11 Kasım 2012 Pazar

Ata’nın leblebilerini yürüten çocuk



Ata’nın leblebilerini yürüten çocuk anlattı: O, rakısını köylülerin şerefine kaldırırken ben de bir taraftan O’nu hayran hayran seyrettim, bir taraftan da tabaktaki leblebilerini bitirdim. Adımı sordu. ‘Hanri’ dedim. Bana ‘Niye Ahmet, Mehmet, Mustafa değil’ diye sormadı ve ben o gün bu nedenle Türk oldum. Sonra da kendimi asla bir azınlık olarak hissetmedim. Hanri Benazus’un iflah olmaz Atatürk s
evdası böyle başladı.

KAMUOYU onu “Atatürk’ün leblebilerini yürüten çocuk” olarak tanıyor. Ata’yı son görenlerden biri. “Bugün leblebi yerken ne hissediyorsunuz?” sorusuna “Yaşım 83, beni ağlatmak mı istiyorsunuz?” yanıtını veren Hanri Benazus, Atatürk’le tanıştığı günü 75 yıldır topladığı Atatürk fotoğraflarının öyküsünü ve Atatürk’ü anlattı:

“Atatürk Ekim 1937 Cumartesi günü, Nazilli Basma Fabrikası’nın açılışını yaptıktan sonra Ege askeri manevralarını izlemek üzere Aydın’ın Ortaklar beldesine, ki o zamanlar 40 hanelik küçük bir köydü, geldi. Köyün incir kooperatifinde kâtiplik yapan babam da karşılama heyetindeydi. Babamın eteğine yapışıp karşılamaya gittiğim o günün yaşamımın dönüm noktası olacağını bilemezdim. Beyaz treni istasyona yanaştı. Perona çıktığında etrafını köylüler sarınca onlara hitap etmeye başladı. Tam o an babamın elinden kaçıp O’nun eline yapıştığımı hatırlıyorum. Elimi bırakmadı, alıp kompartımanına götürdü. Ortadaki masada karşısına oturttu. Rakısını, leblebisini getirtti. O, rakısını köylülerin şerefine kaldırırken ben de bir taraftan O’nu hayran hayran seyrettim, bir taraftan da tabaktaki leblebilerini bitirdim. Adımı sordu. ‘Hanri’ dedim. Bana ‘Niye Ahmet, Mehmet, Mustafa değil’ diye sormadı ve ben o gün bu nedenle Türk oldum. Sonra da kendimi asla bir azınlık olarak hissetmedim. Hanri Benazus’un iflah olmaz Atatürk sevdası böyle başladı.


SINIFTA O’NUN YAVERİ GİBİYDİM

Tam 7 yıl 7 aylık bir çocuktum. Tüm yaşadıklarım halen bir film şeridi gibi hafızamda kayıtlı. Ancak, olur da bazı değerlendirme hataları yapmış olabilirim diye yıllar evvel yakın dostum Prof. Şadan Gökovalı’ya tüm bunları anlatıp araştırmasını talep ettiğimde durum daha da netleşti. O günden sonra okulda neredeyse Atatürk’ün yaveriymişim gibi bir itibar gördüm. Oyunlarına dahil etmeyen öğrencilerin beni yanlarına almak için yarıştığı olağanüstü bir dönem oldu benim için. O devirde gerek okulda, gerekse evde genellikle tek konu konuşulurdu: Atatürk ve vatanı kurtarma süreci. Babam, İzmir’in işgali sırasında Alsancak Garı’nda kâtiplik yapıyordu. Kısa zamanda da Yunanların güvenini kazanmıştı. Ama o tam bir Atatürk hayranıydı. Yunanların Anadolu’ya yaptıkları asker ve silah sevkıyatını günü gününe akşamları gittiği kahvede Kuvayı Milliyecilere aktarırdı.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ HER FIRTINANIN LİMANI

 Ölümü herkes gibi bizim ailemizi de derinden etkiledi. Anne-babamın ısrarıyla ancak
ertesi gün yemek yemeyi kabul ettiğimi hatırlıyorum. Atatürk “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözüyle beni sıradan bir azınlık mensubu olmaktan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına ve en önemlisi Türklüğe yüceltti. Bu söz bizim için bir anttı. Ancak, son zamanlarda oluşan bir ötekileşme ve ötekileştirme süreci ne yazıktır ki Türkiye’nin ve Türk vatandaşlığının en büyük simgesi olan bu sözü az da olsa geri plana itmiş bulunuyor.
Ancak unutmayalım ki, Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz liman, her türlü fırtınaların, kasırgaların yegane limanı ve sığınağıdır. Yurdunu seven her insanın önceliği olacaktır.


