28 Aralık 2011 Çarşamba

TURNUSOL MEVSİMİ

PATİKA
HALUK IŞIK
Turnusol Mevsimi

Perşembe gecesi, Eşrefpaşa Selahattin Akçiçek Kültür ve Sanat Merkezinin, balkon hissi veren girişinden İzmir’e baktın. İnce telli yağmur altında, yorgun ve yaşlı bir terzinin kolundaki iğneliğe benziyordu. Orasında burasında değişik renklerde üç beş iğne başı, geçen gün bitmiş bir gelinlikten iki üç sırma tel ve sayısız iğnenin kim bilir hangi cekete, gömleğe, eteğe, yani kaç hayata ilişip, geride bıraktığı pençe pençe karanlıklar. Binlerce yıllık kadim iğnelik, İzmir’di ve işte bu kadardı. 
Rıfat Ilgaz’ın “Karartma Geceleri”ni anımsatıyordu manzara. Ya da yorgun ve yaşlı bir terzi, titrek sarı lamba altında bir çocuğa yeni yıl elbisesini dikerken, tozlu pencereden nasıl görünürse, işte öyleydi. “Yalnızlık ne ki, sen asıl kimsesizliğe bak” diye başlayan şiirler yazılabilirdi bu saatte. “Ben kendimi anlatamadım, bu bana ders olsun. Ama siz de beni anlayamadınız, bu da size ders olsun” diye başlayan bir 21. Yüzyıl söylevi çekmek kolaydı ve haklılık için yeterince gerekçe vardı. Tevfik Fikret’in Sis’i yazarken İstanbul’a dair ruh halini giyip, bir ömür tüketilmiş sokaklarında, paldır küldür yürümek ve sonra Bayraklı dağlarını aşıp, çekip gitmek de vardı. Giderken İzmir’in duvarlarına şunları yazsan, sana benzeyen kaç kişinin söyleyemediğini dillendirmiş olabilirdin acaba; “Kadıdan daha cevval, cellattan daha telaşlı, mezarcıdan daha hevesli olmak, size ne kazandırdı?”
Oğuz Atay, çıkıverseydi şimdi Poligon yokuşundan. İkiçeşmelik başındaki ucuz meyhanelere gitseydiniz, hazin ve korkunç bir şarkıya tutunarak, turnusol zamanlardan söz etseydiniz. Ah sevgilim İzmir! Senden kaç kişi kalacak bende ve benden ne kalacak senin kalbinde? Yakınmana yanıt verseydi dostun; “Sonunda bunu da yaptınız insanlarım!”
Oysa şimdi nelerden söz edebilirdin. Şadan Gökovalı örneğin, geçenlerde Konak Belediyesinin saygıdeğer etkinlik dizisi “Ustaya Saygı” bağlamında selamlandı. Sana oyun yazarlığında ilk ödülü muştulayan insandır. Mitolojinin bir “masal” değil, tarihe doğaya insana dokunmanın önsözü olduğunu öğretendir. Elinde büyüdüğün ve ne çok şey öğrendiğin insanlardan biridir. Elbette Cevat Şakir’dir, Azra Erhat’tır, Eyüboğlu’dur. Taşıdığı ve tanıttığı kişiselliklere bir bak, dört yanını sarmaya yeltenen işgaliye güruhuna bir bak. Değiyorlar mı bunca incinme ve kırılganlığa?
Oysa şimdi neler bekliyor anılmayı ve anlatılmayı. Orhan Beşikçi’nin “Basmane Günlüğü”nü okudun, anlatsana bir kentin rüya dolu bir semti nasıl yazılır ve mutlaka okunması gerekir. Emeğine selam olsun Beşikçi’nin. 
Geçen hafta, bir ülkenin gençlerini ne hale getirdiğine dair yakınmıştın. Elbette gençlik oldukça, umut tükenmezdi. Sana bunu, bir de İzmir İleri teknoloji Enstitüsü’nün “Uzak” dergisi kanıtladı. O dergiye emek verenlerden, Yasemin’den, Ferit Deniz’den, Cem’den, Müge’den, Cansu’dan ve nicesinden söz etsene. 
Gel, Babaannemizin dediğince hayra yoralım ahvali. Diyelim ki, “Öyledir, cezasız kalmaz böylesi demlerde hiçbir iyilik, emek ve samimiyet.” Sonra ekleyelim, bir turnusol mevsimi yaşadık işte, ayıkladı molozu, çamuru, cürufu. İşte şimdi yeniden başlamalı. 
Çünkü yeni yıl geliyor ve o çocuk yeni bir elbiseyle başlamak istiyor. Yalnızca onun için ayağa kalkmaya değer: Geçit Yok!
Sevgilimiz İzmir’e, Ege’ye, selamını sabahını esirgemeyenlere, bizi biz yapanlara dilediklerince bir yıl dileyelim. Ötekilere gelince… Verilecek selamımız bile kalmamıştır.

