26 Ağustos 2024 Pazartesi

26 AĞUSTOS BÜYÜK TAARRUZ


Afyonkarahisar Şuhut Kocatepe 




26 Ağustos Büyük Taarruz 'un yıl dönümünde yüce Atatürk ve silah arkadaşlarına saygı ve minnetle anıyorum...


 26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLER İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR

VE İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ’E BAKAN NEFER


Saat 2.30.


Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,

ne ağaç, ne kuş sesi,

ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,

gece yıldızların altında kayalardır.

Ve şimdi gece olduğu için


ve dünya karanlıkta daha bizim,

daha yakın, daha küçük kaldığı için


ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize,

aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için

kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi

okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe’den

dünyanın en yıldızlı karanlığını.


Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa

Afyon Karahisar şehrinin ışıklan gözükecek.

Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.


Ovada Akarçay bir pırıltı halinde


ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde

şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:

Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçük bir nehirdir

Akarçay Dereboğazı’ında değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan

balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.

Ve kocaman çiçekten eflatun kırmızı beyaz ve sapları


bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar.


Ve Afyon önünde


Altıgözler köprüsünün altından gündoğuya dönerek


ve Konya tren hattına rastlayıp

yolda Büyükçobanlar köyünü solda


ve Kızılkilise’yi sağda bırakıp, gider.

Düşündü birdenbire kayalardaki adam bu kaynakları


ve yolları


ve düşman elinde kalan bütün nehirleri.

Kim bilir onlar ne kadar büyük,

ne kadar uzundular?

Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız,

Yunan’dan önce ve Seferberlik’ten evvel

Selimşahlar çiftliğinde ırgatlık ederken Manisa’da geçerdi

Gediz’in sularını başı dönerek.


Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.


Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu

Paşalar: “Üç”, dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.


Saat 3.30.


Halimur – Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.


İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla

sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi

baktı manga efradına birer birer:

Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer.

Üçüncü kekemeydi


fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen.

Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.

Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı


tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam.

Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,

memlekette toprağını ve tek öküzünü

ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu

mahkemeye verdiler


ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için

ona “Deli Erzurumlu” derdiler.


Yedinci Mehmet oğlu Osman’dı.

Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da yaralandı

ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir,

yine de dimdik ayakta kalabilir.

Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar

bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.

Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:

tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.


Saat: 4


Ağzıkara-Söğütlüdere mıntıkası.


On ikinci Piyade Fırkası.

Gözler karanlıkta, uzakta.

Eller yakında, mekanizmalar Üzerinde.

Herkes yerli yerinde.

Tabur imamı, mevzideki biricik silahsız adam: ölülerin adamı,

kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp

el kavuşturup sabah namazına, içi rahattır.

Cennet, ebedî bir istirahattır.


Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,

meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir

Cenabı rabbülâlemîne şühedâyı.

Saat: 4.45.


Sandıklı civarı.


Köyler.

Sarkık, siyah bıyıklı süvari,

çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.

Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu:

dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük…


İkinci Süvari Fırkası’ndan Dördüncü Bölük,

atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.

Geride, köylerde bir horoz öttü.


Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari

ellerinin tersiyle yüzünü örttü.


Karşı dağlar ardında,

düşman elinde kalan bir başka horoz vardır;

Balta ibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.

Düşmanlar her hal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır.


Saat beşe on var.


Kırk dakka sonra şafak sökecek.

“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”

Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde.

On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti


ve onların genci, uzunu,


Darülmuallimin mezunu


Nureddin Eşfak,

mavzer tabancasının emniyetiyle oynayarak konuşuyor:

-Bizim İstiklâl Marşı’nda aksayan bir taraf var,

bilmem ki, nasıl anlatsam,


Akif, inanmış adam,

fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.

Meselâ, bakın


“Gelecektir sana vadettiği günler Hakkın”


Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize.

Onu biz, kendimiz vadettik kendimize.


Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.

“Kim bilir belki yarın…”


Saat beşe beş var.


Dağlar aydınlanıyor.

Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.

Gün ağardı ağaracak.

Kokusu tütmeğe başladı:

Anadolu toprağı uyanıyor.

Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp

ve pırıltılar görüp ve çok uzak

çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak

bir müthiş ve mukaddes macerada, ön safta, en ön sırada,

şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzimi Hasan’ın yaşı yirmi birdi.

Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.

Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.

Şimdi bir hamlede o kadar büyük.

Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü

ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını

ağlanacak kadar küçük buluyordu.


Yüzbaşı sordu:

– Saat kaç?

– Beş.

– Yarım saat sonra demek…


98956 tüfek ve şoför Ahmet’in üç numrolu kamyonetinden

yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,

bütün aletleriyle


ve vatan uğrunda,


yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle


Birinci ve ikinci Ordu’lar


baskına hazırdılar.


Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,  beygirinin yanında duran sarkık,

siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.

Nureddin Eşfak baktı saatına:

– Beş otuz…

Ve başladı topçu ateşiyle

ve fecirle birlikte büyük taarruz…


Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.

Bunlar: Karahisar güneyinde 50

ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini  ihata ettik

Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar.


Sonra.

Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu.


Esirler arasında General Trikopis:


alaturka sopa yemiş bir temiz


ve sırmaları kopuk firenk uşağı…


Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nureddin Eşfak’ın ayağı.

Nureddin dedi ki:

“Teselyalı Çoban Mihail”

Nureddin dedi ki:

“Seni biz değil,


buraya gönderenler öldürdü seni…”


Sonra.

Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir’e doğru yürürken

serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.

Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu.

Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözleri hayretle yandılar:

önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları

her seferkinden kocamandılar.

Ve bu postallar daha bir hayli zaman

üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından

seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.


Sonra.

Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken

kederinden yüzlerini toprağa döndüler.


Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı,

Kan içindeydi yüzü gözü.

Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.

Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere

ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.

Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı

ardarda çakan aydınlık bir bütündü.


Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu:

“Dörtnala gelip uzak Asya’dan Akdeniz’e

bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benze yen toprak,


bu cehennem, bu cennet bizim.


Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim…”


Sonra.

Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer

yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,

Ümitten ağlaya ağlaya,

Güneyden Kuzeye,

Doğudan Batıya,

Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i.


“Ve biz de burda bitirdik destanımızı.

Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,

Türk halkı bağışlasın bizi,

onlar ki toprakta karınca,

suda balık, havada kuş kadar çokturlar,

korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar

ve kahreden yaratan ki onlardır,

kitabımızda yalnız onların maceraları vardır…”


Nazım Hikmet


Kuvayı Milliye Destanı


AHMET SALTIK


Kaynak:http://ahmetsaltik.net/2014/08/25/26-agustos-gecesinde-saatler-iki-otuzdan-bes-otuza-kadar/