HAFTALIĞIMI VERİP O FOTOĞRAFI ALDIM

Benim şu anda yapmaya çalıştıklarım küçücük de olsa bir vefa örneği, o muhteşem ziyafete bir tutam tuz olmaktan ileri gitmiyor. 17 yaşındayken daha önce hiç görmediğim bir Atatürk fotoğrafı çıktı karşıma. Bir işyerinde çıraktım. Bütün haftalığımı verip o fotoğrafı aldım. Arkası geldi. Bütçemin elverdiği oranda fotoğraflar toplamaya başladım. İş hayatında imkânlarım artınca fotoğraflarım da arttı. Şu an, nerede, ne zaman, ne vesileyle çekildiği belli, 5 bin Atatürk fotoğrafı var elimde. Dünyanın en geniş Atatürk fotoğrafı koleksiyonu bana ait diyebilirim. Gün geldi, 1921’de Atatürk’le röportaj yapıp iki kare fotoğraf çeken Amerikalı gazeteciden o fotoğrafları almak için günübirlik ABD’ye gittim. O gün bana normal gelen ancak şimdi düşündüğümde neredeyse bir servet olan bir bedel ödeyip o iki fotoğrafı cam negatifleriyle aldım. Ancak sonraki süreçte tüm yurt çapından ellerinde Atatürk fotoğrafı bulunanlar, belki de kendileri için çok özel olan fotoğraflarını koleksiyonuma dahil ettiler. Bundan daha büyük zenginlik olur mu? Şu anda Atatürk’ün özel ev ziyaretlerinde çektirmiş olabileceği bazı fotoğraflar dışında pek fazla bir eksiğim kaldığını zannetmiyorum.

GECE ÇEKİLMİŞ HİÇ FOTOĞRAFI YOK

Atatürk’ün özel fotoğrafçısı Cemal Işıksel bir gün beni aradı, Ankara’da buluştuk. Atatürk fotoğrafları topladığımı biliyordu. Yaşlanıyorum dedi ve birkaç fotoğraf paylaştı. Ondan dinlemiştim. Atatürk’ün sol gözü Trablusgarp’ta gelen şarapnel parçası nedeniyle hassasmış. Gözlerinin mavi olması nedeniyle ışıktan daha fazla etkilenmesi de söz konusu. O günlerde bugünkü gibi flaşlar da yok. Magnezyum çubuklar yakılıyor. O nedenle gece fotoğrafı yok. Hatta kapalı alan fotoğrafına da rastlayamazsınız.

VAKIFLA MİLLETİMİN HİZMETİNE SUNACAĞIM

İçinde Atatürk olan her fotoğraf benim için özeldir. Orijinalleri özel şartlarda bir banka kasasında saklanıyor. 5-6 ayrı ortamda da dijital kopyaları var. Oradan çoğaltıyorum. Çok önemli fotoğrafları ise tamburlu makinemle negatiflerden tarayıp çoğaltıyorum. Asıllarını kimseye emanet edemediğim için kendim yapıyorum bu taramaları. Bir vakıf kurup hepsini milletimizin emrine sunmak istiyorum. Şu andaki tek sıkıntım, yeni bir vakıf kurma aşamasında mutlak bir gelir garantisinin aranmasıdır. Halbuki, benim emekli maaşımın dışında bir gelirim ve dolayısıyla verebilecek böyle bir garantim olmadığı gibi hiçbir etkinliğim profesyonel değil. Bugüne kadar açtığım sergi binleri aşmıştır. Çünkü aynı anda 8-10 sergi açıldığı oluyor. Şu anda Eskişehir’de Atatürk’ün Eskişehir fotoğraflarından oluşan bir sergi açtım. Yılbaşına kadar yoğun bir programım var. Sergi dışında konferans veriyor hatta okullarda derslere katılıyorum. Rotterdam, Paris, Stockholm, Boston ve New York etkinlikleri için ise henüz gün verebilmiş değilim.”


...................

11 Ekim 2012 Perşembe

NERGİS İLKESİ



 Fotoğraf:http://goo.gl/0wYsR



Nergis İlkesi

Kızım defalarca telefon edip, "Anne, zamanları geçmeden gelip nergisleri görmelisin" demişti. Aslında gitmek istiyordum ama Laguna'dan Arrowhead Gölü neredeyse iki saatlik araba mesafesindeydi. Biraz gönülsüzce, "Haftaya Salı geleceğim" diye söz verdim. Çünkü bu üçüncü telefon edişiydi. Ertesi Salı yağmur ve soğukla birlikte geldi. Ama ne çare, söz vermiştim bir kere ve bu yüzden arabaya atlayıp gittim.

Carolyn'in evine girip kızımı kucakladıktan ve torunlarımla hasret giderdikten sonra dedim ki: "Nergisleri boş ver Carolyn! Yol sisten görünmüyor. Zaten şu anda seni ve çocukları o kadar çok özlemiş durumdayım ki bir metre daha araba kullanmayı düşünmüyorum! " Kızım sakince gülümsedi ve "Biz her zaman böyle havalarda araba kullanıyoruz, anneciğim" dedi. Bense: "Hava açılmadan dünyada tekrar yola çıkmam. O zaman da doğru evime döneceğim!" diye kararlı bir şekilde konuştum. Carolyn, "Arabamı almak için beni garaja kadar götürebileceğini düşünmüştüm" deyince "Ne kadar mesafede?" diye sordum. "Sadece birkaç yüz metre ötede" dedi Carolyn. "Tamam o zaman, götürürüm. Nasılsa bu kadar yola alışığım" dedim.