26.Aralık 2011 Cumhuriye-Ege

18 Aralık 2011 Pazar

HEPSİ BOŞA MI GİTMİŞ ! OKTAY AKBAL

Oktay Akbal
Hepsi Boşa mı Gitmiş!

Çekmeceyi çektim. Seller gibi kâğıtlar yere düştü.

Bunlar benim eski yazılarım! Kesip sakladığım gazete parçaları... Gençken yazıları toplamayı düşünmemişim, kesip bir yana atmışım. Üstlerinde tarih de yok! Ama işlediği konulardan, hangi zamanda yazıldıkları anlaşılıyor.

“Vatan” gazetesinde başlayan köşe yazıları... Önce “kısaca” başlıklı, derken “Düş ile Gerçek” olmuş, gide gide “Evet Hayır”...

“Babıâli’de Elli Yıl” kitabımda yazdığım gibi bir ömrü geçirmişim daktilo başında! 1939’da annemin aldığı, uzun süre işimi görmüş. Sonra Hermes Baby’yi almışım büyükbabama... Londra’dan getirttiği Underwood, elli yıllık bir serüvenden sonra, kullanılmaz olmuş! Dedem bir elli lira vermiş, gitmiş almışım o küçük daktiloyu...

***

Yırtık pırtık olmuş yazılara bakarken kendime acıdım. Boşa gitmiş şeyler! Bunları yazacağıma keşke öykülerimle, biraz da romanımla uğraşsaydım diye... Edebiyattı bütün derdim, sevgim! Okumak, yazmak, yayımlamak. Gazetelere gönderdiğim öyküler günün modasına uygun saçmalıklardı. Sonra Sabahattin Ali’leri, Sait Faik’leri keşfedince, neyi, nasıl yazmayı öğrendim. Tam işe yarar öyküler orda burda yayımlandığında, dostum Ecvet Güresin bir uyarıda bulunmaz mı?

“Sen hikâye yazmakla geçinebileceğini mi sanıyorsun?

Sen bakma eskilere, Yakup’lara, Yahya’lara, onlar devlet korumalarıyla yaşadılar. Kimi mebus, kimi elçi, kimi profesör!.. Sen gazeteci olacaksın, gazete yazarı. Ama şimdi muhabir....”

***

Yaşamımı kazanmam gerekti. Yirmi yaşında bir öykücü olarak kalmak daha iyiydi. Bir Sait Faik örneği vardı. O da muhabirlik yapmaya kalkmış, olmamış, ama babadan anadan olanaklı, pek gereğini duymamış para kazanmanın! Ama ben öyle miydim?

Hep yazmışımdır, yineleyeyim. Yeni Sabah’ta polis muhabirliğinin iki gün sürmesini, sonra kendiliğimden bu işin bana uygun olmamasını!..

Yerden topladım o eski yazıları. Demokrat Parti’yi eleştirmek, 12 Mart’ı, derken Demirel dönemini, ardından Ecevit, derken derken Evren Paşa, ardından Özal, ardından Tayyip...

***

Hep boşa mı gitmiş bütün yazılar? Ama öyküler yaşıyor yeterince, yaşama güçleri varsa daha da yaşayacaklar. İşte yenileri, bir çekmece dolusu bekliyor gün ışığına çıkmayı...

Bağışlayın, durup dururken kendimden söz ettim. Ne yapsan kendinden kaçamıyorsun!


18 aralık 2011 Pazar Cumhuriyet Gazetesi



11 Aralık 2011 Pazar

GÜZEL OKUMALARA... OKTAY AKBAL

 
 

GÜZEL OKUMALARA...

Muzaffer İzgü’nün 143. kitabını okuyorum.

Bütün yaşamını yazmakla geçirmiş bir yazar az bulunur!

