16 Mart 2012 Cuma

UTANÇ GÜNLERİ ZÜLFÜ LİVANELİ


70’li yıllardı. Türkiye’deki hoyrat rejim bizleri önce hapse koymuş, sonra da uzak diyarlara savurmuştu.

İki göz bir öğrenci evinde kıt kanaat geçinip gidiyor, ülkeden gelecek haberleri bekliyorduk. Ama o zamanlar böyle uydu yayınları, cep telefonları, internet yoktu ki.

Kocaman lambalı radyolardan TRT’nin dış yayınlarını dinlemeye çalışırdık. İbreyi daracık bir aralıkta sabit tutmaya çalışır, ses parazitlendiğinde sağa sola oynatarak spikerin sesini Rusça konuşmaların, Bulgar müziğinin ya da ne bileyim Hırvat şarkılarının arasından anlamaya çalışırdık. Çoğu zaman da iyice kaybolan sesi geri getirmek için geleneksel yönteme başvurarak radyoyu yumruklamaya başlardık.

Tam o günlerde karlı Stockholm’e, ellerinde sazlarıyla iki âşık geldi. Birinin kocaman bıyıkları ve küçücük bir curası vardı. Ötekinin ise bıyıkları küçüktü ama sazı kocamandı. Curayı çalan Âşık Nesimi’ydi, divan sazını çalan Âşık Daimi.

Bizim nohut oda, bakla sofa eve yerleştirdik onları. Dar gelirli bir hâkim karısı olan babaannemin deyimiyle “Maksat gönüller geniş olsun”du.

Evde üç saz vardı artık. Akşamları bu üç sazı çıkarıyor ve saatlerce çalıyor, söylüyorduk. Âşık Daimi’nin “Ne ağlarsın benim zülf-ü siyahım“, Nesimi’nin “Ey şahin bakışlım“, kulunuzun “Leylim Ley“ türküleri art arda sıralanıp gidiyor, semahlar uzun havaları, mersiyeler ağıtları kovalıyordu. Vatan özlemi bastıkça çalıyorduk, çaldıkça sıla hasretimiz artıyordu.

İki ay kaldık bizim evde. Öğrenci bursu neye yetiyorsa onu bölüştük.

Bir gün İlhan Koman’ın yaşadığı gemiye götürdüm âşıkları. Koman büyük bir heykelciydi; karısı Kerstin, çocukları ve bembeyaz sakalıyla hurda bir teknede yaşıyordu. Teknenin adı Hulda’ydı.

Yine sazları çıkardık, yine Anadolu dile geldi. Saatlerce çaldık. İlhan Koman heyecanından hep ayaktaydı, oturamıyordu bile. Oğlu Ahmetise her şeyi banda kaydediyordu. İyi ki de etmiş.

İlhan Koman öldü, Âşık Daimi öldü, Âşık Nesimi Sivas’ta yakılarak öldürüldü.

Hulda ise İstanbul’a geldi, o kayıtlarla birlikte.

***

Ankara’nın sisli puslu kış havasını herkes bilir. Baharları Bulvar’daki ağaçlara tüneyen ve gelip geçen herkesin omuzuna bir işaret konduran sığırcık kuşlarını da.

O şehrin eski hâlini düşününce gözümün önüne şair, yazar arkadaşlarım geliyor: Utangaç utangaç gülen Metin Altıok, dudakları bıyıklarının altında muzipçe kıvrılan Vasıf Öngören, Sergi Kitabevi’nde bir yandan sohbet edip bir yandan kitap paketleyen Erdal Öz, kendisine “sinirlenmemelisin“ diyen doktora “sinirlenmek benim mesleğim“ diye cevap veren Ahmed Arif, Yevtuşenko gibi stadyumlarda şiir okumak isteyen Ataol Behramoğlu, yüzünden esmer gülümseyişi hiç eksik olmayan İlhan Erdost, her zaman bir Danton edasıyla konuşan Uğur Mumcu...

Metin’i Sivas’ta yaktılar, Uğur’u Ankara’da havaya uçurdular, İlhan’ı hapishane aracında döve döve öldürdüler, Erdal’la hapis yattık, Vasıf sürgünde sıla özlemi içinde öldü; Ahmed Arif, Erdal Öz öldüler, çok şükür Ataol yaşıyor.

***

Kaç gündür bunları düşünüyorum. Sivas’taki arkadaşları bir daha yakan “zaman aşımı“ faciası aklıma geliyor.

Hepsinin gülen, umutlu, heyecanlı, yurtsever, Türkiye’yi daha güzel bir ülke haline getirme düşüyle esrimiş yüzlerini görüyorum.

En değerli evlatlarını bir canavar gibi yiyen sisteme isyan duyguları yükseliyor içimden.

Sonra da, başlarına hiçbir şey gelmediği halde ekranlara çıkıp “zulüm gördük“ diyenleri seyrediyorum.

İnsanlığımdan, ülkemden, siyasetçilerimden utanıyorum. 


1 yorum:

bücürükveben dedi ki...

Zulüm görmüşmüş!!Allah'dan korkmaz, kuldan utanmaz! 250 subayımız sanki düşman işgaline uğramışız gibi hapislerde çürüyor! Kaç tanesi intihar etti ya da intihar süsü verilmiş cinayete kurban gitti...