Yola çıktıktan birkaç dakika sonra "Nereye gidiyoruz biz? Bu yol garaj yolu değil !" diye sordum. Carolyn gülerek, "Garaja uzun yoldan gidiyoruz" dedi, "Nergislerin yolundan." "Carolyn!" dedim sert bir sesle, "lütfen geri dön." "Tamam anne", dedi Carolyn, "inan bana; bu fırsatı kaçırırsan kendini asla bağışlamazsın. " Yirmi dakika kadar sonra küçük bir çakıl yola saptık ve ileride bir kilise gördüm. Kilisenin diğer ucunda elle yazılmış "Nergis Bahçesi" yazısı vardı.

Arabadan çıkarak her birimiz bir çocuğun elinden tuttuk ve patikadan aşağı doğru yürüyen Carolyn'i takip etmeye başladım. Patika yolun dönemeç yaptığı yeri döner dönmez gördüklerim karşısında nefesim kesildi. Dünyanın en göz alıcı görüntüsü gözlerimin önünde uzanıyordu. Sanki birisi koca bir kazan dolusu altını alıp dağın zirvesinden aşağıya, yamaçlarına doğru boca etmişti. Çiçekler görkemli bir şekilde, helezonlar halinde, koyu turuncu, beyaz, limon sarısı, somon pembesi, hardal ve krem, rengarenk, adeta kurdeleler gibi ardarda dizilmişlerdi. Aynı renkteki çiçekler bir arada ekilmiş olduğundan, her biri kendi rengindeki bir ırmağı andırırcasına akıp gidiyordu. Beş dönüm çiçek vardı.

"Fakat, bütün bunları kim yaptı?" diye sordum Carolyn'e. "Sadece bir tek kadın" diye cevapladı, "Kendisi de burada yaşıyor; burası onun evi." Tüm o ihtişamın ortasındaki küçük ve mütevazı, iyi bakılmış A şeklindeki bir evi gösterdi. Eve doğru yürüdük. Evin girişindeki bahçede bir tabela gördük.

"Cevaplayabildiğim Kadarıyla Soracaklarınızın Yanıtları" yazıyordu tabelada.

İlk yanıt basitti, "50.000 çiçek soğanı" diyordu.

İkinci yanıt, "Hepsi birer birer, bir kadın tarafından. İki el, iki ayak ve birazcık akıl ile."

Üçüncüsü , "1958'de başlandı" idi.

İşte bu, Nergis İlkesi buydu. O an benim için hayatımı değiştirecek bir deneyim oldu. Hiç görmemiş olduğum bu kadıncağızı düşündüm, aşağı yukarı kırk yıl önce bu işe koyulan, her seferinde bir çiçek soğanı ekerek, görülmesi bile zor bir dağa göz zevkini ve neşesini getirmiş olan o kadını. Ama, her seferinde tek bir çiçek soğanı ekerek, yıllar boyu süren çabası sonucunda dünyayı değiştirebilmişti. Bu bilinmeyen kadın, içinde yaşadığı dünyayı ebediyen değiştirmişti. Tarifi zor bir büyülü ortam, güzellik ve ilham yaratmıştı. Onun nergis bahçesinin öğrettiği ilke, en çok bilinen prensiplerden biriydi. Yani, amaçlarımıza ve arzularımıza doğru her seferinde bir adım atarak daha çok küçük birer adım atarak ulaşmayı öğrenmek, bir iş yapmayı sevmesini öğrenmek ve zaman birikiminin nasıl kullanılacağını öğrenmek. Zamanın küçük parçacıklarını ufak günlük çabalarımızla çarptığımız zaman, kendimizin de muhteşem şeyler yapabileceğimizi görürüz. Biz de dünyayı değiştirebiliriz.

"Yine de bu beni biraz üzüyor" dedim Carolyn'e. "Düşünüyorum da, otuz beş-kırk yıl önce böyle güzel bir amaçla ben yola çıkmış olsaydım, şu anda ne kadarına ulaşmış olabilirdim acaba? "Kızım, günün anlamını, kendine has tavrıyla kısaca, "Bunu öğrenmeye hemen yarın başla!" diyerek özetledi.

Dün kaybettiğimiz saatleri düşünmenin hiçbir yararı yok. Pişmanlığımızın nedenlerinden bahsedeceğimize kutlanacak bir ders almak istiyorsak, "Bunu bugün nasıl işe yarar hale getirebilirim?" sorusunu sormamız yeterlidir.

(Jeroldeen Asplund Edwards)

✿ Doğa İçin El Ele ✿
Arzu diyor ki:Şimdi tam zamanı ;nergis soğanı dikmek,özlemle şubatta açmasını beklemek çok güzel .Ne dersiniz?...

6 Ekim 2012 Cumartesi

KÜTÜPHANECİ*




Yıl 1943.

Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.

Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:

“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.


– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…

23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir.

Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası da olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.

İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar:

“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”

Köydeki çocuklar şaşırır.
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var.

Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.

“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.

Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.

Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor.

Zenith ve Singer’e mektup yazar:

“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.

Girişimcilik ne biliyor musun?

Bulunduğun yere yenilik katmalısın.

Mutlaka adım atmalısın.

Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.

Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var..!



*Yazarını  bilmiyorum ,notlarımın arasında idi yayınlamak istedim.