Mizahçı mı mizahçı! Aziz Nesin’i kıskandıracak kadar!..

Yok, o da severdi. Türk edebiyatında mizah dalında Muzaffer İzgü’nün değerini bilirdi.

“Padişahım Çok Yaşa”da birbirinden güzel, anlamlı öyküler var. Hepsi düşündürücü! Hem gülümsetiyor hem de sizi başka yerlere götürüyor... Ben de geçenlerde yazmıştım aynı adı kullanarak! O zaman çıkmamıştı İzgü’nün kitabı...

“Padişahım Çok Yaşa” güncelliğiyle yeniden yaşatmış o eski deyimi! Bir zamanların padişahlarını göz önüne getirmiş...

Artık padişahlık yok, diyoruz, ama ondan da beteri var. “Tek adam” yönetimi! Kendi eliyle seçtiği yüzlerce insanı yöneten, daha doğrusu tüm toplumu yönetmeye kalkışan bir tek adam...

Muzaffer İzgü’nün 143 kitabı var. Ama o, daha çok kitap yazacak. Milyonlarca okuru bekliyor.

***

“Gün Işığı” Kitaplığı birbirinden çekici yapıtlarla genç okurlara sesleniyor. Hemen hepsi ilkgençlik günlerinin öyküleri. Bu arada benim de “Kırmızı Yoyo” kitabım yer aldı bu dizide. Öykülerimden seçilmiş çocukluk anıları. Hepsini ben mi yaşadım, belki! Biraz da yaşamak istediklerim...

Fakir Baykurt’un da “Yandım Ali”si çıktı bu yakınlarda. Baykurt, köyü, köylüyü yakından tanıyan, seven, anlatan bir yazarımız. Genç yaşta yitirdik. Ama onlarca yapıtı yaşıyor. “Yandım Ali” de Baykurt’un ilkgençliğinin anıları gibi...

Fakir Baykurt dedem Tepeyran’ın “Küçük Paşa”sını çok severdi. Köy enstitülerinde Mustafa Nihat Özön’ün sevdirdiği bir roman, edebiyatımızda köy gerçeğini gözler önüne seren bir kitap. Yüzyıl önce yazılmış, yayımlanmış. Fakir de çok beğenirdi. Bir gün “Ben o romanı ele alıp yeniden yazmak istiyorum” demişti. Baykurt gibi sağlam bir yazar, kitaplarıyla ölümsüzdür.

***

Öyle çok kitap var ki okumaya, yazmaya değen. Benim gibi yaşlanmış, ama okumaya yazmaya doyamamış biri, hepsini değerlendiremediği için üzülüyor.

Yılmaz Gruda “Bektaşi Fıkraları”nı şiirleştirmiş. Hepsi birbirinden güzel, anlamlı. Kolaylıkla ezberlenebilecek şiirler. İrem Uşar’ın “Kuuzu ve Lunapark Ailesi” de Günışığı Kitaplığı’ndan çıkmış. O da hepimizin yaşadığı ama unutamadığı çocukluk düşlerine götürüyor.

Doğan Kuban, Cumhuriyet okurlarının çok sevdiği bir yazar. Her yazısı, bilimle sanatın bir çeşit sentezi. “Gelecek” adlı kitabında “geleceği sorgulayan toplumların geleceği”ni anlatmış bize...

***

Perihan Akçam’ın “Onca Çileden Sonra”sı bir annenin değişik düşüncelere kendini kaptırmış oğulları yüzünden çektiği acıların kitabı. Akçam’lar, hepsi belli görüşlerin, düşüncelerin insanları. Babadan oğula!..

***

İrfan Yalçın’ın “İlkyaz Ölümleri” bir roman, bir öykü değil, ama hepsi var. Zonguldaklı şairler Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu ve Kemal Uluser’i, yaşamları ve ölümlerini bir dost bakışıyla anlatıyor. İlkyaz ölümlerini tatmış, şiirleriyle yaşamış ve yaşatmış dört arkadaş; “Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip, Kemal Uluser! Geldiler, çok az kaldılar, gittiler.” Ama gitmediler, şairler kolay yok olmaz.

***

Ali Selçuk’un “Altın Denemeler”i de deneme alanında ün yapmış yazarlardan bir seçme... Hepsi önemle, ilgiyle okunmaya değer parçalar. Ali Selçuk “Deneme okumak, ‘insan’ı ve ‘dil’i okumaktır” diyor. Güzel okumalara.

