’lerini parayla tuttular. Ve Anadolu topraklarına sarıklı-cübbeli kılıklarla, casus ve baltalayıcı olarak gönderdiler. Ege Cephesi’nde Milli Kurtuluş Cephesi’nin ilk kurşunu, Yunanlı’dan önce, sözde mütegallibe hacıağalarına karşı sıkılmak zorunda kalındı.
Cumhuriyet çağına dek Türkiye’de kurtuluş yolları çok arandı ve denendi. Dizginler Saltanatın elinde kaldığı sürece debelene debelene batıldı. Ya Lâle Devri gibi, halkın Saltanat'a düşmanlığıyla devrilen, bir sefahat sofrası kuruldu, ya Tanzimat gibi emperyalizme şirin görünme muskası takınılarak Abdülhamit istibdadına karıldı. Ya da Meşrutiyet’te olduğu gibi Saltanat'ın da altı üstüne getirilip, sömürgeleşme uçurumuna yuvarlanıldı. O «kâr’ı kadim» Saltanat kazanı, emperyalizmin ateşi üstünde kızdırıldıkça, içindeki Türk Milleti diri kaynatılmaktan kurtulamazdı.
Cumhuriyet, Saltanat kazanını devirip, emperyalizmin ateşini Türkiye'de söndürdüğü için bir Milli Kurtuluş yarattı.
Cumhuriyet emperyalizme, yani Cihan finans Kapitalizmine ve Saltanat’a, yani Osmanlı tefeci -bezirgânlığına karşı savaşarak doğdu.
Türkiye'de Cumhuriyet'in anlamını yücelten ve kutsallaştıran, Mustafa Kemal'in hiç hayale kapılmaksızın pek açık belirttiği, o her iki irtica cephesinde, her iki gericilik cephesinde başardığı savaştır.
45 yıldır Türkiye'de neler olup bitti?
Her canlı ya da cansız varlık gibi, toplumumuz da zamanla bir sıra değişikliklere uğradı. Ana çizgisiyle, yani ekonomik temel ve sosyal sınıf yapısı bakımından geçirdiğimiz değişikliklerin anlamı ve yönü ne oldu?
Soruya duruca karşılık bulmak için kendi kendimize bir daha sorabiliriz: Türkiye’de Cumhuriyet, Mustafa Kemal'in ilk olarak gördüğü ve gösterdiği hedefe vardı mı? Daha kabaca söyleyelim: Türkiye’de, Saltanatı kökünden devirip, emperyalizmi kökünden kazıdı mı?
Bu sorulara yuvarlacık bir EVET, yahut HAYIR ile karşılık verecek kadar bozuk metafizik veya skolastik bir düşünce ve davranış olamaz. Cumhuriyetimiz’in gerçekliğinde yatan diyalektik büsbütün beklenmedik, şaşırtıcı gelişmeler gösterdi:
1- SALTANAT'ın tepesi Padişahlık ve Hilâfetti. Saltanatın tabanı derebeyleşmiş tefeci–bezirgânlıktı. Cumhuriyet, tepedeki padişahlığı ve hilâfeti kaldırdı. Tabandaki kadim tefeci-bezirgân hacıağalık ne oldu?
Vaktiyle “irtica” denilen gericilik isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hattâ ayrıcalandı. Yalnız ara sıra tefeciliğe karşı resmi savaşlar açıldı. Yüzde ondan “aşırı” faizler kanunla yasaklandı.
Oysa, politikanın etkileyemediği kanunlar vardı. Türkiye ekonomisinde kadim tefeci-bezirgân sermayenin kökünü ancak genlikli (prosper: Müreffeh) ve hızlı bir modern sanayileşme kazıyabilirdi. Geniş üretim alanımız, toprakta küçük ekici, sanayide esnaf eliyle yürütüldükçe kaçınılmaz sonuç belliydi. En ufak teşkilatına göz yumulmayan, her kımıldanışı “ağa” ağırlığıyla ile boğulan, binbir devlet vergisi ve banka mükellefiyetleri altında her gün biraz daha ezilen KÜÇÜK ÜRETMENLER tefeci-bezirgân torbasında kekliktiler.
O yüzden en iyi niyetli olsun veya olmasın, bütün resmi yasaklar ister istemez kitapta kaldı. Hayatta kadim tefeci-bezirgân ilişkileri, şehir bankalarından güç alarak bütün hınçları ve uğursuzluklarıyla işlediler. Eski “saltanatlarını” (yeni egemenliklerini) yürüttüler ve git gide büyülttüler.
2- EMPERYALİZM'in tepesi -o günler- Yunan Kıralı ile Türk Padişahı’nın gölgelerine çöreklenmiş: İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan ve ilh... emperyalist silâhlı güçleriydi. Emperyalizmin Türkiye içindeki tabanı: yabancı komprador sermaye, yâni bankalar ve şirketlerle onların acenteleriydi.
Mehmetçik, Yunan Ordusu’nu baskına uğratınca Yunan Kıralı’nı, maymun ısırdı, Türk Padişahı’nın kavuğu devrildi. Emperyalist silahlı güçler paratonersiz kaldılar. Ana yurtlarındaki grevlerde, halk hareketlerinde Sovyet İhtilali’ni bastırmaya vakit bulamayan emperyalizmin silâhlı güçlerini de şeytan aldı götürdü.