1 Ekim 2012 Pazartesi

ŞİİR




Temizlik yaptım bugün...
Hem de tüm benliğimde
Bütün kaslarımı,sinirlerimi, kemiklerimi hatta kanımı bile temizledim.

Kırgınlıklarımı dışarı çıkardım ilk önce.
Görmenizi isterdim.
Nasıl da çok yer kaplıyorlarmış inanmazsınız.
Bağışlamayı yerleştirdim yerine özenle.
Titizlikle her birinin üstüne ektim tohumlarını.
Her yere görebildiğim göremediğim her yere serptim.
Atarken kırgınlıklarımı bakmadım neydi onlar diye.
Gelecek geçmişten çok daha fazla yaşanası.
Bakmadım merak da etmedim.
Bağışlamayı ekerken tekrar kırılmaktan korkuyordum belki.
Kıskançlığımı çıkardım.
Meğer ben ne az kıskançmışım.
Çok kolay oldu. Sevindim.
Sanki kaybetmiş bir eşyamı bulmuş gibi oldum.
Çok şükür ki kin ve nefret yoktu yüreğimde.
Nasıl temizlerdim hiç bilmiyorum.
Sıra korkularıma gelmişti.
Çıkarmaya bile korktum önce.
Ne de çok alışmışım onlarla yaşamaya.
Bunca acı ve endişeye nasıl alışılır İçten içe bir sevgi nasıl duyulur anlayamadım.
Yerini toprağını sevmiş mor bir menekşeydiler.
E... ne de olsa iyi bakmıştım onlara.
Her gün yeni yeni korkular ekleyip endişelerimle sulamıştım.
Mutluluklarımı ümitlerimi ne de çok ihmal ettiğimi anladım o an.
Bu ilgiyi onlara verseydim her gün onları düşünüp birer umut daha ekseydim;
almadan verip beklemeden sevseydim.

Her şeyden önce içimdeki gücün ve sevginin daha fazla farkında olsaydım böyle bahar temizliklerine ihtiyacım kalmazdı.
Çok zorlandım korkularımla.
Birbirlerinin içine halkalar misali girmişlerdi.
Kenetlenmişlerdi adeta.
Ama onları da sevgiyle çıkardım. .
ve onları yaşamaktan hem de bir zamanlar bir kabus gibi yaşamaktan pişmanlık duymadan çıkardım. .
Kızsaydım onlara bağırıp çağırsaydım. yine dönüp dolaşıp geleceklerini biliyordum.

Temizlik yaptım bugün. .
Bahar temizliği.
Neşe ektim hoşgörü güven sevgi ektim. .
Almadan vermeyi sevilmeden de sevmeyi paylaşmayı ektim. .
Korkusuzlukları ektim alabildiğine...
Saatlerce ektim korkusuzluğu...
Mutluluk ektim doğallık. Sonsuzluk...
Bağışlama ektim.
Sevgi ektim her hücreme.
Coşku heyecan sessizlik ektim.
Tüm güzel fikirler sessizken geliyor bana...
Kabullenme ektim.
Baş eğme değil.
Olduğu gibi kabullenme ...