Okunmayı bekleyen işte birkaç değerli kitap... Güzel okumalar dileğiyle...

Cumhuriyet 11.12.2011
EVET/HAYIR
Oktay Akbal

28 Kasım 2011 Pazartesi

HAYMATLOS KEMAL YALÇIN


 

 

Haymatlos

Dünya Bizim Vatanımız


Haymatlos- Dünya Bizim Vatanımız adlı kitabım, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından, 10 Haziran 2011’de, İstanbul’da yayınlandı.
Bu kitabımda 1933-1945 yıllarında, Nazi rejiminden kaçarak Türkiye’ye sığınmış mülteci Almanların, bilim insanlarının yaşam öykülerini anlattım. Türkiye’ye sığınmış 1400 kadar mülteci Almandan çoğu artık yaşamıyor. Ben onlardan sadece Cornelius Bischoff’u 2009 yılında Hamburg’da bulabildim.
Cornelius Bischoff, henüz on bir yaşında iken, annesi ve kız kardeşi ile birlikte, 1939’da, korkunç kaçış yollarından geçerek Gestapo’nun elinden kurtulmuş, Paris, Marsilya üzerinden İstanbul’a ulaşabilmişti. Cornelius’un babası Eduard Bischoff dülgerdi, Sosyal Demokrat Partili (SPD) bir sendikacıydı, Nazilere karşı mücadelede yer almıştı. Halası Berta Kröger, Hamburg Parlamentosunda SPD milletvekili idi. Annesi Berta Abronoviç Bischoff ise, İstanbullu bir Yahudi idi. Bischoff ailesi toplama kampına gitmekten son anda kurtulmuştu.
Türkiye ile Almanya arasındaki diplomatik ilişkiler 2 Ağustos 1944’de kesildi. Daha sonra da Türkiye, Nazi Almanyasına karşı savaş ilan etti.
5 Ağustos 1944’de Türk Hükümeti, tüm Alman vatandaşlarının bir hafta içinde Türkiye’yi terketmesini istedi. Bu karar üzerine 672 Alman Türkiye’den ayrıldı. 626 Alman vatandaşı ise geri dönmeyi kabul etmedi ve böylece Alman vatandaşlık hakkını kaybederek Haymatlos durumuna düştüler. Türk Hükümeti, Türkiye’de kalan Almanlara “Haymatloz” kimliği verdi. “Haymatloz”lar, 23 Ağustos 1944 sabahı evlerinden toplanarak Ankara yakınlarındaki Çorum, Kırşehir, Yozgat şehirlerine enterne edildiler.
Cornelius Bischoff, annesi Berta, babası Eduard ve kız kardeşi Edith ile birlikte Çorum’a enterne edilmişti. Çorum’da 300 kadar Enterne Alman vardı.
Enterne Almanların şehir dışına çıkmaları, çalışmaları, siyasetle uğraşmaları yasaktı. Kızılay’ın deprem fonundan verilen 10 ya da 20 lira aylıkla yaşamak zorunda idiler. Haymatlos Enterne Almanlar 1944-1945 yıllarında, 18 ay kadar Çorum, Yozgat ve Kırşehir’de yaşamışlardı.
Çorum, Yozgat ve Kırşehir’de yaptığım araştırmalarda, Haymatlos Enterne Almanlardan kalan izleri, belgeleri en çok Çorum’da bulabildim.
Cornelius Bischoff, hayat hikayesini, Çorum’da ve İstanbul’da yaşadıklarını ayrıntılarıyla bana anlattı. Elindeki belgeleri, fotoğrafları, kaynakları verdi. Bu nedenle Haymatlos’ta esas olarak Cornelius Bischoff ve ailesinin hayat hikayesini işledim. Corenlius’un hayatında yer almış olan insanlara; özellikle Yaşar Kemal’e, Zülfü Livaneli’ye, Resam Orhan Peker’e geniş yer verdim. Ayrıca, Ankara’nın, Çankaya Köşkü’nün, TBMM Binasının başmimarı Prof. Clemens Holzmeister’in yaşam öyküsünü de anlattım.