Tabandaki modern yabancı şirketlerle acenteler ne oldular?
Düyunu Umumiye alacaklıları “Şark isyanlarını” ve şirketler “Gazi’ye suikastları” kışkırttıkça, yerli–yabancı firmalar devletleştirildi. Çoğunluğu Rum, Ermeni, Yahudi olan komprador burjuvazi “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla sindirildi. Sermayeci tıkırına baktıkça okşanmaktan da öteye şımartıldı ve varsa yoksa biricik devlet gözdesi yapıldı.
Bunun üzerine pek imrendiğimiz özel sermaye külahları silâhları değiştirip yerli milli şirketler kılığında “adanmış toprağına” kavuştu. Uluslararası finans kapital bütünlüğü içinde bir öz ve özel parça oldu, Türkler “Medenî Kıyafet” takınıp “Avrupalılaştılar”. Batılı kodaman turistler ve vaktiyle Türk'e tepeden bakan kompradorlar da “Türkleştiler”.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki “Cemiyeti Akvam” (Uluslar Derneği) adını alan kozmopolitlik eğilimi, İkinci Dünya Savaşı'ndaki «Birleşmiş Milletler» biçimine doğru gelmişti. NATO, CENTO, Pentagon kemerlerini can kurtaran simitleri gibi kuşandık.
Cumhuriyet’in başlıca “hikmeti vücudu”: Birincisi, Saltanatı (Türkçe’si: DOĞU GERİCİLİĞİNİ); İkincisi Emperyalizmi (Türkçe’si: BATI GERİCİLİĞİNİ) yok etmekti. 1919-29 arası Türkiye'de, kadim doğu gericiliğinin kavuğu olan saltanat devrildi. O kavuğun örttüğü asıl doğu gericiliğinin başı: tefeci-bezirgânlık dımdızlak parladı kaldı. O yüzden eski “irtica”, yeni, “gericilik”: budanmış ağaç gibi, her zamankinden daha zor kötekli ve daha gürbüz olarak, dört bucağımıza dal budak saldı.
1919-29 arası, Türkiye'de modern batı gericiliğinin şapkası olan emperyalizm, silâhlı kuvvet biçimiyle önce kapıdan kovuldu. O şapkayı taşıyan eskimiş ve tutar yeri kalmamış komprador burjuvazi saf dışı edildi Emperyalizm şapkasını yerli millî şirketler başlarına geçirdiler. Kapıdan kovulan yabancı sermaye: “Batıcı Demokrasi” ve “dış yardım” adı verilen Truva’nın Atı’yla yurdumuza bacadan girdi. Bir de baktık, 1923 yılı finans kapital şeytanının alıp götürdüğü yabancı silâhlı güçleri, aynı şeytan satamayıp geri getirdi. Ve yüzlerce üs'te yuvalandırdı.
O nedenlerle, kırk yıllık ara geçmeden: Birinci Kuvayı Milliyecilik’ten sonra bir İkinci Kuvayı Milliyecilik gerekti.
1919-29 yılları Birinci Milli Demokratik Devrim sosyal bir kümeye: “komprador burjuvaziye” karşı gerçekleşti. Ancak, kompradorların yerine, Türkiye’de, genlikli ve ilerici bir sanayi burjuvazisi geçemedi. “Eşsiz-Örneksiz” Devletçiliğimiz sayesinde: tebdil gezen en eski kompradorlar, en kodaman, kadîm tefeci- bezirgânlar ve en kodaman büyük toprak emlâk ağaları bankalar kubbesi altında harman edildi; hepsinden, son sistem “her mahallede bir milyoner” parolalı yerli millî FİNANS KAPİTAL OLİGARŞİSİ yaratıldı.
1959-69 yılları İkinci Milli Demokratik Devrim, 27 Mayıs’ın ışığı altında çimçiğ aydınlandı.
Burada, nükleer başlıklı Amerikan üslerine sırtlarını dayamış bulunan finans kapital oligarşisi, Mustafa Kemal'in «EMPERYALİZM» dediği BATI GERİCİLİĞİ'dir.
Burada köylerimizi inlete inlete sömürdükçe biti kanlanan tefeci hacıağalık, Mustafa Kemal'in «SALTANAT» dediği DOĞU GERİCİLİĞİ’dir.
Her iki gericilik de, 48 yıl önce Kuvayı Milliyeci atalarımızın savaş açtıkları aynı iki başlı ejderhanın bugünkü gelişimidir, iki kahredici, iki lânet olası büyük baş belâmızdır.
Birinci Kuvayı Milliyecilik: SİLÂHLI, askercil, sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.
İkinci Kuvayı Milliyecilik’te, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birinci Kuvayı Milliyeciliğin devrimci, kutsal Mustafa Kemal gelenekli CUMHURİYET BAYRAĞI başımızdadır.”

Dr. Hikmet KIVILCIMLI, 29 Ekim 1968

Alper Akçam Notları