EDWARD MORRISON

12 Eylül 2012 Çarşamba

12 Eylül’den 12 Eylül’e OYA BAYDAR

32 Yıl geçmiş aradan. On bir aylık oğulcuğumu, memleketimi, şehrimi, evimi, yakınlarımı, arkadaşlarımı, yirmi mücadele yılını ve kırk yaşımı arkamda bırakıp yabancı ülkelere kaçtığımdan bu yana 32 yıl geçmiş. Bunca yıl sonra bile, ne zaman hatırlasam göğsümün orta yerinde, tuz basılmış bıçak yarası gibi bir sızı.
Bugün 12 Eylül. Yine bilançolar çıkarılacak. 12 Eylül 1980 darbesinde kaç kişi asıldı, kaç kişi işkence gördü, öldürüldü, kaç kişi zindanlara atıldı, kaç kişi hapishanelerde kaç yıl çürüdü, kaç kişi işinden oldu, kaç ocak, kaç aile dağıldı, kalem kalem sıralanacak. Yaşanan acılar, yok olan hayatlar, silinen yıllar, yarım kalan aşklar, yarılmış yürekler, yitirilmiş güzellikler rakamlara dökülecek, insan “tane” olacak, acılar yıkımlar “tane” ile sayılacak. Tıpkı içinde yaşadığımız savaşta ölen Türk ve Kürt çocukların; anlı şanlı devlet yetkililerinin, bakanların, komutanların nutuklarında, açıklamalarında utanıp sıkılmadan “tane” diye anıldığı gibi. Ölülerimizin tane ile sayıldığı, kaç “tane” öldürüldüğü ile övünüldüğü korkunç bir ülke oldu burası.
12 Eylül darbesinden sonra ölümden, zulümden kaçmak için yurt dışına çıkan 40 bine yakın insandan biriydim. Hakkımda, sadece yazdığım yazılar nedeneyli 27 yıl hapis cezası isteniyordu, örgütsel aidiyetim nedeniyle de sokaklara asılan fotoğraflarla aranıyordum. 12 Mart müdahalesinde işkencenin, hapishanenin tadını tatmıştım. “Bir daha asla” demiştim, “bir daha beni yakalayamayacaklar.” Almanya’ya iltica edip siyasî mülteci olduğumda, önceleri ağır geldi. Mülteci sığınmacı demek, sığıntı gibi hissedersiniz kendinizi. Hepimiz, çevreye en fazla uyum sağlayanlarımız bile insanı kemiren sığıntı olma, öteki olma duygusundan kolay kolay kurtulamamıştır. Bu yüzdendir belki, mülteci yerine sürgün sözünü yeğlememiz.
Yurt dışında geçirdiğim 12 yıl boyunca, kendimi hep zamanda ve mekânda sürgün hissettim: Yitik bir zaman, yaşamınızdan koparılan, çalınan koskoca bir dilim. Darbenin ardından arkadaşlarımız, yoldaşlarımız öldürülürken, işkence görürken, zindanlarda çürürken, sürgün bir ayrıcalıktı yine de. O ayrıcalığa sahip olmanın, kaçıp sıyırtmış olmanın vicdanıma, yüreğime yüklediği ağırlık, eksiklenme duygusu yıllarca terk etmedi beni.
Darbede bebek olan oğlum şimdi 33 yaşında. Sürgünde yaşarken ona Türkiye’yi anlatırdık. Enternasyonalisttik, milliyetçiliği reddetmiştik, dünya vatandaşıydık falan ama memleket dedin mi, işte orada akan sular dururdu. Bir gün yuvaya döndüğümüzde yabancılaşmasın, yadırgamasın, dönmeye itiraz etmesin diye, hiç tanımadığı ülkesini oğlumuza sevdirmek için çabalardık. Kendisine anlatılanlara kansa Türkiye’de çileklerin karpuz kadar, dağların dondurmadan, evlerin çikolatadan olduğunu; çocuklara sokaklarda oyuncak dağıtıldığını, okullarda oyun oynandığına sanabilirdi. Peki Türkiye bu kadar güzel de biz neden buradayız, diye sorduğunda, “Kaka amcalar zorla geldiler, ülkemizi bizden aldılar. Bizi sevmiyorlardı, hapse atmak, öldürmek istiyorlardı, bu yüzden kaka amcalar gidene kadar Türkiye’ye dönemiyoruz” derdik. Çocuk bakışlarından gölgeler geçer, “Ben büyüyünce gidip o kaka amcaları kovarım” diye teselli ederdi bizi.

Kaka Amcaları Kovabildik mi?


Şimdi, 32 yıl sonra, kaka amcaları kovabildik mi diye soruyorum kendi kendime. Bakıyorum da, 1980 12 Eylülü’nün “Kaka Amcaları” kimi ölerek, kimi yaşlanarak, hatta hâlâ yaşayan kimileri hakkında davalar açılarak piyasadan çekilmiş de olsalar “kakalıklar” olduğu gibi duruyor. O kaka amcalar gidiyor, yerlerini yenileri alıyor. Onları mahkemelerde ya da toplumsal vicdanda mahkûm etmek için yola çıktıklarını iddia edenler, şimdi kaka yapma yetki ve ayrıcalığını kuşanıp, kakaların üstüne tüy dikmekle meşguller.
Demek ki özüne inemediğimiz, çözemediğimiz, kurtulmayı başaramadığımız, gelenin gideni arattığı, kaka amcaların pisliklerini temizleme vaadiyle gelenlerin kendilerinin de pisliğe battığı bir durum, bu durumun altında da temel bir sorun var.
12 Eylül darbesi sıradan bir askerî darbe değildi. Bugünün çözümsüz görünen sorunlarının temelindeki toplumsal doku parçalanmasını, insanlarımızın değerlerini yitirip çürümesini, başka bir dünyanın mümkün olabileceği umutlarının sönmesini hazırlayan; toplumun derinliklerine sızarak fay hatları yaratan, toplumsal ve bireysel vicdanları tahrip eden bir saldırıydı. İttihatçı gelenekten devşirilmiş Türk-İslam senteziyle, devletçi faşizan otoriterlikle, vesayetçilikle, bunların tümünün özeti olan 12 Eylül Anayasası’yla tahkim edilmiş, yüz yıl süreceği hesaplanan melun bir projeydi. Ve ne yazık ki bir ölçüde başarıya ulaştı. 32 yıl sonra, hâlâ yarattığı ortamın sorunlarıyla boğuşuyoruz.
12 Eylül’ü aşamadık, çünkü 12 Eylül sadece bir darbe değil, bir zihniyetti ve o zihniyet devlete, kurumlara, insanların kafalarına genetik kod misâli kazınmış durumda.