Kitabın konusu ile bağlantılı olduğundan, Naziler tarafından 1933-1935 yıllarında işlerinden atılan, toplama kampına gönderilme tehlikesiyle yaşayan tiyatro ve opera yönetmeni Carl Ebert’e ve onun özel tercümanlığını yapan Yazar Sabahattin Ali’ye; büyük müzisyenler Paul Hindemith, Ernst Preatorius Prof. Eduard Zukmayer’e; SPD’li siyasetçi, şehir planlamacısı Prof. Ernst Reuter’e kitabımda yer verdim, yaşam öykülerini ve mücadelelerini anlattım.
Prof. Ernst Reuter, Ankara’da yaşamıştı. Alman Özgürlük Birliği adlı gizli bir örgütün kurucuları arasındaydı. 1946’da Berlin’e döndü ve Berlin’in ilk Belediye Başkanı seçildi. Ernst Reuter’in Türkiye’deki sürgün yıllarının öyküsü Haymatlos’ta genişçe yer alıyor.
1933-1945 döneminde 700 kadar Alman bilim insanı Türkiye’ye sığınmıştı. Türk Hükümeti, Nazilerin görevden attığı bilim insanlarından bir kısmına 1933 yılında kurulan Türkiye’nin ilk üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’nde kurucu öğretim üyesi olarak görev verdi.
Birçok Alman bilim insanı Türkiye’ye sığınarak ölümden kurtulmuş, İstanbul ve Ankara üniversitesinde bilimsel çalışmalarını sürdürme olanağı bulmuştu. Alman bilim insanlarından en tanınmışı, Frankfurt-Main Üniversitesi’nden Yahudi olduğu için atılan hukukçu Ordinaryüs Prof.Dr. Ernst Eduard Hirsch idi; 1933-1953 yıllarında Türkiye’de kaldı, İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültelerinin kurulup geliştirilmesine büyük emek verdi. Haymatlos’ta, Prof. Hirsch’in hayatına da geniş yer verdim.
Benim amacım, Cornelius Bischoff ve hayatta kalan diğer canlı tanıkların anlatımlarına dayanarak, Hitler faşizminden kaçarak Türkiye’ye sığınmış Almanların maceralı hayatlarını öyküleştirerek bugüne aktarabilmek; dostluk ve sevgiye dayanan insan ilişkilerini Alman ve Türk toplumunun belleğinde canlandırabilmek; özellikle bugünün Türkiye ve Almanya’sında yaşayan gençlere bu örnek davranışları gösterebilmek; aynı zamanda bu konu hakkında merak uyandırabilmektir.
İnsanlık, Nazi rejimi gibi barbarlıkları, ölüm kamplarını, gaz odalarını, insan yakma fırınlarını bir daha görmesin, yaşamasın!
Haymatlos, savaşlarla yakılıp yıkılmış,  kül olmuş bir hayatın yeniden yaratılmısının; insan sevgisinin, vefanın, dostluğun, kardeşliğin romanıdır.
Bu kitabımı,1933 sonrasında Türkiye’de yaşamış Haymatlos Almanlara, mülteci Alman bilim insanlarına ve onlara kucak açmış olan Çorum, Yozgat, Kırşehir’in asil ruhlu, yardımsever insanlarına sunuyorum.

Bochum, 10 Haziran 2011                               Kemal Yalçın

17 Kasım 2011 Perşembe

EİNSTEİN DİYOR Kİ:

Yıllar önce Einstein ile yapılan ve güncelliğini yitirmeyen bir sohbet. Söyleşinin aslına ulaşamadığım için soru ve cevapların Türkçeye çevirisini aynen sunuyorum. Bozkurt Güvenç

Dünya neden kaoslar silsilesi yaşıyor?

* Dünya, kötü kişiler ve kararlardan dolayı değil, olanları durup seyreden ve olanlara ses çıkarmayanlar yüzünden yaşıyor kaosları.

Dünya Nereye Gidiyor?

* 3. Dünya Savaşı, doğal kaynak eksikliğinden çıkacaktır. O savaşta hangi silahların kullanılacağını bilmiyorum, ama 4. Dünya Savaşı’nda taş ve sopalar olacağını biliyorum.

Siz atomu keşfettiniz, Hiroşima ve Nagazaki’nin tepesinde atom bombası patlattılar. Ne düşünüyorsunuz?

* Her savaş insanlığın ilerlemesini engelleyen kötülük zincirine bir halka ekler. Ben atomu insanlığın yararı için keşfettim. Böyle olacağını bilseydim ayakkabı tamircisi olurdum.

Başarının formülü nedir?

* Formül A= X+Y+Z’dir. (A: Başarı, X: Çalışmak, Y: Çalıştığı konuyu oyun gibi görmek/sevmek, Z: Konuşmak yerine üretmek.)

Bilimin en son ulaşabileceği nokta ne olmalı?

* Dünya’da tek bir çocuk mutsuz olduğu sürece büyük icatlar ve ilerlemeler yoktur.

Ne zaman Dünya’nın sırrına ereceğiz?

* Bir kum tanesinin sırrını çözmeyi başarsaydık bütün Dünya’nın sırrını öğrenmiş olurduk.

Bir ülkenin geleceği neye bağlıdır?

* Ülke insanlarının geleceği eğitime bağlıdır. Egitimse, insanın okulda öğrendiği her şeyi unuttuğunda arta kalandır.

Dünya aptallarla dolu diyorsunuz. Aptalın tanımı nedir?

* Aynı şeyi defalarca yapıp farklı sonuç alacağını uman kişi. Aptallarla dolu bir dünya çekilemez; çünkü dehanın bir sınırı vardır, aptallığın asla.

Sizin zarif bir insan olmadığınızdan söz ediyorlar...

* Yüksek ruhlar her zaman sıradan akılların muhalefetiyle karşılaşır.

Eğer bilim adamı olarak gerçeği açıklamak istiyorsan, zarafeti terziye bırakmalısın. Diğer yandan şunu da söylemeliyim ki bu dünyada beni birkaç kişi anladı, onlar da yanlış anladı.

Tüm Dünya’ya tek bir mesaj vermek isteseniz, o mesaj ne olurdu?

* Yeryüzünde şartların düzelmesi, sadece bilimsel buluşlara değil, çok ahlaklı bir yaşama düzeninin gerçekleşmesine bağlıdır.

***

Yorum gerektirmeyen yalın bir dünya görüşü. Anlaşılmadığını bilen Einstein, çağların bilge kişilerini çağrıştıran alçakgönüllü mecazlarla, sanki günümüzün “siyasi doğruları”nı evrensel erdemlere tercih eden güçlü lider ve yöneticiler topluluğuna sesleniyor:

“Okyanus kıyısında çakıl taşlarıyla oynadığını” söyleyen Newton’un huzurunda, kum tanesinin sırrını bile çözemediğini kabul ederek;

“Beni bir kişi anlıyor o bile bazen anlamıyor” diye yakınan diyalektik filozofu Hegel’in tarihi ve dramatik yalnızlığını paylaşarak;

“Kültürü, okulda öğrendiklerimizi unuttuktan sonra geri kalan” olarak tanımlayan yazar André Maurois’yı onurlandırarak;

“Savaşa girmediği için kahraman milletimizin erkekliğini öldürmekle suçlanan barışçı İsmet İnönü’yü kendi ülkesine karşı savunarak;

“Toplumun yüzde 60’ı aptaldır ” diyen Aziz Nesin’in yanında, aptallık olgusunun kimsenin tekelinde olmadığını söyleyip bizi teselli ederek;

Küresel sorunların çözümünü bilime ve siyasete indirgeyen liderlere laf yerine üretimi ve ahlaklı bir yaşama düzenini hatırlatarak...

________

*Dr. Ferhan Erkey, Ruhi Görüşme."

Cumhuriyet. Bilim Teknik 11.11.2011

15 Kasım 2011 Salı

ESİN AFŞAR

Bir süredir yoğun bakımda olan ünlü sanatçı Esin Afşar Şişli Florence Nightingale Hastanesi‘nde hayatını kaybetti…