AKP’nin İki 12 Eylül’ü


2000’lerin başlarında Türkiye toplumu artık kendisine dar gelen bebeklik gömleğini parçalama, kafesinin parmaklıklarını aşma ihtiyacındaydı. 80 yıllık Kemalist Cumhuriyet’in askerî vesayetçi, devletçi, seçkinci, otoriter iklimi geniş kitleleri, palazlanan Anadolu burjuvazisini, Kürt halkını bunaltmaya çoktan başlamıştı. Rejimin dışından, İslamî kesimden gelen AKP, kendi sınıfsal tabanının itkisiyle değişim zorunluluğunu kavradı. Askerî vesayete, Cumhuriyet seçkinciliğine, halkın yaşam kültürü ve inançlarıyla ters düşen otoriter laikliğe, dünyaya kapanmaya (izolasyonizm) karşı olduğunu ilan ederek hükümet oldu. Yelkenlerini neo-liberal rüzgârlarla doldurup pragmatist siyasetlerle yol aldı. O günlerde de sezip bildiğimiz, şimdi ise kanıtlı ispatlı birden fazla darbe girişimi atlattı. Hükümet olmaktan iktidar olmaya giden süreçte askeri vesayetin belini kırdı, orduyu ve Cumhuriyet bürokratik oligarşisini bir yüzyıldır oturduğu iktidar sahipliği tahtından indirdi.
Bu adımların bir evresinde 12 Eylül Anayasa referandumu gündeme geldi. Darbe anayasasının çeşitli maddelerinde yapılacak değişiklikler, kim ne amaçla yapıyor, nasıl kullanılacak, kime yarayacak gibi düşünce ve tereddütler bir yana, önerilen şekliyle 12 Eylül Anayasası’nın askerci, vesayetçi, otoriter özünde gedikler açacak, rejimin geriletilmesine doğru küçük de olsa adımlar attıracak türdendi. Geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla 12 Eylülcülere yargı yolunun açılmasının sembolik değeri uygulamasından çok daha önemliydi. Referandum sonuçları, toplumun önemli çoğunluğunun 12 Eylül rejiminde somutlanan antidemokratik, baskıcı, otoriter dayatmalara karşı olduğunu gösteriyordu. Referandumdaki yüzde 42’lik “hayır” oylarının çok önemli bir bölümü de aslında 12 Eylül Anayasası’na desteği değil, AKP’ye hayır’ı ifade ediyordu.
2010 Anayasa referandumu AKP’nin ‘Birinci 12 Eylül’üydü. 12 Eylül zihniyetine vurulmuş utangaç bir ilk darbe, bir yol temizliği hareketiydi. Bu değişiklikler yurttaşı devlete kul sayan, kendi yurttaşına güvenmeyen, özgür ve eşit yurttaşlık kavramının yanından bile geçmeyen vesayetçi zihniyete doğrudan dokunmuyordu. Yani hiç yoktan iyiydi ama yeterli değildi. 12 Eylül rejiminin sona erdiğinin belgesi olacak özgürlükçü sivil anayasa yolunda küçük bir umut ışığı yakıyordu. O umut ışığına o kadar ihtiyacımız vardı ki, yeni anayasaya gerek yok diyen MHP ve bazı marjinal siyasal kanatlar dışında her kesimde anayasa tartışmaları, sivil anayasa çalışmaları başladı.
Sonra......Sonra ne oldu? Bugüne, AKP’nin ‘İkinci 12 Eylül’üne gelindi. Vesayetçi seçkinci rejimin dışından gelip dip dalgalarla yükselen, yeni bir toplum ve sivil anayasa vaad eden AKP, 12 Eylül’ün özünü ve vesayet bayrağını teslim aldı. Generallerin ve oligarşik bürokrasinin sırtından çıkardığı vesayetçi, otoriter, antidemokratik urbaları giyindi. Tarzını, söylemini benimsedi. 12 Eylül zihniyetinin taşıyıcısı devletle buluştu. İktidarı bütünüyle ele geçirdikten sonra da hızla devletleşti. 12 Eylül’e teslim olmakla kalmadı, darbenin temelindeki zihniyeti tahkim de etti.Vasîler değişti vesayet değişmedi, cuntanın 5 generalinin yerini tek adam ( ve muhtemelen yakında Başkan) Tayyip Erdoğan aldı. Seçimlerde, değişim umudu ve vaatleriyle sağlanmış yüzde 50’lik oy, darbeci generallerin topunun tüfeğinin işleviyle donatıldı. Sivil otoritaryanizmin ateşli silahı haline getirildi.
Yıllar önce, neden memleketimize dönemediğimizi soran minik oğluma “Çünkü kaka amcalar var, onlar bizi sevmiyor” diyordum. Bugün sorsaydı, “Kaka amcalar yine var, yine bizi sevmiyorlar” derdim. Neden yenemiyorsunuz onları diye sorduğunda da “Despotluğun, vesayetçiliğin, adaletsizliğin her biçimine, kimden gelirse gelsin, ayrım gözetmeden, çifte standart kullanmadan, her kesimden, her siyasetten, her düşünce ve inançtan sivil demokratik güçlerin birliğini sağlayarak kararlılıkla mücadele edemedik. Kendimiz de yeterince demokrat, koşulsuz özgürlükçü, amasız eşitlikçi olamadık” diye cevap verirdim.
Bi’at kültürüyle yetiştirilmiş; şeyh, şef, önder, başkan otoritelerine sığınmayı güvenli liman saymış, bize bir eli sopalı lazım zihniyetini içselleştirmiş, kodumu oturtan zorbayı lider kabul eden bir toplumda demokrasi bilincinin yerleşmesi geç ve güç oluyor. O bilinç yerleşene kadar 12 Eylüller sürecek, kaka amcaların biri gidip yerine öteki gelecek. Yine de bir gün....Bir gün mutlaka.
OYA BAYDAR