Esin AFŞAR
Türk halk müziğinin usta bestecilerinden olan ,Ankara Devlet Konservatuarı piyano bölümü mezunu olan Afşar, ünlü opera sanatçıları Leyla Gencer, Maria Callas gibi isimlere öğretmenlik yapan Madam Hidalgo, Madam Böhm gibi isimlerden ses ve şan dersleri alarak, çocuk yaşlarda yaşamına yön verdi.
1940′lı yıllarda piyanist olarak girdiği Devlet Tiyatrolarında, Muhsin Ertuğrul’un desteğiyle 12 yıl oyuncu olarak görev yaptı. Ankara Meydan Sahnesi’nde konuk oyuncu olarak çalışırken, tekrar müziğe yöneldi. Önceleri dönemin popüler müziği olan “aranjman” olarak nitelendirilen, Türkçe sözlü hafif müzik dalında çalışırken, Ruhi Su ile tanışarak çağdaş folk müziği türünde emek harcayarak bu akım üstünde söz sahibi oldu.
1969′da Diplomatik sanatçı tanımlamasıyla Macaristan’a konser için giden Esin Afşar, birçok ülkede ve yurt içinde çeşitli konserler verdi, ödüller kazandı. Çevirisini 1980 yılında yaptığı “Kırmızı Pabuçlar” dört yıl Ankara ve İstanbul Devlet Tiyatroları’nda ve TV’de oynadı.
Sanatçı, yazarlığını Bilgesu Erenus’un yaptığı tek kişilik tiyatro oyunu “Kelaynaklar” da oynadı. 1986 yılında ilk Uzunçalar (LP) eserini çıkardı. 18 Mayıs 1990′da Fransa – Audincourt’da ırkçılığa karşı düzenlenen festivalde Polonya’lı, İspanyol, İtalyan, Portekiz, Cezayir, Tunus’lu sanatçıların katıldığı festivalde bir konsere davet edildi. Annesinin ölümü üzerine yaşlılar için bir kampanya başlattı. Boğaziçi Üniversitesi’nde gençleri örgütledi. Kendi bestelerinden oluşan Yunus Emre kaseti çıktı.
Sivil Toplum Kuruluşlarında etkinliklere katılan Afşar, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği Türkiye – Yunanistan Dostluk Derneği yönetim kurulu üyesi, Sokaktaki Çocukları ve Gençleri Koruma Derneği kurucu üyesi, Sigara İçmeyenler Derneği, Beyoğlu’nu Güzelleştirme Derneği ve Müzik Dostları Derneği yönetim kurulu üyesi olup, sanatçı Kerim Afşar’ın eski eşi, ünlü Türk bilim adamı Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun kızkardeşidir.
Eserleri
Albümler
Yunus Emre & Mevlana Şarkıları, 2002
Nazım Hikmet Şarkıları, 2000
Caz Yorumlarıyla Aşık Veysel, 1999
Pembe Uçurtma, 1998
Özlem, 1998
Atatürk, 1997
Esin Alaturka, 1995
Yunus Emre, 1991
Ruhi Su’ya Türkü, 1987
Dün ve Bugünün Türk Şiir ve Ezgileri, 1986
45′lik plaklar
Zühtü / Kaz
Hacer Hanım / Ben Olayım
Sanatçının Kaderi / O Pencere
Canı Sıkılan Adam / Yiğidin Öyküsü
Sandığımı Açamadım / Güneşe Giden Gemi
Dert Şarkısı / Niye Çattın Kaşlarını
Gel Dosta Gidelim / Sorma
Sivastopol / Küçük Kuşum
Diley Diley Yar / Yaprağı
Yağan Yağmur / Çatladı Dudaklarım Öpülmeyi Öpülmeyi
Kara Toprak / Yunus (Bana Seni gerek Seni)
Yoh Yoh / Bebek (Bir Masal Türküsü)
Allam Allam Seni Yar / Drama Köprüsü
Halalay Çocuk / Güzelliğin On Para Etmez
Gurbet Yorganı / Elif
Niksarın Fidanları / Aliyi Gördüm Aliyi
Allam Allam Seni Yar / Yoh Yoh

12 Kasım 2011 Cumartesi

DÜNYA PIRIL PIRILMIŞ... BANA NE!’ ÜLKÜ TAMER

DÜNYA PIRIL PIRILMIŞ... BANA NE!’

Orhan Kemal’den okuduğum ilk kitap Baba Evi olmuştu. 1950’lerin başlarında. Onu Avare Yıllar izledi. Bu iki kitap, yazarını “vazgeçemediklerim” arasına yerleştirdi hemen. Bugüne kadar da Orhan Kemal hep “benim yazarlarım” arasında yer aldı. Bereketli Topraklar Üzerinde’yle, Murtaza’yla, 72. Koğuş’la, Eskici ve Oğulları’yla. Elbette öyküleriyle.