9 Eylül 2012 Pazar

Anadolu’nun Gurur Ayı,OKTAY EKİNCİ

 Bugün “9 Eylül”.. Bayramımız kutlu olsun…Sadece İzmirlilerin değil, tüm ulusumuzun; hepimizin...Çünkü 9 Eylül 1922’de “Kuvayı Milliye” ordumuz İzmir’imizi emperyalizmin maşası Yunanlılardan geri aldığında, Bağımsızlık Savaşımızın kesin zaferi de ilan ediliyor; ilerleyen süreçte siyasal zaferlerle sağlanan bağımsız Cumhuriyetimize de yelken açılıyordu...Bu nedenle “İzmir’in Kurtuluşu” aslında “ulusal bayram”ımızdır.Hatta 30 Ağustos 1922’deki büyük zaferi izleyen efsanevi “eylül günleri”ni de kentlerimizin ardı ardına gerçekleşen “kurtuluş”larıyla “Anadolu’nun Gurur Ayı” olarak kutlamamız gerekiyor; açayım…30 Ağustos’un ardındanBaşkomutan Mustafa Kemal yönetiminde 26 Ağustos’ta Kocatepe’den başlatılan “Büyük Taarruz” ile işgalci Yunan birlikleri dağıtılmış; destansı“Dumlupınar Meydan Muharebesi” zaferinin esirleri arasına “Yunanistan Küçük Asya Ordusu Komutanı” unvanlı General Nikolaos Trikupis de katılmıştı.Ege’ye ilerleyen ordumuza tüm kent ve kasabalardaki Kuvayı Milliyecilerin destekleriyle gerçekleşen kurtuluş günleri şöyleydi.30 Ağustos’ta Kütahya, Dumlupınar, Demirci, Çivril;31 Ağustos’ta (Uşak) Sivaslı;Eylül’ün 1’inde Seyitgazi, Gediz, Uşak, Kiraz ve Aliağa;2’sinde Eskişehir, Karahallı, Ulubey;3’ünde Sındırgı, Dursunbey, Güney, Emet, Tavşanlı, Selendi, Eşme, Buharkent;4’ünde Bigadiç, Bozüyük, Söğüt, Buldan, Tire, Simav, Kula, Sarıgöl;5’inde Kuyucak, Nazilli, Sultanhisar, Susurluk, Pazaryeri, Alaşehir, Gördes, Salihli;6’sında Balıkesir, Balya, Gönen, Savaştepe, İnegöl, Yenişehir, Bilecik, Söke, Umurlu, Köşk, Akhisar, Bayındır;7’sinde Aydın, Beydağ, Turgutlu, Germencik, Kuşadası, İncirliova, İvrindi, Torbalı, Saruhanlı;8’inde Burhaniye, Kemalpaşa, Selçuk, Manisa;9’unda da Edremit, Menemen, Orhaneli ve Bornova’yla birlikte İzmir’imiz…O sabah Ahmet Zeki (Soydemir) komutasındaki 2’nci Süvari Fırkası, ardındanMürsel Bey (Bakü) komutasındaki 1’inci Süvari Fırkası kente girdiler. Hükümet konağı ve Kadifekale’ye Türk bayrağı çekildi...İlerleyen günlerEylülün müjdeleri ilerleyen günlerde ise şöyle sürüyordu;10’unda Orhangazi; 11’inde Bursa, Gemlik, Foça, Seferihisar, Güzelbahçe, 12’sinde Mudanya, Urla, Kırkağaç; 13’ünde Soma, Kınık; 14’ünde Karacabey, Manyas, Altınova, Mustafakemalpaşa, Bergama, Dikili; 15’inde Ayvalık; 16’sında Çeşme; 17’sinde Karaburun, Bandırma; 18’inde Erdek Biga, Mahmudiye; 20’sinde Bozcaada, Bayramiç, Mihalıççık, Sivrihisar; 21’indeAyvacık; 22’sinde Ezine, Emirdağ; 23’ünde Çan; 24’ünde Bolvadin; 25’indeLapseki kurtuldular..30 Ağustos törenlerini “sivil”leşme (!) adına sınırlandıranlara sormalı; ya o ulusal zaferin sağladığı bütün bu “kent bayramları”mıza ne diyeceksiniz? Tümü “halkın” zaferiyle kazanılmadı mı?1922’nin “efsanevi eylül günleri”ndeki ulusal coşku, Doğu Anadolu’da da 1920’de yaşandı. 29 Eylül’de Sarıkamış’ın, 30 Eylül’de Göle’nin Çarlık Rusyası işgalinden kurtuluşunu anımsarsak, eylül bütünüyle “Gurur Ayı”mız; hatta “Bayram Ayı”mız değil midir?...Kutlu olsun…9 Eylül 2012 - Cumhuriyet

30 Ağustos 2012 Perşembe

30 AĞUSTOS

30 AĞUSTOS

Korkunç ıssız bir gece yer kara gökler kara
Ufuklar benzemekte tunç yüzlü bir hisara
Dinmeyen bir sarsıntı uğultulu bir rüzgar
Bir lav akını gibi dökülen yıldırımlar
Her yanda halka halka zincirleşen bir yangın
Her bastığı toprağı yakan yıkan bir akın
Bir akın ki sonunda muhakkak bir ölüm var
Kurtuluş ümitleri, sönük, bir hülya kadar.
Fakat bir gün oldu ki baş gösterdi doğudan
Bir güneş kadar nurlu inançlı bir kahraman
O güneşin nuruyla zulüm yere kapandı
Gönüllerde sönmez bir inan meş'ali yandı.
Ulus da şaha kalktı güç bir küheylan gibi
Döküldü cephelere sonsuz bir tufan gibi.
Atanın buyruğuyla her Türk bir ateş oldu
Ateş değil kükreyen volkanlara eş oldu.
Doğu, güney, Sakarya ve birinci İnönü
Gösterdi varlığını acuna Türk budunu.
Fakat bitmiş değildi henüz ülkülerimiz
Kızıl bir tan isterdi yalın süngülerimiz
Bir sabahtı, ufukta sökerken o gerçek tan
Ateş! Emrini verdi orduya başkomutan.
Bir kızıl alev gibi titrerken Türk Bayrağı
Her cephe kesilmişti bir yıldırım kaynağı
O sabah gün doğmadı karardı gök dumandan
Bataryalar farksızdı kudurmuş bir volkandan
O sabah yer sallandı kıyamet kopar gibi
Türk ordu yürürken çelik bir duvar gibi.
O sabah dize geldi haksızlığın günahı
Ah! O sabah, o sabah, o kurtuluş sabahı.
Kulaklar durdu seri tabyaların sesinden
Gece bastı düşmanı şarapnel gölgesinden
Yedi yılda yıkılmaz dedikleri siperler
Yedi saat geçmeden oldu yerle beraber
Hedef Akdeniz asker diyen sesin inanı
Mermi gibi fırlattı pusudan her aslanı
Granitler çatladı hamurlaştı çelikler
Issız kaldı düşmanın beklediği her siper.
Akarken piyadeler bentler yıkan sel gibi
Kanatlandı atlılar keskin esen yel gibi
O gün batının kolu bir yay gibi büküldü
Bükülmeyenler ege sularına döküldü
Ogün hak dile geldi batılın ensesinde
Dinmez bir hınç bir onur kabarırken sesinde
O gün sular duruldu gözlere çarptı kara
O tan ışıkları sardı karanlıklara
O gün değişti tarih, değişti başlar o gün
O gün eğildi türkün gücü önünde acun.
26 ağustosta başlayan bu güçlü hız
Yadellerden çıkardı anayurdu tertemiz
Bu öyle bir zafer ki yok tarihlerde eşi
Bu zaferle sönmedi sönmez hakkın güneşi
Bu zafer kanlı zafer, bu zafer şanlı zafer
Bu zafer ki Ağustos 30 unvanlı zafer.
Bu zafer volkanları yıkıp söndüren zafer
Bu zafer düşündükçe başlar döndüren zafer
Bu zafer kalelerle saraylar yıkan zafer
Bu zafer ta ezelden ebede akan zafer
Bu kutsal gün kazandı koca Türk bu zaferi
Bu gün astı ta arşa kılıcını Türk eri
Bu gün acunun Türk'e boyun eğdiği gündür
Bu gün başlarımızın göğe değdiği gündür
Ey tarihi şerefle şanla dolu yüce Türk!
Ve sen ey bin beladan arta kalan koca Türk!
Yüz yıllarca çarpıştın gelmedi sırtın yere
Bütün dünya birleşip sınadılar kaç kere
Tarih şahit ki ey Türk aslan oğlu aslansın
Bu zaferinle artık inanmayan insansın
Eğilmeyen başınla bin yaşa binler yaşa
Gücün her an işlesin çeliğe tunca taşa
Sana selam ve sevgi ey güçlü Türk ordusu
Sana içten saygılar ey ulu Türk ordusu.
Göklerde kartal, yerde aslan, suda kaptansın
Her yönden kudretlisin, erkinsin, kahramansın.
Ey bu zafer yolunda kanını döken erler
Ey namusu uğrunda canın veren asker
Ey hür yaşamak için şehir düşen Türk oğlu
Sen şehit oldun fakat kurtuldu Anadolu
Ölmedin, sönmedin sen yaşayacak özvarın
Senin saygınla çarpan gönlümüzdür mezarın
Ey yıllarca ayrılıp öz baba ocağından
Yerinden yuvasından dükkanından bağından
Erkekçe dövüşerek yolda süngü süngüye
Gazililikle eren bu zafere bu ülküye
Bizimçin önünden geçmek hakkı yok bu gün
Huzurunda eğilmek ödevdir bizim içün
Bin yaşa onurunla binler yaşa sanınla
Kahraman ulusunla yüce komutanınla
Ey yokluklar içinde varlık çıkaran önder
Azminle inanınla yarattığın bu zafer
Tarihin görmediği bu şeref ve şan senin
Gönül senin, can senin, damarlarda kan senin
Yüreğimiz sevginle saygınla dolu Ata
Başımızda bin yaşa, bin yaşa ulu Ata.

İhsan OZANOĞLU (Zaferden Zafere)
KASTAMONU