Gösterişsiz, yalın edebiyatın doruklarında dolaşmıştır Orhan Kemal. Anlatacağını “oyun”lara, “numara”lara sığınmadan dosdoğru anlatmıştır. Gücünü, sıcaklığını “insan”dan almıştır. Edebiyat aracılığıyla insana ulaşmamış, insan aracılığıyla kendi edebiyatını yaratmıştır.

Orhan Kemal Çukurova’dan geliyordu. İşsizliği, açlığı, acıyı, sömürüyü görmüş, yaşamıştı. Kitaplarda okumamıştı bunları. Toplumsal gerçekçilik denen şeyden haberi bile yoktu belki. Yazarlık içgüdüsü gözlemciliğiyle birleşip yeteneğiyle de beslenince, kendini Gorki’lerin, Steinbeck’lerin çizgisinde buldu. Öykünmeyle değil, kendiliğinden oluveren bir şeydi bu.

***

Bu hafta Önemli Not kitabını yeniden okurken, Yeşilçam’a 150 kâğıda hikâye satmayı “başarınca” mutlu olan Orhan Kemal geldi aklıma. Kitap, Orhan Kemal’in tamamlanmamış yapıtlarıyla seçilmiş düzyazılarından oluşuyor.

Edebiyatımızın ölümsüz yapıtları arasında yer alan, bugüne kadar kim bilir kaç baskısı yapılan, tiyatroya uyarlanıp oyunu kapalı gişe oynanan 72. Koğuş’un yazılış öyküsü de var kitapta.

“1953-54 kışı. Vakit gece. Dışarıda sulusepken, kendini Haliç Feneri’nin ahşap evleriyle ıssız sokaklarına kaldırıp kaldırıp vuruyor. Tükürseniz donacak bir soğuk hâkim dünyaya. Karımla çocuklarım, her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye, kilim varsa almış, birbirlerine sokularak çoktan uykuya geçmişler.”

Ayda kırk lira ev kirasını ödeyemeyen, cebinde tramvay parası, mangalında kömür olmayan, “Bir ara, kendini sigorta ettirip bir hususi’nin altına atmak, bu suretle sigortadan alınması mümkün parayı çocuklarına bırakmak gibi çılgınca fikirler”e kapılan Orhan Kemal, o gece gaz ocağında ısınmaya çalışarak 72. Koğuş’u yazar. Ertesi gün de...

“Öğleden sonra magazinlerden birine koşuyorum. İçim içime sığmamaktadır. Hemen kapacaklar. Hiç olmazsa küçük bir avansla eve döneceğim. Et, ekmek, bir şişe Marmara şarabı, kömür alıp o gece felekten bir gün çalacağım.”

Ama “Eserinizi okuyalım. Mümkünse bize yarın uğrayın” derler Orhan Kemal’e.

“Ne yapalım? Yarını beklemekten başka çare yok. Bekliyorum. Ertesi gün küçük avanstan o kadar eminim ki, su bardağında bilediğim paslı jiletimle şıpın işi bir tıraş, koşuyorum. Eserlerimi teslim ettiğim dergi sahibi yerine odacı çıkıyor karşıma: ‘Sanat müşavirimiz müstehcen buldu, müsveddelerinizi buyrun...’

“Elimde müsveddem, dolaşan ayaklarımla magazin idarehanesinden çıkıyorum. Kar dinmiş, güneş soğuğu kırmış. Dünya pırıl pırılmış. Bana ne? Bu pırıl pırıl, bu şıkır şıkır dünyadan o kadar uzağım ki. Alamadığım avanstan çok, yaptığım işin anlaşılamaması...

“Evden içeri ölü gibi giriyorum.”

“Ne karım, ne çocuklarımda tek laf. Kendimi sedire bir kalıp gibi bırakıyorum. Serde erkeklik olmasa ağlayacağım. Hem de katıla katıla...”

***

Önemli Not’u Orhan Kemal’i sevenlerin dikkatine sunuyorum. Kitabı da zaten sadece onların alacağını biliyorum. Günümüzün “in” yazarlarını okumaktan Bereketli Topraklar Üzerinde gibi bir başyapıta bile “vakit ayıramamış” kişiler bu yazılarla mı ilgilenecek!

ülkü tamer. selam olsun. Cumhuriyet 12.11.2011